Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

REALİST AKIM - AHMET KABAKLI

(Realisme)

Felsefî ve edebî anlamda, dış âlem gerçeğine uyarlık demektir. Realist yazar­lar, ister kaba, ister zarif olsun, iyi kötü, güzel çirkin demeksizin, çevreyi, toplu­mu ve insanı olduğu gibi yansıtmak istemişlerdir. Her türlü romaneski atarak ha­yatın kendisini vermişlerdir. Ancak bu gerçekçilik "bir kadının vücudunun kalı­bını çıkarmak" yahut bir "manzaranın fotoğrafını tesbit etmek" şeklinde değil, eş­yanın ve cansız varlıkların fizyonomisi kadar ruhunu ve mânâsını da göstermek­tir. Burada bütün iş, söz sanatım muhayyileden çıkarıp hayata indirmektir.

Geniş anlamda Realizm tabiatı, toplumu ve olayları, hiçbir seçime tâbi tutma­dan yazmaktır. Bu türlü Realizm, sanatta her zaman var olmuştur. Halkı, çevreyi, insanı olduğu gibi anlatan her sanat Realist sayılır. Burada söz konusu edeceği­miz Realist akım ise 1850 ile 1880 arasında, Fransa'da Romantizm'e tepki hâlin­de çıkan sanat ve edebiyat görüşleridir.

Realizm'i Hazırlayan Ortam

19. yüzyılın yarısı boyunca, deneysel ilimlerde hızlı gelişmeler oldu. Danvin, Cinslerin Menşei (Les Origine Des Especes) adlı eseri ile hayvanları (canlılar) an­latan yeni kanunlar ve izahlar ortaya attı. Claude Bernard biyolojide ve tıpta, her gerçeğin deney yoluyla ispatlanabileceğim iddia etti. Bu yeni atılımlar, felsefede Positivisme (Pozitifçilik) akımım doğurdu. Her şeyi müsbet ilimle izaha çalışan bu akım, deneye dayanmayan, hayalî ve fizik ötesi olan her şeyi, felsefenin uğraş­ma alanı dışında saydı.

Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte insanlığın tabiat içinde üç dö­nem geçirdiğini belirtiyor, buna "üç hâl kanunu" adını veriyordu, Bunlar: a) İlâhi devir, b) Metafizik devir; c) Pozitif devir1 dir. İlk iki hâli aşarak müsbet ilim (pozitif) çağına gelmiş olan insanlık, artık yalnız maddî ve isbatlı şeylere inanabilir. Zaten "Gözlem ve deneyişler dışuıda hakikati doğru olarak anlamaya imkân yoktur." O hâlde deney ve duyumlara bağlanamayan olaylarla uğraşmak boşunadır. Yine Comte "bu yeni sistemin, insanlığı, bünyesine en uygun bir sosyal yapıya, sürükle­yeceğini" söylüyordu. Zaten sanayileşen Avrupa'da, birçok yeni ihtilâller, buhran­lar, didişmeler baş göstermişti. İktisatta liberalist ve sosyalist görüşler çarpışma­ya başlamıştı.               İlmin endüstriye uygulanmasından bir alay mesele doğuyordu.

Bu yeni izah ve gelişmeler sanat âleminde yankılar bulmakta ve edebî eserle­re tesir etmekte gecikmedi. Romantikler'in mânâ ve ruha verdikleri değere karşılık 1850'de yetişen kuşaklar, her şeyi madde ve gövdeden ibaret görmeğe başladı­lar. Denebilir ki ilim ile sanat, 19. yüzyıl sonundaki kadar hiçbir devirde kaynaş­mamış ve birbiriyle bu kadar alışverişe çıkmamıştır. Sanatta ilmin metot ve ka­nunlarını izleyerek hakikati bulmak mümkün olduğu inancı genel bir hâl almış­tır. Bu yüzden edebiyatçılar, tıbba, biyolojiye ait eserleri dikkatle okumuşlardır. Hippolytîe Taine ve Sainte-Beuve gibi pozitivist tenkidciler, yazarlara deney­sel ilimlerin usullerini salık verdiler. Onlara göre hayvanların hayatı, hangi yolla inceleniyorsa, roman kişileri de öyle incelenmeliydi. Sanat eseri, "bir arşlarım kuvveti, bir geyiğin çevikliği" gibi izah olunmalıydı. Çünkü sanatçı, kesin olarak, doğduğu çevrenin, ırkın ve ailenin etkilerini taşıyordu. İyilik ve kötülük bile "şe­ker ve biber" gibi laboratuvara konulup tahlil edilebilirdi. İnsandaki her davranı­şın bir tabiî, bir ilmî sebebi olsa gerekti. Yazar, bir ahlâkçı değil anatomi uzmanı gibi gördüklerini söylemekle yetinmeliydi.

Realizm'in Edebî Görüşleri

Bu akım, Romantizm'e tepki olarak doğmuştur ama, Klasisizm'e bir dönüş de­ğildir. Romantizm'in ahlâkçı, lirik ve hayalci görüşlerini reddetmiştir.

Realizm, bilhassa roman ve hikâye akımıdır. İddiaları, bu türlerde görülür. Onlarca roman, his ve hayale kapılmadan, toplum gerçeklerini bir aynada olduğu gibi tarafsız yansıtmalıdır. Dış dünyayı tasvir için, ona sadece bakmak yetişmez. Onu bir tabiat bilgini ve bir hekim gibi gözlemek ve bu gözlem'i vesikalara dayan­dırmak gerekti. Bu gözlem, her şeyin özünü iyice incelemeye yarar. Konuyla ilgi­li vesikaları toplarken hiçbir şeyi unutmamak lâzımdır. Küçük bir unutkanlık, bü­yük hatalara sebep olur, Gezip görmeler, araştırmalar ve toplanan dokümanlar, eser için başlıca kaynaktır. Dolayısıyla vakalar gerçek olmalı, kişiler sahiden ya­şamış bulunmalıdır. Yazıcı, anlatacağı çevreyi (köyü, şehri, deniz kıyısını) evinin içi gibi tanımalıdır. Hakikat hissini vermek için seyrek rastlanır olaylardan da ka­çınmalıdır.

Bu gözlem, sanatçının duygu ve hükümleri karıştırılmadan (gayrışahsî) yapıl­malıdır. Kişilerle birlikte töre ve âdetler yani o kişileri meydana getiren sosyal muhit de gözlenmelidir. Çünkü romancı, dar çerçevelerden, tek kişilerden ayrılıp bir zümre insanlarını veya birbirine benzer bölge, kasaba, mahalle birimlerim an­latmaya yönelmiştir, Onun için orta çapta, "sıradan" kişiler ve mühim olmayan insan zümreleri tercih olunur. Romantikler, nadir görülen olağanüstü tipler üs­tünde dururken bunlar, kalabalıktan ayrı bir özelliği olmayan "vasat" insanları seçerler. His, fikir, yiğitlik tasvirlerinde ortanın üstüne çıkmazlar. Çünkü:

Fazla sivrilmiş adam genel vasıfların dışındadır ve ister istemez gözlem (mü­şahede) üstü kalarak okuyuculara yalan, şişirme sanısı verir. Romantikler her alanda iyilik ve kötülükleriyle dikkati çeken tipleri ele aldıkları hâlde, meselâ Pa­ris'te, çok para kazanan bir hekimi yazmaktansa, taşrada, geçim sıkıntısı çeken önemsiz bir doktoru (Dr. Bovary) seçerler. Zira birincisi tek ve nadirdir. İkincisi­nin birçok benzeri vardır

Realistler'in başı sayılan Gustave Flaubert, bu akımın büyük hikayecisi olan genç Mauppassant'a şu öğütleri vermektedir:

"Her şey görmekten ibarettir. Görmek ama doğru görmek. Üstatların gözüyle değil, kendi gözlerinle ve doğru görebilmek için daha beklemen lazım. Bir sanat­çının orijinalliği, "büyük şeyler"de değil, önce "küçük şeyler"de görülür. Şaheser­ler, basit konular üzerindeki önemsiz ayrıntılardan meydana gelmiştir."

Realistler, töre âdetleri incelemek için, not alma usulüyle çalışır, ayrıca söy­lenti ve belgelere de büyük önem verirler. Çoğu, okuyucularından, günlük hayat­larını belirten hâtıra defterleri ve özel itiraflar istemişlerdir. Bir eser yazmak için, o eserin on misli kalınlıkta notlar hazırlamışlardır. Realizm'in en koyu temsilci­leri olarak vesika'yı romanın belkemiği yapmaya çalışan Goncourt kardeşler (Ju-les ve Edmond) romanı şöyle anlıyorlar:

"Tarih, yazılı vesikalardan meydana getirildiği gibi, bugünkü roman da anla­tılmış veya tabiattan çıkarılmış vesikalarla yazılıyor. Tarihçiler, geçmişin hikâyecileri ise romancılar da şimdiki zamanın tarihçileridir."

Realistler, çevre tasvirine çok değer verirler. Çünkü tasvir, yapılan gözlemle­rin bir sonucudur. Öte yandan çevrenin insan ve olaylar üstündeki etkisine inan­mışlardır. Onlara göre, bazı çevreler, belli insan tiplerinin yaşamasına ve belli va­kaların çıkmasına sebep olmaktadır. İnsanoğlu, çevre, aile, vücut yapısı, mevki, servet, soy, iklim gibi türlü türlü âmillerin bir neticesidir. Bütün bunlar bir çeşit kader gibidir. O hâlde kişilerin başlarından geçmesi mukadder olan vakaları ger­çek şekilde yazmak için çevrenin bütün ayrıntıları tasvir edilmelidir. Kahraman­ların yaşadığı çevre, bize o şekilde tanıtılsın ki, onların, orada mesut veya bed­baht olması, yükselmesi veya çıldırması, sevişmesi ya da intihar etmesi lâzım gel­diğini biz tahmin edelim.

Realist eserde her şey gayrı şahsîdir. Yani romancılar, hikâyeciler kendi duy­gu, düşünce ve görüşlerini eserlerine katmamaya çalışırlar. Romantik yazıcılar, kendilerini bütün duygulan, sevgileri ve nefretleri ile kahramanlarda ve olaylar­da yaşattıkları hâlde Realistler bundan büsbütün sakınırlar. Böyle olunca, tasviri de kendi ağızlan ile değil o çevrede yaşatılan kişilerin gözüyle görüp öyle göster­meye çalışırlar.. Çünkü çevre, herkese göre, her şahsın duyuş, bilgi, görgü seviye­sine göre başka başka anlamlar kazanır, Kıraç ve yoksul bir köy, Parisli biri için çok sıkıcı olabilir, ama o köyde doğup büyümüş bir kimseye hiç de öyle gelmez. Şu hâlde tasvir, kişilerin telâkkisine göre yapılmalıdır.

Realist eserde konu her gün görülebilen basit olaylardır. Nadir vakalara, coş­kun serüvenlere asla yer verilmez. Günlük hayatlar ve ruh hâlleri anlatılır. Hiçbir seçim yapılmadan, bayağı, çirkin, güzel, basit veya alelade olaylar artarda sırala­nır. Yazar, olayın gidişine müdahale etmez, yön vermeye kalkmaz. Hayatın her­hangi bir noktasından başlayan macera, çok kere mesut bir sonuca bağlanmayıp bir ölüm veya yıkımla sonuçlanır.

Realistler, "sanat, sanat içindir" ilkesine sımsıkı bağlıdırlar. Bir romanın roman olmaktan başka amacı yoktur. Bir gül, nasıl sırf açılmak için açılırsa, roman­cı da sırf yazmak için yazar. Bir kimya bilgini, nasıl sırf ilmî bir gerçeği aydınlat­mak için deney yapıyorsa, romancı da öylesine tarafsız çalışmalı ve gözlemlerini hiç bir şey katmadan olduğu gibi ortaya koymalıdır. Yaşatılan kişiler, gerçekteki gibidir. Romancının onları beğenmeye veya kınamaya, onlara istediği karakter veya kaderi yaşatmaya hakkı yoktur. Romancı, anlattığı vakanın gerisinde tama­mıyla silinmek zorundadır.

Romancı, bir ahlâk tasası gütmediği için toplumda ve tabiatta ne gördüyse onu yazar. İstediği güzel veya çirkin her şeyi eserine konu yapabilir. Bunlardan iyi veya kötü bir ders çıkarmak, okuyucuya kalmıştır. Halkta nasıl her türlü ahlâk­sızlık varsa romanda da olabilir. Bunları yazdığı için romancıyı suçlayamayız.

Bizde Hüseyin Rahmi Gürpınar, Realizm'in bu ilkesine uyan görüşlerini şöyle savunmuştur:

"Bugün Natüralizm ve Realizm fenninin sınırları içinde bir hikâye yazmak, bü­yük anlayışa lüzum gösteren derin bir ilimdir. Güneşiyle, havasıyla, sosyal duru­mu ve ahlakıyla, iyi kötü mizaç ve âdetleriyle, hâsılı bütün müesseseleriyle bir muhit alacaksınız. Sonra her tabakadan seçeceğiniz kahramanlarınızın ruhlarına girerek bu faziletli, fesatçı, bilgin, cahil, iyiliksever, alık, akıllı, cani, masum, na­muslu, namussuz, terbiyeli, terbiyesiz, mağdur, gaddar, zalim, mazlum kişileri bir vaka içinde, tabiatta gördüğünüz gibi yaşatacaksınız. Türlü sosyal yaralan aça­caksınız. Frengi, cinnet gibi fecî illetlerin soydan gelen tesirlerini göstereceksi­niz. Tabiple birlikte morga gireceksiniz.Teşhis masasının başında çürümüş etle­ri, sinirleri karıştıracaksınız. Hakikat fenni adına yürüyecek ve insanlardan hiç­bir şey gizlemeyeceksiniz. Gerçek hikâyecilik, bütün ilimleri, fenlen içine alan, her fenalığı, her marazı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüksek bir kud­rettir,

Roman ahlâkın aynasıdır. Onun objektifi, gördüğü manzarayı alır. Gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştiremez. Riya, cahillik ve taassuba âlet ola­rak hakikati diri diri gömdürmeye razı olamaz."

Realistlerin en fazla değer verdikleri şeylerden biri de üslûptur. Hikâyeci Mauppassant, ustası Flaubert'in şu Öğüdünü hatırlamaktadır:

"Söylemek istediğimiz her ne olursa olsun, o şeyi en iyi izah edecek bir keli­me, en iyi canlandıracak bir fiil, en güzel niteleyecek bir sıfat vardır. Şu hâlde, o kelimeyi, o fiili, o sıfatı bulana kadar sabırlıca aramamız lâzımdır."

Onlara göre, güzel ve doğru fikirler, ancak güzel düzgün ve doğru cümleler içinde sunulabilir. Bir eserde öz ile biçim insanda beden ile ruh gibidir. Her ikisi mükemmel olmadıkça, eser değersizdir. Fikre en uygun kelimeler, tam açıklık ve sadelik içinde yerli yerine oturmalı, velhasıl, üslûpta yetkinlik olmalıdır. Realist­ler, Romantizm'in gösterişçi, şatafatlı, fazla hisli, savruk üslûbundan kaçmış; ya­zıda ölçü ve uygunluk gözetmişlerdir. Üslûpta mükemmellik tasası bakımından Klâsikler'e yaklaştıkları söylenebilir.

Realizm'in Başlıca Temsilcileri

Realizm bir roman ve hikâye akımıdır. Bu çığır, şiire hiç el atmamış, tiyatro alanında ise tutunamamıştır. Yalnız roman ve hikâyede, kendisinden sonra gelen­lere silinmez etkiler yaptığı görülür. Çağdaş romanın kurucuları Realistler'dir.

Honore de Balzac (1799-1850) ile Stendhaî (1783-1842) birçok bakımlardan Ro­mantik özellikler taşıdıkları hâlde Realizm'in de öncüleri ve kurucuları sayılırlar. Fakat bu akımın ölümsüz temsilcisi Gustave Flaubert (182M880)'dir. Roman ve hikâyenin bu unutulmaz ustasından başka, yine roman türünde Goncourt kardeş­ler, hikâyede aynı zamanda Naturalist olan Guy de Maupassant (1850-1893), ro­man ve hikâyede Alphonse Daudet (1840-1897) en tanınmış olanlardır.

Türk Edebiyatında Realizm

Bizde Realist romanın ilk belirtileri, esas eğilimleri romantik olan Namık Ke­mâl ve Ahmed Mithat Efendi'de görülür. 19. yüzyıl sonlarında Sergüzeşt adlı ro­manı ile Sâmipaşazâde Sezai bu akımı biraz daha benimsemiştir.

Daha sonra Realizm'i (hatta Natüralizm'i) sistemli şekilde savunan ve tanıtan Beşir Fuad'ı görüyoruz. Servet-i Fünûncular'dan Hüseyin Cahid, Hayat-ı Hakîki­ye Sahneleri isimli eserinde, Goncourt'îann metodunu izlemiştir. Halid Ziya ise, Gustave Flaubert ve Mauppassant'dan geniş ölçüde yararlanmıştır. Realist akıma bağlananlar arasında Hüseyin Rahmi Gürpmafla, Ahmed Rasim'i de saymak ge­rektir. Ancak, bütün ayrıntıları ile Realist diyebileceğimiz hiçbir romancımız yok­tur. 1940'tan sonra Sosyal Realizm çeşidinde eser yazan Orhan Kemal, Kemal Tahir vb. romancılar da Realizm'in bazı özelliklerini sürdürmüşlerdir.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi