REALİST AKIM - AHMET KABAKLI
(Realisme)
Felsefî ve edebî anlamda, dış âlem gerçeğine uyarlık demektir. Realist yazarlar, ister kaba, ister zarif olsun, iyi kötü, güzel çirkin demeksizin, çevreyi, toplumu ve insanı olduğu gibi yansıtmak istemişlerdir. Her türlü romaneski atarak hayatın kendisini vermişlerdir. Ancak bu gerçekçilik "bir kadının vücudunun kalıbını çıkarmak" yahut bir "manzaranın fotoğrafını tesbit etmek" şeklinde değil, eşyanın ve cansız varlıkların fizyonomisi kadar ruhunu ve mânâsını da göstermektir. Burada bütün iş, söz sanatım muhayyileden çıkarıp hayata indirmektir.
Geniş anlamda Realizm tabiatı, toplumu ve olayları, hiçbir seçime tâbi tutmadan yazmaktır. Bu türlü Realizm, sanatta her zaman var olmuştur. Halkı, çevreyi, insanı olduğu gibi anlatan her sanat Realist sayılır. Burada söz konusu edeceğimiz Realist akım ise 1850 ile 1880 arasında, Fransa'da Romantizm'e tepki hâlinde çıkan sanat ve edebiyat görüşleridir.
Realizm'i Hazırlayan Ortam
19. yüzyılın yarısı boyunca, deneysel ilimlerde hızlı gelişmeler oldu. Danvin, Cinslerin Menşei (Les Origine Des Especes) adlı eseri ile hayvanları (canlılar) anlatan yeni kanunlar ve izahlar ortaya attı. Claude Bernard biyolojide ve tıpta, her gerçeğin deney yoluyla ispatlanabileceğim iddia etti. Bu yeni atılımlar, felsefede Positivisme (Pozitifçilik) akımım doğurdu. Her şeyi müsbet ilimle izaha çalışan bu akım, deneye dayanmayan, hayalî ve fizik ötesi olan her şeyi, felsefenin uğraşma alanı dışında saydı.
Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte insanlığın tabiat içinde üç dönem geçirdiğini belirtiyor, buna "üç hâl kanunu" adını veriyordu, Bunlar: a) İlâhi devir, b) Metafizik devir; c) Pozitif devir1 dir. İlk iki hâli aşarak müsbet ilim (pozitif) çağına gelmiş olan insanlık, artık yalnız maddî ve isbatlı şeylere inanabilir. Zaten "Gözlem ve deneyişler dışuıda hakikati doğru olarak anlamaya imkân yoktur." O hâlde deney ve duyumlara bağlanamayan olaylarla uğraşmak boşunadır. Yine Comte "bu yeni sistemin, insanlığı, bünyesine en uygun bir sosyal yapıya, sürükleyeceğini" söylüyordu. Zaten sanayileşen Avrupa'da, birçok yeni ihtilâller, buhranlar, didişmeler baş göstermişti. İktisatta liberalist ve sosyalist görüşler çarpışmaya başlamıştı. İlmin endüstriye uygulanmasından bir alay mesele doğuyordu.
Bu yeni izah ve gelişmeler sanat âleminde yankılar bulmakta ve edebî eserlere tesir etmekte gecikmedi. Romantikler'in mânâ ve ruha verdikleri değere karşılık 1850'de yetişen kuşaklar, her şeyi madde ve gövdeden ibaret görmeğe başladılar. Denebilir ki ilim ile sanat, 19. yüzyıl sonundaki kadar hiçbir devirde kaynaşmamış ve birbiriyle bu kadar alışverişe çıkmamıştır. Sanatta ilmin metot ve kanunlarını izleyerek hakikati bulmak mümkün olduğu inancı genel bir hâl almıştır. Bu yüzden edebiyatçılar, tıbba, biyolojiye ait eserleri dikkatle okumuşlardır. Hippolytîe Taine ve Sainte-Beuve gibi pozitivist tenkidciler, yazarlara deneysel ilimlerin usullerini salık verdiler. Onlara göre hayvanların hayatı, hangi yolla inceleniyorsa, roman kişileri de öyle incelenmeliydi. Sanat eseri, "bir arşlarım kuvveti, bir geyiğin çevikliği" gibi izah olunmalıydı. Çünkü sanatçı, kesin olarak, doğduğu çevrenin, ırkın ve ailenin etkilerini taşıyordu. İyilik ve kötülük bile "şeker ve biber" gibi laboratuvara konulup tahlil edilebilirdi. İnsandaki her davranışın bir tabiî, bir ilmî sebebi olsa gerekti. Yazar, bir ahlâkçı değil anatomi uzmanı gibi gördüklerini söylemekle yetinmeliydi.
Realizm'in Edebî Görüşleri
Bu akım, Romantizm'e tepki olarak doğmuştur ama, Klasisizm'e bir dönüş değildir. Romantizm'in ahlâkçı, lirik ve hayalci görüşlerini reddetmiştir.
Realizm, bilhassa roman ve hikâye akımıdır. İddiaları, bu türlerde görülür. Onlarca roman, his ve hayale kapılmadan, toplum gerçeklerini bir aynada olduğu gibi tarafsız yansıtmalıdır. Dış dünyayı tasvir için, ona sadece bakmak yetişmez. Onu bir tabiat bilgini ve bir hekim gibi gözlemek ve bu gözlem'i vesikalara dayandırmak gerekti. Bu gözlem, her şeyin özünü iyice incelemeye yarar. Konuyla ilgili vesikaları toplarken hiçbir şeyi unutmamak lâzımdır. Küçük bir unutkanlık, büyük hatalara sebep olur, Gezip görmeler, araştırmalar ve toplanan dokümanlar, eser için başlıca kaynaktır. Dolayısıyla vakalar gerçek olmalı, kişiler sahiden yaşamış bulunmalıdır. Yazıcı, anlatacağı çevreyi (köyü, şehri, deniz kıyısını) evinin içi gibi tanımalıdır. Hakikat hissini vermek için seyrek rastlanır olaylardan da kaçınmalıdır.
Bu gözlem, sanatçının duygu ve hükümleri karıştırılmadan (gayrışahsî) yapılmalıdır. Kişilerle birlikte töre ve âdetler yani o kişileri meydana getiren sosyal muhit de gözlenmelidir. Çünkü romancı, dar çerçevelerden, tek kişilerden ayrılıp bir zümre insanlarını veya birbirine benzer bölge, kasaba, mahalle birimlerim anlatmaya yönelmiştir, Onun için orta çapta, "sıradan" kişiler ve mühim olmayan insan zümreleri tercih olunur. Romantikler, nadir görülen olağanüstü tipler üstünde dururken bunlar, kalabalıktan ayrı bir özelliği olmayan "vasat" insanları seçerler. His, fikir, yiğitlik tasvirlerinde ortanın üstüne çıkmazlar. Çünkü:
Fazla sivrilmiş adam genel vasıfların dışındadır ve ister istemez gözlem (müşahede) üstü kalarak okuyuculara yalan, şişirme sanısı verir. Romantikler her alanda iyilik ve kötülükleriyle dikkati çeken tipleri ele aldıkları hâlde, meselâ Paris'te, çok para kazanan bir hekimi yazmaktansa, taşrada, geçim sıkıntısı çeken önemsiz bir doktoru (Dr. Bovary) seçerler. Zira birincisi tek ve nadirdir. İkincisinin birçok benzeri vardır
Realistler'in başı sayılan Gustave Flaubert, bu akımın büyük hikayecisi olan genç Mauppassant'a şu öğütleri vermektedir:
"Her şey görmekten ibarettir. Görmek ama doğru görmek. Üstatların gözüyle değil, kendi gözlerinle ve doğru görebilmek için daha beklemen lazım. Bir sanatçının orijinalliği, "büyük şeyler"de değil, önce "küçük şeyler"de görülür. Şaheserler, basit konular üzerindeki önemsiz ayrıntılardan meydana gelmiştir."
Realistler, töre âdetleri incelemek için, not alma usulüyle çalışır, ayrıca söylenti ve belgelere de büyük önem verirler. Çoğu, okuyucularından, günlük hayatlarını belirten hâtıra defterleri ve özel itiraflar istemişlerdir. Bir eser yazmak için, o eserin on misli kalınlıkta notlar hazırlamışlardır. Realizm'in en koyu temsilcileri olarak vesika'yı romanın belkemiği yapmaya çalışan Goncourt kardeşler (Ju-les ve Edmond) romanı şöyle anlıyorlar:
"Tarih, yazılı vesikalardan meydana getirildiği gibi, bugünkü roman da anlatılmış veya tabiattan çıkarılmış vesikalarla yazılıyor. Tarihçiler, geçmişin hikâyecileri ise romancılar da şimdiki zamanın tarihçileridir."
Realistler, çevre tasvirine çok değer verirler. Çünkü tasvir, yapılan gözlemlerin bir sonucudur. Öte yandan çevrenin insan ve olaylar üstündeki etkisine inanmışlardır. Onlara göre, bazı çevreler, belli insan tiplerinin yaşamasına ve belli vakaların çıkmasına sebep olmaktadır. İnsanoğlu, çevre, aile, vücut yapısı, mevki, servet, soy, iklim gibi türlü türlü âmillerin bir neticesidir. Bütün bunlar bir çeşit kader gibidir. O hâlde kişilerin başlarından geçmesi mukadder olan vakaları gerçek şekilde yazmak için çevrenin bütün ayrıntıları tasvir edilmelidir. Kahramanların yaşadığı çevre, bize o şekilde tanıtılsın ki, onların, orada mesut veya bedbaht olması, yükselmesi veya çıldırması, sevişmesi ya da intihar etmesi lâzım geldiğini biz tahmin edelim.
Realist eserde her şey gayrı şahsîdir. Yani romancılar, hikâyeciler kendi duygu, düşünce ve görüşlerini eserlerine katmamaya çalışırlar. Romantik yazıcılar, kendilerini bütün duygulan, sevgileri ve nefretleri ile kahramanlarda ve olaylarda yaşattıkları hâlde Realistler bundan büsbütün sakınırlar. Böyle olunca, tasviri de kendi ağızlan ile değil o çevrede yaşatılan kişilerin gözüyle görüp öyle göstermeye çalışırlar.. Çünkü çevre, herkese göre, her şahsın duyuş, bilgi, görgü seviyesine göre başka başka anlamlar kazanır, Kıraç ve yoksul bir köy, Parisli biri için çok sıkıcı olabilir, ama o köyde doğup büyümüş bir kimseye hiç de öyle gelmez. Şu hâlde tasvir, kişilerin telâkkisine göre yapılmalıdır.
Realist eserde konu her gün görülebilen basit olaylardır. Nadir vakalara, coşkun serüvenlere asla yer verilmez. Günlük hayatlar ve ruh hâlleri anlatılır. Hiçbir seçim yapılmadan, bayağı, çirkin, güzel, basit veya alelade olaylar artarda sıralanır. Yazar, olayın gidişine müdahale etmez, yön vermeye kalkmaz. Hayatın herhangi bir noktasından başlayan macera, çok kere mesut bir sonuca bağlanmayıp bir ölüm veya yıkımla sonuçlanır.
Realistler, "sanat, sanat içindir" ilkesine sımsıkı bağlıdırlar. Bir romanın roman olmaktan başka amacı yoktur. Bir gül, nasıl sırf açılmak için açılırsa, romancı da sırf yazmak için yazar. Bir kimya bilgini, nasıl sırf ilmî bir gerçeği aydınlatmak için deney yapıyorsa, romancı da öylesine tarafsız çalışmalı ve gözlemlerini hiç bir şey katmadan olduğu gibi ortaya koymalıdır. Yaşatılan kişiler, gerçekteki gibidir. Romancının onları beğenmeye veya kınamaya, onlara istediği karakter veya kaderi yaşatmaya hakkı yoktur. Romancı, anlattığı vakanın gerisinde tamamıyla silinmek zorundadır.
Romancı, bir ahlâk tasası gütmediği için toplumda ve tabiatta ne gördüyse onu yazar. İstediği güzel veya çirkin her şeyi eserine konu yapabilir. Bunlardan iyi veya kötü bir ders çıkarmak, okuyucuya kalmıştır. Halkta nasıl her türlü ahlâksızlık varsa romanda da olabilir. Bunları yazdığı için romancıyı suçlayamayız.
Bizde Hüseyin Rahmi Gürpınar, Realizm'in bu ilkesine uyan görüşlerini şöyle savunmuştur:
"Bugün Natüralizm ve Realizm fenninin sınırları içinde bir hikâye yazmak, büyük anlayışa lüzum gösteren derin bir ilimdir. Güneşiyle, havasıyla, sosyal durumu ve ahlakıyla, iyi kötü mizaç ve âdetleriyle, hâsılı bütün müesseseleriyle bir muhit alacaksınız. Sonra her tabakadan seçeceğiniz kahramanlarınızın ruhlarına girerek bu faziletli, fesatçı, bilgin, cahil, iyiliksever, alık, akıllı, cani, masum, namuslu, namussuz, terbiyeli, terbiyesiz, mağdur, gaddar, zalim, mazlum kişileri bir vaka içinde, tabiatta gördüğünüz gibi yaşatacaksınız. Türlü sosyal yaralan açacaksınız. Frengi, cinnet gibi fecî illetlerin soydan gelen tesirlerini göstereceksiniz. Tabiple birlikte morga gireceksiniz.Teşhis masasının başında çürümüş etleri, sinirleri karıştıracaksınız. Hakikat fenni adına yürüyecek ve insanlardan hiçbir şey gizlemeyeceksiniz. Gerçek hikâyecilik, bütün ilimleri, fenlen içine alan, her fenalığı, her marazı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüksek bir kudrettir,
Roman ahlâkın aynasıdır. Onun objektifi, gördüğü manzarayı alır. Gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştiremez. Riya, cahillik ve taassuba âlet olarak hakikati diri diri gömdürmeye razı olamaz."
Realistlerin en fazla değer verdikleri şeylerden biri de üslûptur. Hikâyeci Mauppassant, ustası Flaubert'in şu Öğüdünü hatırlamaktadır:
"Söylemek istediğimiz her ne olursa olsun, o şeyi en iyi izah edecek bir kelime, en iyi canlandıracak bir fiil, en güzel niteleyecek bir sıfat vardır. Şu hâlde, o kelimeyi, o fiili, o sıfatı bulana kadar sabırlıca aramamız lâzımdır."
Onlara göre, güzel ve doğru fikirler, ancak güzel düzgün ve doğru cümleler içinde sunulabilir. Bir eserde öz ile biçim insanda beden ile ruh gibidir. Her ikisi mükemmel olmadıkça, eser değersizdir. Fikre en uygun kelimeler, tam açıklık ve sadelik içinde yerli yerine oturmalı, velhasıl, üslûpta yetkinlik olmalıdır. Realistler, Romantizm'in gösterişçi, şatafatlı, fazla hisli, savruk üslûbundan kaçmış; yazıda ölçü ve uygunluk gözetmişlerdir. Üslûpta mükemmellik tasası bakımından Klâsikler'e yaklaştıkları söylenebilir.
Realizm'in Başlıca Temsilcileri
Realizm bir roman ve hikâye akımıdır. Bu çığır, şiire hiç el atmamış, tiyatro alanında ise tutunamamıştır. Yalnız roman ve hikâyede, kendisinden sonra gelenlere silinmez etkiler yaptığı görülür. Çağdaş romanın kurucuları Realistler'dir.
Honore de Balzac (1799-1850) ile Stendhaî (1783-1842) birçok bakımlardan Romantik özellikler taşıdıkları hâlde Realizm'in de öncüleri ve kurucuları sayılırlar. Fakat bu akımın ölümsüz temsilcisi Gustave Flaubert (182M880)'dir. Roman ve hikâyenin bu unutulmaz ustasından başka, yine roman türünde Goncourt kardeşler, hikâyede aynı zamanda Naturalist olan Guy de Maupassant (1850-1893), roman ve hikâyede Alphonse Daudet (1840-1897) en tanınmış olanlardır.
Türk Edebiyatında Realizm
Bizde Realist romanın ilk belirtileri, esas eğilimleri romantik olan Namık Kemâl ve Ahmed Mithat Efendi'de görülür. 19. yüzyıl sonlarında Sergüzeşt adlı romanı ile Sâmipaşazâde Sezai bu akımı biraz daha benimsemiştir.
Daha sonra Realizm'i (hatta Natüralizm'i) sistemli şekilde savunan ve tanıtan Beşir Fuad'ı görüyoruz. Servet-i Fünûncular'dan Hüseyin Cahid, Hayat-ı Hakîkiye Sahneleri isimli eserinde, Goncourt'îann metodunu izlemiştir. Halid Ziya ise, Gustave Flaubert ve Mauppassant'dan geniş ölçüde yararlanmıştır. Realist akıma bağlananlar arasında Hüseyin Rahmi Gürpmafla, Ahmed Rasim'i de saymak gerektir. Ancak, bütün ayrıntıları ile Realist diyebileceğimiz hiçbir romancımız yoktur. 1940'tan sonra Sosyal Realizm çeşidinde eser yazan Orhan Kemal, Kemal Tahir vb. romancılar da Realizm'in bazı özelliklerini sürdürmüşlerdir.
AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ
- << Önceki
- Sonraki