Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ALİ SUAVİ OLAYI

Abdülaziz zamanında Avrupa’ya gitmiş olan İslam bilginlerinin en olgunlarından Yüce Devlet büyüklerinin en üstünlerinden Ali Suavi Efendi, Abdülhamit’in tahta çıkışının arkasından İstanbul’a gelmiş ye bir süre mabeyinde kaldıktan sonra Galatasaray Sultanisi müdürlüğüne atanmıştı. Bugüne kadar bilinemeyen nedenlerden dolayı bir süre sonra adı geçen okul Müdürlüğünden azlolundu. Kendisi tanınmış Osmanlı yazarından olup kendilerini pek iyi tanıdığım için ara sıra evlerine gidip Basiret’e konulmak üzere felsefe ve siyaset üzerine yazılarını alır ve gazetede yayınlardım. Bin iki yüz doksan dört yılı mayısının yirmi birinci cumartesi günü akşam üzeri adı geçenden uşağı aracılığıyla bir not aldım. Sözünü ettiğim notta aynen şu sözler yazılı idi:

“Yüce Devletin dış politikası şu sırada birtakım güçlüklere rastlamış ise de bunun iyi biçimde düzelmesi yolu olanaksız değildir. Pazartesi günü gazeteniz ile yayınlayacağım yazının okunmasını iş başında bulunanlara ve bütün halka salık veririm.” idi

Bu notu kendilerinin isteğine uyarak aynen ve imzası altında Basiret’e koyduk. Bütün halk, pazartesi günü için Ali Suavi’nin önemli siyasi yazısını bekliyordu.

Mayısın yirmi üçüncü pazartesi günü Flibe ve Hasköy ve diğer rumaeli halkından beş altı yüz, bir söylentiye göre bin göçmenle birlikte Ali Suavi Efendi Çırağan Sarayı’na saldırıp Sultan Murad'ı oradan alarak ve “Padişahım çok yaşa bağrışlarını göklere çıkararak Serasker kapısına götürüptahta çıkarma girişiminde bulundular ise de Ali Suavi Efendi’nin düzenlenmesine göre bu işte görev almak üzere hazırlanmış olan Taşkışla taburları, göçmenleri biraz önce saldırmış ve işe başlamış olmalarından dolayı yardım yerine karşı koymaya zorlandıklarından ve o zaman Beşiktaş zabıtasında görevli ve sonradan müşir olan Hasan Paşa beraberindeki zaptiyelerle yetiştiğinden, iki yüzden fazla göçmen vurulup öldürüldüğü gibi saraya girmiş ve karşılaştıkları ansızın saldırı üzerine pencereden dışarı atlamakta bulunmuş olan Ali Suavi Efendi’yi bizzat Hasan Paşa sopa ile başına vurarak cansız yere sermiş olduğundan uzun uzun tartışmadan ve plan sonucu olan bu girişim böylece başarısız kalmış ve Abdülhamid’in can yakmalarına ayrıca bir neden fırsat yaratmıştır.

Çırağan yakınlarında vurulup öldürülen göçmenler dışında asker ve zaptiyeler eliyle yakalanan iki yüz kadarı Yıldız Sarayı’na getirilerek tutuklanıp hapse atıldığı gibi derhal İstanbul’da Sultan Murad hazretlerinin kölelerinden ve yakınlarından ne kadar kişi varsa tümü birer birer toplanılarak ve Yıldız’a götürülerek hapsolunmuşlardır.

Bu olayın iç yüzünü incelemek üzere Mabeyin Başkâtibi Sait Bey’in (bir önceki Sadrazam Sait Paşa) başkanlığı altında Sadrazam Sadık Paşa ve vekiller heyeti ye bazı müşirlerden oluşan bir komisyon kurulup işe başlattırıldı.

(Basıretçi Ali Efendi, İstanbul’da Elli Yıllık Önemli Olaylar)

 

Bu metinde tarihi bir olay olan Ali Suavi’nin öldürülüşü anlatılmaktadır. Bu metinden merkezi otorite olan saraya karşı yapılan bir girişimin sonuçsuz kaldığı anlaşılmaktadır. Okuyanı bilgilendirmek amaçlandığından bu, öğretici bir metindir. Okuyanlar, Ali Suavi’nin nasıl öldürüldüğünü öğrenmiş olurlar. Zaten Basiretçi Ali Efendi bu metni, olayı okura iletmek amacıyla yazmıştır.

 İLGİLİ İÇERİK

SERVET-İ FÜNÛN İLE TANZİMAT ROMANININ KARŞILAŞTIRILMASI

TANZİMAT EDEBİYATI ÖSS/ÖYS/LYS SORULARI

TANZİMAT EDEBİYATI BULMACA

TANZİMAT EDEBİYATININ OLUŞUMU

TANZİMAT TİYATROSU

TANZİMAT I.DÖNEM ve II.DÖNEMİN DİL ANLAYIŞLARI

TANZİMAT EDEBİYATI TEST

TANZİMAT I. DÖNEM SANATÇILARI

TANZİMAT II. DÖNEM SANATÇILARI

TANZİMAT EDEBİYATI (1860-1896)


ŞİİR

Edebiyat, beliğ sözler ise şiir en beliğ sözlerdir. Şiir, edebiyatın en müntehap parçaları olduğundan, her şiir edebiyattan ma’dud olduğu halde, her edebiyattan ma’dud olan söz şiir olamaz.

Şiir hem nazım hem nesir kisvesinde tecelli edebilir. Bir söze, manzum olduğu için "şiirdir” denilemeyeceğı gibi mensur olduğu için “şiir değildir” de     denilemez. Şu kadar var ki, ekseriyet üzre tabiat manzum olan şiire mensur olan şiirden ziyade meyleder. Mesela latif bir fikir, nesir ile şiir denilecek surette ifade olunursa, yine o fikir nazım ile kezâlik şiir denilecek surette beyan edilse, tabiat nazma nesirden ziyade müncezip olur. Bu da nazımdaki o tabiat nevâzaheng-i mahsustan ileri gelir. Kafiye ise nazımın ziver-i cazibe efzâsıdır. Bunun içindir ki kafiyeli nazım kafiyesiz nazımdan ziyade sevilir.

Zannederiz ki şiirin öteden beri bazı kuyûd-ı saire ile beraber "Mevzun, mukaffa söz” diye tarif olunması beyan olunduğu üzere tabiatın kelâm-ı manzumu kelâm-ı mensura, kafiyeli nazmı kafiyesiz nazma tercih etmek istidadında bulunmasından neş’et etmiştir. Yoksa şiirin mutlaka mevzun, mukaffa olması için lüzum-ı hakiki yoktur.

Biz alelûmum beliğ sözlere “edebiyat” demekle beraber bunların ziyade beliğ olanlarına “şiir" diyoruz. Manzum veya mensur olmasını kaydetmiyoruz. Maahaza şiir denilebilecek bir sözün mensur olmasına nisbetle manzum olmasından ziyade zevkyâb olduğunuzu itiraf eyliyoruz.

(Muallim Naci Islahat-ı Edebiye)

Günümüz Türkçesiyle

Edebiyat, güzel sözler demek ise, şiir en güzel sözler demektir. Şiir, edebiyatın en seçkin parçası olduğu için her şiir edebiyatın sınırları içindedir, ancak edebiyatın sınırları içinde yer alan her söz şiir değildir.

Şiir, hem nazım hem nesir görünümünde ortaya çıkabilir. Bir söze şiir biçiminde yazıldığı için “şiir" denemeyeceği gibi, düzyazı biçiminde olduğu için “şiir değildir” de denemez. Şu kadarını söyleyebilirim ki çoğunluk alışkanlık gereği, manzum olan şiire, düzyazıya yaklaşan şiirden daha çok ilgi gösterir. Örneğin güzel bir fikir, düzyazı ve şiir denebilecek biçimde ortaya konmuşsa, yine o fikir nazım ile yine öyle şiir denecek biçimde ortaya konsa, doğal olarak nazma düzyazıdan daha çekici gelir. Bu da nazımdaki alışkanlık yapan kendine özgü ahenkten kaynaklanır. Kafiye ise nazımın çekiciliğini artıran bir süsüdür. İşte bunun içindir ki kafiyeli nazım, kafiyesiz nazımdan daha çok sevilir.

Zannederiz ki şiirin öteden beri bazı bilinen özellikleri ile beraber “vezinli, kafiyeli söz” biçiminde açıklanması, insanların alışkanlıkla manzum sözleri, mensur sözlere; kafiyeli nazmı, kafiyesiz nazma tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa şiirin mutlaka vezinli, kafiyeli olmasına gerek yoktur.

Biz, genellikle güzel sözlere “edebiyat" diyoruz, bunun yanında daha güzel olanlarına “şiir” diyoruz. Şiir veya düzyazı biçiminde yazılmasını kastetmiyoruz. Bununla birlikte şiir denebilecek bir sözün düzyazı olması biçiminde değil şiir biçiminde yazılması bizi daha çok mutlu ediyor.

 

Makale özelliği gösteren bu metinde Muallim Naci, şiir ve edebiyat üzerine düşüncelerini açıklamıştır. Metindeki anlam kümeleri birbirini destekleyici niteliktedir. Makale yazarı, düşüncelerini kanıtlamak amacıyla yazıya döker. Muallim Naci de“şiirin ne Olduğu”yla ilgili düşüncelerini bu metinde aktarıyor,

 

TAKDİR-İ ELHAN’dan

Her güzel şey şiirdir: Ormanlarda kuşların hazin hazin ötüşü, derelerde suların latif latif çağlayışı, hatta dağlarda kavalların garip garip aksedişi şiir olduğu gibi, bir suhan-verin, bir musiki-perlerverinakvâl ve nagamât-ı mevzuûnesi içinde tabiata muavıfık... ervaha nafiz ve müessir olanlar da şiirdir.

Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım gelmez... Her şiir mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi. Ancak her şiir, Cenab-ı Hakk’ın tabiat-ı eşyada, yani cemâdda... nebatat... tuyûrda... vuhuşta... gökte... yerde ve alel-husus insan-ı manevide (ki fıtrat-ı beşerde demek isterim) gösterdiği bazen garip, bazen latif, bazı vakit müdhiş, bazı vakit menfur ve fakat her halde câlib-ı dikkat ü hayret olmak üzere gösterdiğevza ve etvâr ve hasâis ve ahvâle muvafık veya hiç olmazsa mütekârib olmalıdır.

 (Recaizade Mahmut Ekrem, Takdir-i Elhan)

 

Günümüz Türkçesiyle

Her güzel şey şiirdir. Ormanlarda kuşların hazin hazin ötüşü, derelede suların güzel güzel çağlayışı, hatta dağlarda kavalların sesinin garip garip yankılanması şiir olduğu gibi, bir söz ustasının, bir müzikseverin sözleri ve vezinli nağmeleri içinde doğaya uygun... ruha işleyen ve etki edenler de şiirdir.

Her vezinli ve kafiyeli söz, şiir anlamına gelmez. Her şiirin, vezinli ve kafiyeli olması gerekmediği gibi. Ancak her şiir, yüce Allah’ın eşyamın tabiatında, yani cansı varlıklarda, bitkilerde, kuşlarda, vahşi hayvanlarda, gökte, yerde ve özellikle insanın yaradılışında gösterdiği bazen garip, bazen güzel, bazen dehşetli, bazen nefret edilecek fakat her durumda hayret verici ve dikkat çekici olmak üzere gösterdiği durum ve davranışlar ve özellikler ve duruma uygun veya hiç olmazsa yakın olmalıdır.

Şiir resim gibidir: Örneğin bir mehtab gecesi manzarasından söz ederken, bu manzaranın her yanını apaçık ve parlak bir biçimde gösteren bir tasvir bölümüne -alışılmışın dışında olduğu için- sanatın anlaşılması güç yönlerini bilen bir kişi ilgi göstermez. İşte bunun gibi kediden köpekten korkup da annesinin yanına gitmek için bağırmaya başlayan üç yaşında bir çocuğa seksen yaşında bir adamın bile kolayca söylemeyeceki birtakım sözler söylettiren bir manzume dahi - gerçeğe aykırı olduğu için- edebiyatın güzelliklerini seven birinin yanında dikkate değer görülmez.

Ancak güzel sanatlar ürünlerinin o türlü kusur ve eksikliklerini belirlemek, sanat zevkine sahip olmakla mümkündür. O yüce özelliklerden yoksunsa sanat eserlerindeki incelikleri ortaya çıkaran eleştirmenlere, bu ayrıntıyı anlatmak olası değildir.

 

Bir önceki metinde Muallim Naci, şiirle ilgili düşüncelerini açıklamıştı. Bu metinde de Recaizade Mahmut Ekrem, şiirle ilgili düşüncelerini açıklamıştır. Görüldüğü gibi aynı konu farklı şairler tarafından dile getirilmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem’in “Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım gelmez...” sözü, şairin şiirle ilgili düşüncelerini ortaya koymaktadır. Muallim Naci de bu yönde düşünceler belirtmiştir.

 


ŞİİR VE İNŞÂ

Şiir her kavimde tabiîdir. Rûy-ı arza ne kadar milel ü akvam gelmişse, cümlesinin kendilerine mahsus şiirleri vardır. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef’i divanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezecdenmahbûn ve muhbiskasâid ü gazelliyyât ve kıt’aât ü mesneviyât mıdır? Yoksa Hâce ve Itrî gibi musikişinâsânınrabt-ı makamat eyledikleri Nedim ve Vasıf şarkıları mıdır? Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Zira görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri şuarâ-yı İran’a ve şuarâ-yı İran dahi Araplara taklid ile melez bir şey yapılmıştır.

…..

İnşa yolunda da hal tamamıyle böyle olmuştur. Münşeat-ı Feridun ve âsâr-ı VeysîvüNergisîvesairmünşeât-ı mutebere ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz.

…..

Vakıa şiir ve inşânın bu hale girmesi bu asrın yapması değildir. Acemler kabul-i İslâmiyetten sonra, ulûm-ı şer’iyyeyi tahsil için lisan-ı Arabın tahsiline düştükleri sırada kendi lisanlarının şiir ve inşaâsını dahi ana taklid ettikleri gibi, biz de bidâyet-i teessüs-i devlet-i Osmaniyyede İran ulemâsını celbe muhtaç olduğumuzdan, anların terbiyesi üzre kendi lisanımızı bırakıp Acem şivesine taklidhatâsına düşmüşüzdür. Ve ulemâ-yıRûm’un bu hususta ettikleri ihmal ü kusur affolunmaz bir hatâdır. Zira ben-i âdem arasında medâr-ı teâti-i efkâr lisandır. Bir milletin lisanı kavâd-i mazbuta altına alınmayıp her eline kalem alan kimsenin keyfine mutabaât eder ve hâl-i tabiîsinden çıkarsa ol millet beyninde vasıta-i muâmelât bozulmuş demek olur.

 

(Ziya Paşa)

Günümüz Türkçesiyle

Şiir her kavimde tabiidir. Yeryüzüne ne kadar millet ve kavim gelmişse, hepsinin kendilerine özgü şiirleri vardır. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef’i divanlarındagördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itri gibi müzisyenlerin besteledikleri Nedim ve Vasıf şarkıları mıdır? Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünkü görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri İran şairlerini ve İranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır.

Nesir yolunda da hal bütünüyle böyle olmuştur. Ferudun’unMünşeat’ı, Veysi ve Nergisi’nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz.

Gerçek şu ki şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devirde olan bir şey değildir. Acemler İslamiyet'i kabulden sonra şeriat ilmini öğrenmek için Arap dilini öğrenmeye başladıkları sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk zamanlarında İran bilginlerini getirmeye muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür. Ve Osmanlı bilginlerinin bu konudaki savsaklama ve kusuru bağışlanmaz bir yanlıştır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alışverişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabii halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı ilişkiler, iletişim bozulmuş demek olur.

Bu metin, Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşa” makalesinden alınmıştır. Türk edebiyatındaki ilk makale örneklerinden biridir “Şiir ve İnşa’’. Ziya Paşa, bu makalesinde Divan edebiyatını eleştirmiş, Halk edebiyatını ise övmüştür. Metnin ilk bölümünde “Necati, Baki, Nef’i gibi” şairlerin isimlerini vermiş, sonra da bunların yazdıklarının Osmanlı şiiri olmadığını belirtmiştir. Metnin ilerleyen bölümlerinde ise Osmanlı şiirini, “Bizim şiirimiz, hani şairlerin nâ-mevzun diye beğenmedikleri avam şarkıları ve taşralarda ve çöğür şairleri arasında ‘deyiş ve üçleme ve kayabaşı’ tabir olunan nazımlardır.” sözleriyle ortaya koymuştur. Yani Osmanlı şiirinin Halk şiirinde gizli olduğunu belirtmiştir.

 

 


TAHRİB-İ HARABAT

 

Eslâfda Ahmed ü Necatî 

Avâre-i dilşikeste Zatî 

Türkî suhana temel komuşlar 

Gerçi, temeli güzel komuşlar

yolunda olan ifadât-ı seniyyelerinin tarih-i edebiyatımızla hiç muvafakati var mıdır? Hazret-i Mevtana ve Sultan Veled ne cihetle unutulmuş? Mevlid’inin her beyti sehl-i mümteni addolunan Süleyman Dede niçin tahattur buyrulmamış? Şahidî’nin Türkî âsârı acaba manzûr-ı devletleri olmamış mıdır? Hatta Nafiz’in müntehabatında bile bir gazeli vardır. Yahut Ahmed ve Necâtî ve Zatî dünyaya bu saydığım zatlardan mukaddem mi gelmişlerdir?

Şiirin mükessib-i ahlâk olduğunu dünyâda kim iddia etmiş? Ve hususiyle tiyatroların mekteb-i hikmet olduğuna kim zâhib olmuş ki?

Lâkin böyle eserlerin heb 

Ahlâk-ı umûma sanma mekteb

buyuruluyor. Tiyatronun bir eğlence olduğunu ve fakat fâideli eğlencelerden bulunduğunu üdebâmız bi’d-defa’at umûmun nazar-ı tedkikine arz etmişlerdi. Mamafih şimdi şunu diyebiliriz ki umumun ahlâkına Avrupa tiyatroları mektep olmayınca Hârâbat hiçbir vakitte ahlâk öğretir bir kitap olamaz; çünkü derûnunda mevcûd olan Türkî kasâidin hiç olmazsa nısfı umûmun salâbet ve terbiyetini ifsâd husûsunca “Palais Royaleln en şenî farslarından aşağı değildir.

Fuzulî için tanzim buyurulan:

Yanıktır o âşıkın kitabı 

Nazmından kokar ciğer kebabı

beytini okudukça kendimi Harâbât’da değil, Bahçekapısı lokantalarında zannediyorum. Af buyurursunuz amma şu “ciğer kebabı" mazmununa ne kokmuş söz, ne iğrenç tasavvur! demekten bir türlü kendimi alamayacağım. Fuzulî Divan’ını kedi yavruları için mi söylemiş; yoksa Arnavudların “Manda yuttu” dedikleri meşhur kitap mıdır?

Günümüz Türkçesiyle

Eskilerden Ahmed ve Necati 

Gönlü kırık ve serseri Zati 

Türkçe söyleyişe temel koymuşlar 

Gerçi temeli güzel koymuşlar

biçimindeki yüksek ifadeler, edebiyat tarihimiz için hiç uygun mudur? Hazreti Mevtana ve Sultan Veled niye unutulmuş? Her beyti kolay söylenmiş izlemini veren ancak zor söylenen bir eser olan “Mevlid”in sahibi Süleyman Dede (Süleyman Çelebi) niçin unutulmuş? Şahidi’nin Türkçe eserleri beğenilmemiş midir? Hatta Nafiz’in antolojisinde bile bir gazeli vardır. Yahut Ahmed ve Necati ve Zati, dünyaya bu saydığım kişilerden daha önce mi gelmiştir?

Şiirin huy edinildiğini yeryüzünde kim iddia etmiş? Ve özellikle tiyatroların hikmet veren bir okul olduğuna kim inanmış ki?

Lâkin böyle eserlerini hepsini 

Halkın ahlakına okul olur sanma

buyuruluyor. Tiyatronun bir eğlence olduğunu ve fakat yararlı eğlencelerden olduğunu edebiyatçılarımız defalarca toplumun görüşlerine sunmuşlardır. Bununla birlikte şimdi şunu diyebiliriz ki toplumun ahlakına Avrupa tiyatroları bir okul olmayınca Hârâbat, hiçbir zaman ahlaki bilgiler öğreten bir kitap olamaz; Çünkü içinde bulunan Türk edebiyatına ait kasidelerin hiç olmazsa yarısı toplumun ahlak ve terbiyesini bozmada “Palais Royale”in en kötü farslarından (bir tür tiyatro oyunu) aşağı değildir.

Fuzulî için söylenen:

Yanıktır o âşıkın kitabı 

Şiirinden kokar ciğer kebabı

beytini okudukça kendimi Harâbât’ta değil, Bahçekapısı lokantalarında zannediyorum. Af buyurursunuz amma şu “ciğer kebabı” ifadesine ne kokmuş söz, ne iğrenç düşünce demekten bir türlü kendimi alamayacağım. Fuzulî Divan’ını kedi yavruları için mi söylemiş; yoksa Arnavudların “Manda yuttu” dedikleri ünlü kitap mıdır?

***

Tahrib-i Harabat, Namık Kemal’in eleştiri türündeki eseridir. Yazar, bu eserinde Ziya Paşa’yı eleştirmektedir. Ziya Paşa, 1868‘de Hürriyet’te yayımladığı ünlü “Şiir ve İnşa” makalesinde, Türk edebiyatının çağdaş bir düzeye erişmesini, gerçek Türk edebiyatı olan Halk edebiyatının bu yenileşmede temel alınması gerektiğini savunmuştur. 1874’te çıkardığı Harâbat adlı Divan şiiri antolojisinin ön sözünde ise Halk edebiyatını küçümseyerek Divan edebiyatını övdüğü görülür. Onun bu çelişkili tutumu yeni bir Türk edebiyatı oluşturmak için birlikte yola çıktıkları Namık Kemal’in tepkisini çeker. Namık Kemal de Ziya Paşa’nın Harabat’ına karşılık Tahrib-i Harabat’ı yazar.

Metinde görüldüğü gibi Namık Kemal, Ziya Paşa’nın Harabat adlı eserinden şiir örneklerini almış ve bunları eleştirmiştir. Bu, esere dayalı eleştiri olması bakımından önemlidir.

İlk bölümdeki dizelerde Divan şairlerinden olan Ahmedî, Necâtî ve Zâtî'nin, şiirde Türkçe söyleyişe büyük katkılar sağladığı belirtilmiştir. Namık Kemal, bu görüşe katılmadığını açık açık ortaya koymuştur. Bu şairlerden önce yaşayan Mevlana, Sultan Veled, Süleyman Çelebi gibi şairlerin unutulmasını eleştirmiştir.

İkinci bölümdeki dizelerde tiyatro eserlerinin bir ahlak kitabı olmadığı üzerinde durulmuştur. Namık Kemal, bu düşüncenin söylenmeye bile gerek olmadığını belirtmiştir. Çünkü ona göre tiyatro zaten, bir eğlence aracıdır. Üstelik tiyatronun ahlak öğreticisi olmadığını edebiyatçılarımız da söylemişlerdir.

Üçüncü bölümde ise yazar, Harabat ismini kullanarak eleştirilerini açıkça ortaya koymuştur. Eleştirilerden hem Ziya Paşa hem de Fuzuli nasibini almıştır.

Yer yer ağır ve anlaşılmaz ifadeler kullanılsa da genel itibariyle bu metin dil ve anlatım yönünden anlaşılır düzeydedir. Metinde “sehl-i mümteni, fars” gibi edebiyat terimleri kullanılmıştır, “addolunmak, âsâr, zâhib, salabet” gibi sözcükler günümüz Türkçesi düşünüldüğünde anlaşılması zor ifadelerdir.

Yine bu eleştirinin ana konusu da aslında Tanzimat döneminin yaygın düşüncesi olan Divan edebiyatına karşı çıkıştır. Namık Kemal ve öteki Tanzimat sanatçıları, yeni bir edebiyat ortaya koymanın eskiyi, yani Divan şiirini ortadan kaldırmakla mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için de eserleriyle mücadele içine girmişlerdir. İşte Tahrib-i Harabat, bir yönüyle bu mücadelenin bir ürünü sayılabilir.

 


ÖMER’İN ÇOCUKLUĞU’ndan

Birader bana okuyup yazmak cihetlerince pek çok muavenette bulundu. Uhuvvete bir de hakk-ı ta'lîm ilâve eyledi. Parmaklarımı ihtimam ile düzeltir, kalem nasıl tutulmak lâzım geleceğini güzel güzel tarif ederdi. Mektebimizde bizim gibi çocuklara kafiyen Türkçe ders verilmezdi. Kuran-ı Kerîm’i hatmetmiş olduğum halde mektepte Türkçe bir kelime bile okumamıştım! Hâlbuki birader bana evde “İlm-i hal” ve “Birgivî Risalesi" okuturdu. Bir parça Türkçe okumağa o sayede alışmıştım.

Bir aralık, evde elime Türkçe basma bir kitap geçti. İbrahim Edhem (Kuddise sırruhu) ile oğlunun hikâyesini şamildi. Hatırımda kalan hülasa-i meali (anlamının özü) şudur:

Müşarünileyh İbrahim Edhem, ilham-ı İlahî ile Behl padişahlığını terk ederek ve derviş kıyafetine girerek Mekke-i Müker-reme’ye gitmiş, mücavir olmuş. Belh’ten ayrıldığı vakit pek küçük bir oğlu varmış. Büyüyünce validesine pederini sormağa başlamış. Validesi müşarünileyhin (sözü edilen) Belh’ten ne suretle çıktığını hikâye ettikten sonra, şimdi Mekke’de bulunduğu haber alınmakta olduğunu söylemiş. Çocuk pederini görmek arzusuyla kalkmış, Mekke’ye gitmiş.

Bu hikâyenin içinde İbrahim Edhem ile oğlu taraflarından muhataba suretinde yazılmış şiirler de vardı. İbrahim Edhem lisanından söylenilen parçadan yalnız şu beyit hatırımda kalmış:

Beni dervişlere sordun

Ne yerde olduğum bildin

Oğlu tarafından yazılan parçadan ise, galiba dört mısrada bir tekerrür etmekte olan:

Odun çeken babacığım!

mısraından başka bir şey derhatır edemiyorum.

Bu hazin vaka beni fevkalade mütessir etmişti. Şimdi daha ziyade ediyor. Bir aralık o mısra-ı vird-i zeban (diline doladığı mısra) edinmiştim. Hatta peder bazen:

-    Nasıl oğlum? Söyle bakayım, der. Bana:

-    Odun çeken babacığım! dedirir, mahzuz olurdu.

Sonra nerede kaldığını bilmediğim ve şimdiye kadar başka bir nüshasını görmediğim bu kitapta Muhammed Bin Hanefiyye Hazretlerine mensub diğer bir hikâye daha münderic (içine yerleştirilmiş) idi. Bunun neden ibaret olduğunu hemen bil-külliye (tamamıyla) unutmuşum. Galiba gazaya müteallikti (ilgili).

Ara sıra beni peder de okuturdu. Bir gece:

- Mushaf-ı şerifi al da buraya getir, dedi.

Aldım. Öpüp başıma koyduktan sonra mahfazasından çıkardım, yanına götürdüm. Kendisi de kemal-i tazim (büyük bir saygı) ile aldı, öptü, başına koydu.

-    Dersini bul.

diye mushafı bana iade etti. Bu mushaf, yukarıda hâlâ nezdimizde mahfuz olduğunu beyan eylediğim mushaftır.

Açtım, buldum. Dersim Sure-i Târik imiş.

-    Oku Ömer’im, dedi.

Besmeleden sonra, sure-i şerifenin evvelinden heceleyerek bir iki kelime okudum. Pek iyi okuyamıyordum. Kendisi ağır ağır okumağa başladı. Ben de onunla hem-zeban (aynı dile sahip) oldum.

-    Ve’s-semâi ve’t-târık. Ve mâ edrâke me’t-târık. En-necmu's-sâkıb

(Göğe ve gece ortaya çıkana and olsun; gece ortaya çıkanın ne olduğunu sen bilir misin? O, ışığıyla karanlığı delen yıldızdır.) kelimat-ı mübarekesini (mübarek kelimeler) yedi sekiz defa tekrar ettik. Ben artık oraya kadar dürüstçe okumağa başladım. Ezberlemiştim.

Galiba dersim o kadarmış. Surenin alt tarafını okuduğumuz hatırıma gelmiyor. Pederin o mukaddes kelimeleri teşkil eden sadası henüz kulağımdadır.

Sekiz on defa okudum. Peder:

-    Aferin oğlum! Daha güzel okumağa gayret et. İnşallah siz benim gibi kalmazsınız. Kur’an-ı Kerim’in manalarını da güzelce anlarsınız, dedi.

Valide ise sirişk-i meserret (sevinç gözyaşları) dökmeğe başladı. Ben bir pedere, bir valideye baktım. Gönlümü garib bir his istila etti (kapladı). O, ne sürür (sevinç) ne de hüzündü.

Öpüp başıma koymak resm-i tebcilini (saygı merasimi) icradan sonra mushafı (Kur’an-ı Kerim) tekrar mahfazasına (koruyucu kılıf, kap) vaz ile yerine götürdüm.

(Muallim Naci, Ömer’in Çocukluğu)

 

Muallim Naci, çocukluk anılarını Ömer’in Çocukluğu adlı eserinde dile getirmiştir. Eski edebiyatta hatıra ya da hatırat olarak karşımıza çıkan bu tür, Tanzimat döneminde Batılı anlayışta yazılmaya başlanmıştır. Ömer’in Çocukluğu Tanzimat döneminde yazılan önemli anı kitaplarındandır.

 


PARİS’DE ÜÇÜNCÜ GÜN

Eylülün yirmi üçüncü pazartesi günü Paris’deki eyyam-ı ikametimizin (kaldığımız günler) üçüncüsüdür. Dün akşamdan sonra hemen odalarımıza çekilip yazı işimizi bitirdikten sonra erkence yatağımıza girmiş idik.

Bu sabah adeta şafakdan evvel uyanmış idim. Arkadaşımın alaturka kahve takımı bil’iltizam (özel olarak) benim odadaki dolaba konulmuş olduğundan ispirto lambasını yakub kahveyi sürerek Paris planında önüme yaydım. İlk ve ikinci günü geçmiş oldığım sokakları plan üzerinde mürekkeb ile çizmiş idim. Bunlardan kaçar defa geçmiş oldığımı da işaret etmek istedim ise de her defası için birer çizgi çizmek yolların planı üzerindeki arazına (işaret) kıyasen sığdırılamaycak bir şey olacağını düşünüb vazgeçdim. Yalnız o gün nerelere gideceğimi plandan bil’tabii (doğal olarak) pusulasını tanzim ettim.

Şu pusula tanzimi maddesini de kari’terime (okuyucu) haber vermeliyim. Bu icad bana Paris’de müyesser oldı (nasip olmak). Paris’d e sokakların ismi yalnız sokak boşlarına talik (yüksekçe bir yere asılmak) olunan levhalar üzerine yazılmış değildir. Sokakların bazısı üç dört bin metre ve belki daha ziyade olduğundan derununda bulunan sokak hangi sokak ol-dığını anlamak için tâ o sokağın başına kadar gitmek mecburiyeti yokdır. Elli altmış adımda bir ma’i (mavi) zemin üzerine beyaz yazılı levhalar göze en kolay görünebilecek yerlere tâ’-likidilmiştir. Bir sokağa diğer kaç sokak müntehi (son bulmak) olır. Yani kaç yirde bir köşe teşkil ediyor (oluşturmak) ise köşeye hem derununda bulunan sokağın ve hem de köşesine gelinmiş olan yeni yolın isimleri tâ’lik idilmiştir. Bu halde “filanca sokakdan gidip ba’de (sonra) sağ tarafa dönerek filanca caddeye çıkmalı ve şu kadar yürüdükden sonra sol tarafa dö-nüb filanca yolı tutmalı... ” tarzındaki bir tarif zihinde bulunur ise insan döneceği, sapacağı yollara, sokaklara gelür gelmez hareketini tatbik (uygulamak) ve tanzim (düzenlemek) idebi-lür. Vakıa rehber ve plan cebde ise de adım başında bir bunları çıkarub müracaat mümkün olamaz ya? Bunun târik-ı eşlemi (güvenli yol) o gün nereye gidilecek ise geçilecek sokak-

ların ismini ufacık bir pusulaya sırasıyla yazub debine koymak-dır. Her sokağa girilince pusulaya bakub girilecek olan sokağın ismi derhatır idilür ki bu da evvelce idilmiş bulunan tâbiri, zihninde tutmuş olmağa müsavidir. İşte üçüncü günden itibaren Paris’de bu ahvali iltizam eyledim (tercih etmek) ve ce-velanlarım (gezinti) içün bunun pek büyük faydasını gördüm.

Sokağa çıkdığımda Kastiliyon köşesini dönerek Riyoli sokağında bulundum. Ba’de garba doğru kat’i (kesin) mesafeye başladım ki sol tarafımda tüyleri bağçesinin terasası ve sağ tarafımda da Paris’in bu cihetlerinde inşası iltizam edilen kemerli binalar sabahleyin ilk nazarımı ve fikrimi işgal eyliyorlar idi.

Hazır söyliyecek başka sözüm yok iken şu kemerli binalar hakkındaki mütalâayı (görüş, düşünce) beyan (açıklamak) ideyim. Eski dar’ülfünün (üniversite), yani şimdiki Evkaf ve Adliye dairesinin cebhe cihetindeki kemerler ile bir de eski Fevaid Paşa Konağı, yani şimdiki Maliye dairesinin Beyazıd cihetindeki kemerler, kafilerimizin bin defa müşahede itdik-leri (tanıklık etmek) şeylerdendir. İmdi tasvir olunsun ki bu yalı, boyuna bir caddenin tolunay (dolunay) teşkil eyleyen (biçiminde) binaların kafesi böyle kemerli olarak, fakat caddenin zemininde yüksek olmayub cadde zeminine müsavi (aynı düzeyde, eşit) bulunarak kemerler dahi yaya kaldırımlarının üstüne örtüyorlar. İşte Paris’in Kastiliyon Sokağı ile ânın (onun) civarındaki ibniyesi (birinden miras kalan binalar) bu suretde yapılmış oldukları gibi, yeniden yapılan binalarından bu suretde yapılması iltizam olunmuştur. Bunun sebebi yaya kaldırımları üzerinde piyade (yaya) olarak âmed ü şüd (gidiş geliş) eyleyecek olan kadın ve erkekleri yağmurdan yağışdan ve çamurdan muhafaza (korumak) eylemekdir. Lâkin burada “çamur” kelimesini kullanmış olmaklığımız ayn-ı hatadır (hatanın ta kendisi). Avrupa’nın Paris gibi büyük ve munza-tam (düzenli) ve devair (dönemler) belediyesi faal olan şehirlerinde çamur denilen şey ismi ve cismi yok hükmünü almış-dır.

( Ahmet Mithat Efendi, Avrupa’da Bir Cevelan, 1890)

Gezi yazısında yazar, gezdiği yerlerle ilgili izlenimlerini aktarır. Yazar, bir kenti geziyorsa o kentin doğal ve tarihi güzelliklerini, sokak ve caddelerini, binalarını, insanlarını vb. kendi bakış açısıyla dile getirir. Ahmet Mithat Efendi’de Avrupa’da Bir Cevelan isimli gezi eserinde, yaptığı Avrupa seyahatindeki gözlemlerini aktarmıştır. Bu eser, Tanzimat döneminde gezi türünde basılan ilk eserlerdendir.

 


BEŞİR FUAT BEYEFENDİYE

Efendim!

Bir zamandan beri gittikçe tevesül etmekte olduğu çeşm-i iftihar ile görülmekte olan matbûât-ı Osmaniyye âlemine bir başka ârâyiş vermeğe başlayan âsâr-ı kalemiyyenizden bu kerre neşrolunan “Victor Hugo" unvanlı iki cilt bilhassa celb-i nazar-ı dikkat etmiştir.

Bu eserin umum tarafından öyle ehemmiyetle telâkki olunması zann-ı âcizâneme göre şu günlerde gazetelerimizde edebiyat-ı Osmaniyyeye dair yine birçok lakırdılar dermiyan edilmete olmasına ve bu lakırdıların kısm-ı küllisi yaveden ibaret bulunmasına mebnî maksadları erbâb-ı dikkate göre velî bulunan birtakım adamların neşriyatından artık usanan halkça edebiyata dair birkaç doğru söz işitmek için bir iştiyâk-ı tabîî hâsıl olmasına zamimeten “Victor Hugo” gibi on dokuzuncu asrın eşher-i e’zâmı olan bir adamın tercüme-i hâline temamıyle vukuf herkesçe bir emel-i mahsus hükmüne girmiş bulunmasından ileri geliyor.

Şu cildlerin neşrinde isâbet buyurdunuz. Bunlarda ale’l-umûm edebiyata, ale’l-husus o zâta dair ma’lûmât-ı müfide veriyorsunuz.

Teceddüd sayesinde şimdi gerek edebiyatı ve gerek öyle büyük zevâtı nazar-ı ehemmiyetten sâkıt- itibâr edecek kadar gaflet-zede hiçbir gencimiz bulunmadığından bu kitabınızın erbâb-ı şebâb arasında fevkalâde rağbet-yâb olacağı vâreste-i irtiyâbdır.

Muvaffâkiyetinizi tebrik ile beraber hisse-i âcizâneme düşen şükrânı, hâlisâne ifâya müsâreat eylerim.

(Muallim Naci)

 

Günümüz Türkçesiyle

Efendim,

Bir zamandan beri git gide başvurduğum, övünç kaynağı olan Osmanlı’ya ait kitaplar dünyasına bir başka güzellik vermeye başlayan eserlerinizden bu defa yayımlanan Victor Hugo isimli iki cilt kitap, dikkat çekicidir.

Bu eserin toplum tarafından öyle önem verilerek anlaşılması acizane düşünceme göre şu günlerde gazetelerimizde Osmanlı edebiyatına dair birçok sözler ortaya konmasına ve bu sözlerin büyük bir çoğunluğu saçma sapan olmasından dolayı amaçları dikkate değer olmakla birlikte birtakım adamların yayınladıklarından artık usanan halkça edebiyata dair birkaç doğru söz işitmek için tabii bir istek olmasının yanında Victor Hugo gibi 19. yüzyılın büyük şöhreti olan bir adamın biyografisini bütün ayrıntılarıyla tercüme etmek özel bir isteğe dayanıyor.

Şu cildlerin yayınlamanız çok iyi oldu. Bunlarda genellikle edebiyata, özelikle o zata dair faydalı bilgileri veriyorsunuz.

Yenilik sayesinde şimdi gerek edebiyatı ve gerek öyle büyük kişilerin değerini düşürecek kadar gaflet edecek hiçbir gencimiz olmadığı için bu kitabınızın genç nesil arasında büyük bir rağbet göreceği şüphe götürmez bir gerçektir.

Başarılarınızı tebrik etmekle birlikte acizane kendi payıma düşen şükranlarımı, halisane duygularla hemen belirtmek isterim.

Bu edebî metin, Muallim Naci’nin Beşir Fuat’a yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Metinde Muallim Naci, Beşir Fuat’ın Victor Hugo’dan yaptığı şiir çevirileriyle ilgili görüşlerini, beğenilerini dile getirmiştir. Mektubun hem içeriği edebiyatla ilgilidir hem de ya- 5 zanlar edebiyatçıdır. Bu yönüyle mektup, edebî mektup türüne girmektedir.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi