Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

İLAHİYATIN GÖRÜNMEYEN TARAFLARI – MİRZA HACIYEV

* * *
Beşeriyetin ta ilkin şağlarından Yer küresinde savaşlar neden bitmek bilmiyor? Ağaçtan bir yaprak bile Allah’ın izni olmadan düşmüyorsa savaşlar da tabii ki Onun izniyledir. Ama maksat neymiş? İnsanların birbirinin kanını dökmesi, adaletsizlik, haksızlık, berabersizlik beşeriyetin inkişafı için mi gerekliymiş?

Tabii ki bahtiyarlığın facialar temelinde kurulmasına Allah razı olamaz. Çünkü O, Adildir, hakkı-adaleti sevendir.

Ama maalesef, facialara, bedbahtlıklara izin veren de Odur. Büyük bir ilahi maksat olmazsa izin verir mi? Öyleyse o hangi maksat olabilir ki, insanların kardeşçe, huzur içinde yaşamaları o büyük maksata kurban verilmiştir?

"İnsan kendi kaderini kendi düşünceleri ve amelleriyle kendisi yazıyor" fikrini kabullenenlerin tarafından bakıldığında din ebediyet için muhteşem bir kurtuluş yoludur. Kurtuluş için bu dünyada, sadece, şeytana uymamak lazımdır. Yoksa Âdemle Havva gibi pişman oluruz. Ama "Her şey ilericiden yazılmıştır, o yüzden insan kendi talihini zerrece değişemez" fikrini kabullenenler tarafından bakıldığında din beşeriyetin cennet ve cehennemde ebedi ayrılığını peygamberler aracılığıyla beşeriyetin boynuna yüklemek vasıtasıdır. Yani, mesela, Âdemle Havva’nın cennetten çıkarılması Allah’ın ilericeden kararlaştırdığı bir şey idi, sadece, o kovulmak hadisesine tutarlı bir sebep olmalıydı ki, suç Âdemle Havva’nın boynunda kalmış olsun.

Birbirine kökünden karşı olan bu iki fikirden hangisinin asıl hakikat olduğu bu günecen de kesin değildir.

Hakikaten de Âdemle Havva şeytana aldandıkları için mi cennetten çıkarılmışlar, yoksa cennetten çıkarılsınlar diye mi şeytana aldatılmışlar? Şeytan Allahtan habersiz ve izinsiz cennete girebilir miydi? Asla. Allah’ın her bir şeyden haberi var ve yine de diyorum ki, Allahtan izinsiz hiçbir şey olmuyor. Öyleyse Âdemle Havva’ya yasak edilmiş ağaca dokunmaları iznini kim vermiştir? Allah’ın izni olmadan o ağaca dokunmaları mümkün müydü?

Biz Müslümanlar Kuran-ı Kerim’i yeterince anlaya bilmişiz mi? Orta çağlar boyunca o kutsal Kitaba verilen şerhler, izahlar bu günümüzde de, bu teknoloji çağımızda da aklımızı tamamen doyura biliyor mu?

Allah o Kitapta Yahudiler hakkında diyor ki, “Kendilerine Tevrat yükletilmiş, sonra onu yüklenmemiş olanların meseli ciltlerle kitap taşıyan eşeğin meseli gibidir..." ( Sure 62, ayet 5 ). Ama bu mesel yalnızca Yahudilere mi ait olmalıdır? Kuran-ı Kerim’i anlamak bir tarafa dursun, onu bir kere bile okumadan, sadece, bir kaç ayet ezberleyerek günde beş defa namaz kılanlar onlardan çok mu ileridirler?

Bize öyle geliyor ki, o Kitabın indirilmesinden geçen bu on dört asırda bilgin adamlar o Kitaba her türlü şerh vererek izahını tamamlamışlar ve bize, bu günün insanlarına, sadece, onların dediklerini okumak yetiyor. Başka bir fikir kimsenin aklına gelmemeli yani. Bu yüzden herhangi bir ayet için yeni bir izah vermek isteyen birisini görünce ilk İngiliz trenine bakan Hindistan öküzü gibi bakıyorlar adama. Tabii, öküz nerden bilsin ki, Kuran-ı Kerim yalnız molla taifesine indirilmemiştir. Anlamaz ki beşer tarihini ve diğer tek Allahlı telimleri bilen her bir kesin herhangi bir ayeti kendi aklı ve düşüncesiyle yorumlamak hakkı vardır. Akıl akıldan üstündür demiyorlar mı? Ama bu işte felsefi mantık sahibi olmak da şarttır. Hatta en önemlisi de bu.

Mesela, Araf suresi 179-cu ayetinde okuyoruz: “ Ant olsun ki, cinden ve insden çoklarını cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ki, onlar ile anlayamazlar ve onların gözleri vardır ki, onlar ile göremezler ve onların kulakları vardır ki, onlar ile işitemezler. Onlar hayvanlar gibidirler, belki onlar daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.”

Sade düşünceyle o demektir ki, cehennemlik insanların sayısı cennetliklerden çok olacak, çünkü Allah’ın dediklerini kabullenmek için akılları yetmiyor. Ama derine gidersek bakalım felsefi mantık ne diyor?

Eğer cehenneme atılacak insanlar cehenneme atılmak maksatlıyla yaratılmışlarsa demek ki onların bu dünyada mümin olmaları asla mümkün değildir, bilerekten kusurlu yaratıldıkları için kâfir olmaları kaçınılmazdır. Bu da o demek oluyor ki, insanın kâfir olması kendi elinde değildir, Allah onu cehennem için yaratmışsa kâfir olmalıdır. Peki, öyleyse cehenneme atılmanın asıl sebebi kâfirlik mi, yoksa cehennemleri doldurmak zarureti mi? Bu yüzden bu ayet insandaki irade azatlığına şüphe uyandırıyor. Çünkü eğer insanların çöküşü cehennemleri doldurmak projesi için yaratılmışsa, bu o demektir ki kalan az bir kısmı de cennetler ve Araf için yaratılmıştır. Ve eğer her şey böylece ilericeden planlaştırılmışsa o zaman Kıyamete kadar sürecek bu dünya hayatı neye gerekmiş?

Yoksa Yerdenkenar 17999 alemlerin Kıyametece canı sıkılmasın diye Allah Kainat büyüklükte bir amfitiyatro yaratmış ki, o amfitiyatronun Yer adlı sahnesinde ilahi senaryo esasında biz insanlar melekler tarafından oynatılarak kuklalar tamaşası gösterilsin mi onlara?..

Allah herşeyden güclüdür. Ama aynı zamanda Allah herşeydir.
Allah Herşeydirse Kendisinden güclüdür mü yani?
Mana yanlışlığı olmasın diye “Allah herbir şeyden güclüdür” gibi tercüme etmek daha doğru olmaz mı? Yani Allah yarattığı herbir şeyden güclüdür. Herşey o herbir şeyin cem haliyle birlikte herşey olduğu için Allahın gücü herşeyin gücü kadardır. Herşey de sonsuzdur diye Allahın gücü sonsuz büyüktür.
"Herşeyi Allah yaratmıştır" cümlesini de bu şekilde anlamak gerektir. Yani yaratılan, ezeli olmayan herbir şeyi Allah yaratmıştır. Yoksa karışık manalar çıkararak dolaşıklığıa düşebiliriz. Yani "Herşeyi herşey mi yaratmıştır?", " Allahı Allah mı yaratmış mı?" veya "Allahı herşey mi yaratmıştır?" gibi mesela. Dolaşıklık olmasın diye "Herşey"in konkret olarak izahını vermeliyiz. Yoksa mantıkla herşeye üç yönden bakılabilir.
Birinci herşey Allahın yaratmağa başladığı zamana kadarki herşeydir. Yani "Önce Allah varıydı ve Onunla beraber hiçbir şey yok idi" zamanının herşeyidir bu.
İkinci herşey Onun yaratmağa başladıktan sonra yarattığı herbir şeyin cemi olan herşeydir.
Üçüncü herşey ise Onun yaratmağa kadarki herşey haliyle yarattığı herbir şeyin cem hali olan herşeydir. Ki, panteizm buna diyoruz. Arapcası vahdet - vücut. Yani Allah yarattığı herbir şeyle birlikte Allahtır.
Aslında Herşey üç olamaz. Herşey birdir, vahiddir, sonsuzlukta ne varsa odur. Ama bu dünyada panteizmi kabüllenmeyenler de az değildir diye vahid manası olmalı olan Herşey üç manaya bölünmeye mahkum olmuştur. Yaradan dışındakı herşeye, yaratılanlar dışındakı herşeye ve Yaradanla yaratılanların cemi olan herşeye...
Hazret Muhammede Kurani-Kerimi melek Cibril-i Emin söylemiştir. Yani faktik olarak Kurani-Kerim beşeriyete melekler alemi tarafından sunulmuştur. Bu dini düşünce sistemine göre Yer yüzündeki bütün depremler, tufanlar, seller, taşkınlar, ümumiyetle, büyüklü-küçüklü her bir hadise melekler tarafından hayata geçirilmektedir. Ama buna rağmen biz melekleri çok seviyoruz, çünki onlar Allaha en sadık olan varlıklardır ve Yer yüzünde ne yaparlarsa yapsınlar onların hiçbir suçu yoktur. Çünki onlar Allahın emrlerinin icraçılarıdırlar. Allaha karşı çıkamazlar ki. O yüzden canımızı bile melek aldığını kesin bildiğimize rağmen melekler başımızın tacı gibidirler. Ve onları yalnızca sevmiyoruz, onlardan hem de korkuyoruz. Çünki Allahın hangi emrini ne zaman ve nice icra edeceklerini bilemiyoruz.
Allahı da seviyoruz. Ama Ondan hem de çok korkuyoruz. Yani dini düşünce sistemiyle kalbimizde Allaha sevgiyle birlikte korkunun da yaratılması dolayısıyla meleklere de sevgi ve korkunun yaranmasına sebep olmuştur. Acaba, bizim ebediyen Rahmana kul olmağımız, Onun itaatinde olmağımız faktik olarak meleklere kul olmağımız, onların itaatinde olacağımız demek olmuyor mu?
Allah Ezeli ve Ebedidir. Biz ise ezeli değiliz, Ahirette ikinci defa diriltildikten sonra ebedi olacağız. Ama yani Allah Herşey değil mi? Biz de o Herşeyin bir parçası değil miyiz? Madem ki “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyor aye, yani “Biz Allahtanız ve Ona döneceğiz”, o halde biz de ezeli değilmiş miyiz yani?..
12 saat... 12 ay... Heraklisin 12 kahramanlığı... Hazret İsanın 12 havarisi...Hazret Musanın asayla 12 yerden su çıkarması...Kadim yunanlarda Olimp tanrılarının 12 olması...Mısırdan yahudilerin 12 neslinin çıkarılması...Şiilerin 12 imamı...
Ve 12 burç...
Burçların beşeriyete etkisine inanmak absurd bir şeydir tabii ki. Çünki onlar da sema cisimleri olarak Allahın hükmü altındadırlar. Sadece sayılarının 12 olmasında insan acaip bir alamet görmüş ve bu sayıyla kendi hayatını da, düşüncesini de bin yıllarca kendisi etkilemiştir.
Sayıları hangiysa konkret bir rakam olmalı deyil miydi? 35 de, 68 də, 43 de olabilirdi. O zaman da mı 12 rakamı kutsal olacaktı? Tabii ki hayır. Öyleyse bu ne 12 aşikliyidir beşeriyette?
Tabii ki, Yer küresi de bir sema cismi olarak o burçlardaki yıldızların, gezegenlerin cazibesinden az ya çok derecede etkilenmektedir, nice ki Ayın cazibesiyle okyanuslarda, denizlerde her gün kabarma ve çekilmeler oluşmaktadır. Ve bu kabarma ve çekilmeler birbaşa veya dolayısıyla insan hayatını etkilemektedir. Ama burçların insan karakterine tesiri ne demektir? Eğer herbir insan kendi karakteriyle dünyaya geliyorsa, mesela, Ayın kabarma ve çekilmeleri onun karakterini nice değişe bilir?
Kurani-Kerimde burçlar bir yerde geçiyor. “And olsun burçlar sahibi olan göğe”. ( Sure 85, aye 1).
Allah neden and içmeli ki? Beşeriyete Kendi sözünü diyecek, inanan inansın, inanmayan kendisi bilsin. Sözüm bunda değil, çünki nedenini anlamak herhalde insan aklı dışındadır. Merak ettiğim başka şeydir. Burada Allah “Zati-Akdesime and olsun” demiyor, yarattığı sema cisimlerine and içiyor.
Burçlarda bir kutsallık mı var acaba?
Hayır. Olmuş olsaydı Allah söylemez miydi? Sadece, ta kadim zamanlardan insanlar görmüşler ki, diger yıldızlardan farklı olarak bir kaç yıldız toplulukları var ki, onların görüntüsü herzaman aynı oluyor ve yıldızlar arasındakı mesafeler katiyyen değişmiyor. Buna hayret etmişler ve o yıldız topluluklarının heresine bir ad vererek onlara burçlar demişler. Ve bu acaiplikte tabii ki sihirli bir kuvvet olduğuna inanmışlar. Maalesef, bizden çok-çok uzaktaki yıldızların burçlar adlanan bu sırlı dizilişi hakkında Kurani-Kerimde hiçbir malumat yoktur. “Burçlar” kelimesi bir tek o andiçme ayesinde geçmektedir. O kadar yani.
Peki, onlar hakkında bizim kendi beyin gücümüzle bildiklerimiz ne kadardır?
Son derece yetersiz. Burçlar hakkındaki ilmimizi hertürlü hayal ürünlerimizden temizlersek kesin diye bileceğimiz yalnız bu ki, Güneş her yıl burçlardan birisinin yanından geçiyor ve 12 yılda devresini tamamlıyor. Sonra devre yeniden tekrarlanıyor. Acaip bu ki, Yer küresinin de her yıl bir burça girdiğini biliyoruz; yani Güneş belli bir burçda olduğu bir yıl süresinde Yer küresi diğer 11 burçun her birisiyle ayrı-ayrılıkta “görüşüyor”.
Ama bu nice olabilir? Yer küresi Güneşe bağlı bir gezegen değil mi? Güneş neredeyse onun da orada olması gerekmiyor mu? Halbuki Güneş 12 yılda her burçu bir defa gördüğü halde Yer küresi 12 defa görmüş oluyor ve böylece Güneşin tam bir devresi boyunca Yer küresinin toplam burçlar sahasına girmesi 144 olmuş oluyor.
Hayır, öyle değil. Tabii ki Güneş her yıl hangi burçdaysa Yer küresi de o burçdadır faktiki olarak. Sadece, Yer küresi Güneş etrafında 12 ayda dönüyor diye dönmenin her ayında hangiysa bir burç insanların görme sahasına diğerlerinden daha yakın görünmüş oluyor.
Bakınız, bu kesinlikle onu gösteriyor ki, burçlar Güneş etrafında daire halinde dizilmişler ve Güneş Yerle birlikte o dairenin etrafında dönmektedir. Ve de bu dönme o dairenin dışında değil, içindedir. Aksi halde Güneş herhangi burçta olduğu bir yıl süresinde insanlar diğer burçları göremezdi.
Astronomiden biliyoruz ki Güneş büyük bir Galaksi merkezi etrafında saniyede 200 km hızla dönmektedir. Burçlar da dönmekteler, çünki Kainatta hareketsiz olan hiçbir sema cismi yoktur. Ama Güneş Galaksi merkezi etrafında yaklaşık 250 milyon yılda bir devrediyor. Öyleyse burçlar etrafındakı 12 yıllık devre ne demektir?
Bunun yalnız bir tek izahı olabilir benim kanaatimce. Ne Güneş, ne de burçlar Galaksi merkezi etrafında müstakil olarak devretmiyorlar. Meçhul bir “X” yıldızı var ki, hem Güneş, hem de burçlar onun etrafında dönmekteler ve o “X” yıldızıdır Galaksi merkezi etrafında devreden onlarla birlikte. Benim hisaplarıma göre Güneşle o yıldızın arasında yaklaşık 12 milyar 300 milyon kilometre mesafe var. Bu en uzak gezegenimize kadar olan mesafeden 7 milyar kilometre kadar çoktur. Yani Güneş burçlara nisbette o yıldıza çok daha yakındır. O yıldızın kitlesi ise Güneşinkinden 3700 defa büyüktür. Her bir burçtaki yıldızlar arasındaki mesafelerin değişmez olması isə o yıldızların “X” yıldızından aynı mesafede olmasını gösteriyor. Aynı orbitte olan sema cisimlerinin hızları kitlelerinden asılı olmayarak aynıdır.
Öylece de, burçlar arasındakı mesafeler değişirse, demek ki, onların hiç de hepsi aynı çevre boyunca dizilmemişler, bazıları “X” yıldızından muhtelif mesafelerdedirler. Daha uzakta yerleşen burçun hızı tabii ki çok daha aşağı olacak.
Bakınız, sema cisimlerinin sırrı ilmi yolla çözülünce kutsallık diye bir şeye ihtiyaç kalmıyor; azcık mantık sahibi olan herkes anlayacak ki, burç meselesi de doğal bir astronomik hadisedir. O yıldız topluluklarının herhangi bir hayvana - falana benzetilmesi ise tamamen insan tahayyülünün mahsülüdür. Benzetildikleri varlıklara hiçbirisinin zerrece benzemediğinden bile bu bellidir aslında.
“ Muhakkak ki ayların sayısı Allahü-Tealanın indinde Cenabi-Hakkın Kitabında gökleri ve Yeri yarattığı günden beri on ikidir.” ( Sure 9, aye 33).
Burada “12” rakamı var diye bu rakamda kutsallık aramak mı lazımdır? İlim adamları bu ayede hemen ilim ararlar. Yani madem ki, ta ilkin yaratılıştan bu günümüzece de ayların sayısı on ikidir, demek o zamandan ne Ayın Yer etrafındaki, ne de Yerin Güneş etrafındaki dönme hızı ve biribirileri arasındakı mesafeler deyişmemiştir. Yerin Güneş etrafındakı bir tam devri ta ilkin yaratılıştan Ayın Yer etrafındakı on ikinci devresi tamamında bitiyormuş. İlim adamlarının kafasını 12 rakamının kutsal opup-olmaması değil de, başka acaiplik karıştırar; niye Güneşin de burçlar etrafındakı bir tam devri Yerin Güneş etrafındakı on iki devresi tamamında bitiyor? Bu bir tesadüf mü? O zaman burçların sayısının da on iki olması ne güzel tesadüf!
Bakınız, Ayın devretmesinden ta burçların sayısına kadar 4 tane 12-den konuştuk.Tabii ki bu tekrarlanan on ikilerde büyük bir hikmet var, bu hikmeti biz bilmezsek de Allah biliyor diye burçlara yemin ediyor. Yoksa Kainatta tesadüf diye hiçbir şey yok ki. Bütün tesadüf dediklerimiz ilerisini göremediğimiz, bilemediğimiz zaruretlerdir.
Acaba, burçların da o dediyim “X” yıldızı etrafında on iki defa dönmesi “X” yıldızının kendisinden daha büyük bir yıldız etrafındakı bir tam devresine mi başa geliyor?Ve böylece bu "zincirleme 12" hikmeti Galaksimizin merkezine kadar ve diğer Galaksilerle birlikte Kainatın merkezine kadar gidip çıkıyor mu? Yoksa "X" yıldızı burçlar ve Güneşle birlikte direk Galaksi merkezi etrafında dönmektedir? Eğer 12-lik zinciri Kainatın merkezine kadar gidip çıkıyorsa o merkezden başlayan zincirin son halkası Ay olmuş oluyor, çünki Ayın etrafında dönen hiçbir cisim yok ki onun Ay etrafında 12 dönüşü Ayın Yer etrafındakı bir dönüşüne beraber olsun. Diğer sekiz gezegenin ise bu zincirle asla alakası yoktur; ikisinin Güneş etrafındakı devretme müddeti Yerinkinden küçük, diğer altısının ise büyüktür. Yalnızca Yer küresi bu zincirin son halkalarındandır. Ve... ve dokuz gezegenden yalnızca Yer küresinde canlı hayat yaratılmışdır. Gökten su indirilmiş ve Yerde her türlü bitkiler cücertilmişdir ve ileride cennetten kovulacak insanların yaşaya bileceği bir hale getirilmişdir.
Yer küresinin sadece bahtı getirmiş mi?
Hayır. Bence 12-lik zincirine ait olmakla Yer küresi diğer 8 gezegenden farklı olarak canlandırılmak için seçilmiştir. Göklerin ve Yerin yaratılmasından, ilk insanların cennetten kovulmasından milyarlarca yıllar öncelerden olmuş bu seçim. O zamanlardan ki yaratıldıktan sonra Yerin toprağı da diğer gezegenlerin toprağı gibi milyarlarca yıllar boyunca ölü olarak kalacaktı. Yani beşeriyet içinde seçilmişlik, bir halkın diğer bütün halklardan üstün hisap edilmesi olduğu gibi cansız yıldızlar aleminde de seçilmişlik, üstünlük varıymış yani. "İshakoğulları" diye Kurani-Kerimde müracaat edilen yahudilerin hazret Muhammede kadar bütün halklardan üstün hisap edilmesi defalarca o Kitabda bildirilmiştir. Hatta kocaman bir dağı bile onların başı üzerine kölgelik gibi kaldırmış da. O kadar üstünüymüşler yani.Üstünlüklerine de sebep o olmuşdu ki, Allahın İbrahim peyğamberin karısı Sara hanıma melek vasıtasıyla verdiği İshak adlı oğulun zürriyetinden vücuda gelmeleriymişler.Yani başka insanlardan değillermiş, onların babaları İshak göylerden getirilme bir oğuluymuş.Tabii, bu, Allahın işidir ama, bir şeyi akıl alamıyor; beşeriyetin kalan kısmının Adem babası, Havva anası Yerden mi çıkmışlar? Onlar da göklerden, hatta cennetin ta içinden gelmemişler mi Yer küresine? Yoksa İshakın tohumu onların tohumlarından tamamen farklı bir tohummuş mu? Yaratılış bakımından farklı olması mümkün değilse o zaman o tohumdan zaman-zaman dünyaya gelecek insanlar içinden peyğamberler çıkması proqramı verilmiştir o tohuma, o yüzden üstünüymüş. Yoksa üstünlük yalnızca İshakın göklerden verilmesinde olmuş olsaydı, beşeriyetin kalan kısmı İshakoğullarından üstün olmalıydı, çünki İshakoğullarının yalnızca babaları göklerden gelmeydi, anaları Sara hanım ise Yer kızıydı. Ama Ademle birlikte Havva hanım da göklerden gelmeydi.
Nice ki bir halkın babasının göklerden gelmesi o halkın diğer halklardan üstün olması demektir, bir gezegenin toprağının gökten su indirilerek diriltilmesi de o gezegenin diğer gezegenlerden üstün olması demektir. O gezegenin 12-lik zincirine ait olması ise, sadece, seçilmişlik alametidir akıl sahipleri için.
Tabii ki diğer yıldız sistemleri için seçilmişlik rakamı başka da olabilir. Önemli olan rakam değil, seçilmiş olmaktır.
Hiç şüphe yok ki, biz ne zamansa başka yıldız sistemlerinde de canlı varlıklara rast geleceğiz. Kutsal Tuba ağacı altındakı ilahi laboratuvarda meleklerin düzelttikleri hertürlü akılalmaz canlı varlıkların "şeytana uyarak kovuldukları" o gezegenlerde kendimize benzer varlıklara rast gelip-gelmeyeceyimiz önemli değil. Yılan, kurbağa, gelebek, fil, deve,balina, domdom kuşu falan da asla insana benzemiyor. Önemli bu olacak ki, canlı hayatın var olduğu o gezegenler de mutlaka belli rakamlı zincire ait olmuş olacaklar seçilmişlik alameti olarak. Buna asla şüphem yoktur. Bu yüzden başka alemleri bu alamete göre aramalıyız zannindeyim.
Allahın burçlara yemin etmesinin temelinde de bu duruyor bence. Çünki burçlar da Aya kadar uzanmış seçilmişlik zincirinin halkalarındandır. Aksi halde neden onlara yemin etsin ki? Seçilmişlik alameti olmayan burç yıldızları Kainattaki milyarlarca yıldız topalarından birileri değil mi?
Tabii ki bu dediklerimle katiyyen razılaşmayanlar olabilir. Bu, normaldır aslında. Tesellim bir bu olsun ki, herbir yeni fikrin kabüllenme zamanına kadar geçen müddet o fikrin sahibinin beşeriyetten ne kadar ileride olduğunun göstericisidir. Kimin haklı veya haksız olduğunu ise mutlaka zaman gösterecek. O zamana kadar ise, sadece, hisap ediniz ki, bunlar da benim hasta düşüncelerim sınfındandır.
Bakınız, tam bu esnada bir hasta düşünce de geldi aklıma. Kurani-Kerimden biliyoruz ki, Allah gökleri ve Yeri altı günde yaratmıştır. Ama akıl sahibleri bir türlü anlayamıyorlar bunu, diyorlar Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman ona sadece olarak “Ol” der, o da hemen yaranmaz mı?
Evet. Öyledir. “Kun! – Fekane”. Yani “Ol !– Oldu”. Yaratılışın altı günde baş verdiğini anlaya bilmemeyimiz sadece bu yüzdendir ki, Allah için bir günün bizim saydıklarımızdan bin yıl kadar olduğunun farkına varmıyoruz. Bakınız, eğer Allah için bir gün bizim bin yılımız kadarmışsa o zaman Onun bir saniyesi bizim 4 gün 5 saatimiz eder. Öyleyse anlamalıyız ki, Allah gökleri ve Yeri bizim hisabımızla 6 günde yaratmıştır, ama Kendi hisabıyla bu büyüklükte yaratılış bir göz kırpımı kadar kısa bir anda baş vermiştir. Yani “Ol” demiş, gökler de, Yer de hemen yaranmıştır...
Kadim dünyanın en varlı kafiri Karuna onca akılalmaz serveti kim vermiştir acaba? Adamın öylesine var-devleti varıymış ki, hazinelerinin anahtarlarını ayrıca bir cemaat zorlukla taşıyormuş. Tabii ki o serveti ona Allah vermiştir. Bu, açıkca bildirilmiştir Allah tarafından. “ Şüphe yok ki, Karun Musanın kavminden bulunmuştu. Fakat onlara karşı haddi tecavuz etti ve ona hazinelerden öylesini vermiş idik ki, onun anahtarları muhakkak kuvvetli, büyük bir cemaate ağır geliyordu.O vakit kavmi ona dedi ki, şımarma, şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez“. ( Sure 28, aye 76).
Allah Allaaaah! Kafire verilmiş hazineye bak!
Ama niye vermiştir? Bu ona Allahın lütfü mü, merhameti mi? Hayır. Asla. Kafire ne lütf, ne merhamet?
Tabii ki Kendisine düşman hisap ettiği kafirleri niye bahtiyarlık içinde yaşattığına Allah kutsal Kitabda bir açıklık getirmeliydi. Çünki açıklama olmazsa zaman-zaman herbir müminin kalbinde bu soru baş kaldıracak ve hiçkimse de bu acaipliyin sebebini anlaya bilmeyecekti. Diyeceklerdi eğer onlar hakikaten de kötü insanlarmışsa neden bizlerden iyi yaşamaktalar? Ve eğer onları iyi yaşatan Allahtırsa, o zaman neden bize diyor ki kafirleri öldürün, onlardan uzak durun?
Ve budur açıklama. Kavmi ona demiş ki " Allahın sana verdiğinde Ahiret yurdunu araştır ve dünyada olan nasibini de unutma ve Allah sana ihsan ettiği gibi ihsanda bulun ve Yeryüzünde fesat arama". O da demiş ki " Bu ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir". Sonra kavmine karşı ziynetiyle çıkıvermiştir. Allah da onu konağıyla beraber yere geçirmiştir.
Yani Allah ona akılalmaz hazineleri ona göre vermiştir ki, kafirliyi arttıkca artsın, Ahirette şımarsın ki, Ahirette cehennemin en derin katlarına atılsın. O yüzden bu türden olan açıklamaları okuyunca fakirlikten canımız boğazımıza gelse de içimize bir rahatlık çöküyor, hatta Allaha yalvarıyoruz ki bizi hiçbir zaman var-devletle sınağa çekmesin.
Ama... ama... yani izah başka nice olmalıymış ki? Diyecek değildi ki “Vallah haberim yok onun nice varlandığından, kendisi ne yollasa kazanmış servetini”.
Kim buna inanırdı? Allahın her yaprağın düşmesinden bile haberi yok mu? Ve de insanlara ruziyi veren de, onlardan ruziyi çeken de yalnızca O değil mi? Tabii ki “Biz vermişiz” demeliydi. Ama ardınca niye verdiğini de bildirmeliydi.
Ve... bildiriyor. Şımarsın diye, kafirliyi artsın, gözü ayağının altını görmesin diye vermiştir.
Demek, mantıkla böyle çıkıyor ki, aksine, kafirlerin var-devleti azaltılınca kafirlikleri azalıyormuş. Allah ise istemiyor ki, onların kafirlikleri azalsın, istiyor ki, onları cehennemin en derin katlarına atmak için esas olsun.
Eğer var-devlet insanın düşüncesini daha da derinleştirmek işine yarıyorsa o zaman var-devlet müminlere de verilmeli değil mi ki onların da imanları artmış olsun? Yok eğer var-devlet yalnızca kafirliyi artıra bilen vasıtadırsa o zaman en fakir dindarlar, yani dervişler Allaha en yakın olanlardır demek. Onların hiç evleri, aileleri bile yokuymuş. Ama o zaman neden İslama göre terkidünyalık yasakmış?!
Tabii ki ayeden dolayısıyla bir çok manalar çıkarmak mümkündür. Ama tartışılmayacak olan direk mana bu: Karun ve Karun gibiler Allaha asi olmalarına rağmen son derece güzel, firavan hayat sürmüşler ve bu gün de sürmekteler, o bahtiyarlığı da onlara Allah vermiş ve vermektedir.
Eğer Karun imanlı olmuş olsaydı ona onca akılalmaz serveti niye verdiğine Allah açıklama getirmeğe ihtiyac duyar mıydı acaba? Kesinlikle hayır. Çünki belli ki herkes bunu tamamen normal hisap edecekti, diyecekti gör adam Allaha bütün varlığıyla nice bağlı olmuş ki, Allah da onun müminliyini bunca yüksek deyerlendirmiştir. Ama Karun kafirlerin kralıydı, o yüzden onun başına onca var-devlet yağdırmasına Allah öyle bir açıklama getirmeliydi ki, müminler hem Allahı bu “ters işine” göre kınamasınlar, hem de Karunun var-devletine asla ve asla haset etmesinler.
Nezere alsak ki, kafirlerin cehenneme atılması onların müminlerin değil de, Allahın varlığını inkar etmeleri sebebindendir ve kafirlerden hangisinin cehennemin hangi katına atılması Allah için gereklidir, demek ki, kafirlerin yağ-bal içinde yaatılmasına müminler Allah hatirine razı olmalıdırlar. Kafir cehennemde hangi katta olacaklsa olsun, mümine onun ebediyen cennete ayak basmaması yeterlidir. Ama eğer Allah için kafirlerden hangisinin cehennemin hangi katına atılması bunca önemlidirse ki, buna göre bu dünyada kafirleri müminlerden son derece güzel yaşatmaktadır, o zaman karnına bir tike ekmek bulmayan bir mümin bile Karun gibilerin firavanlığını anlayışla karşılamalıdır ve sabırlı olmalıdır. Niye?
Allah hatırına. Yani mümin anlamalıdır ki, kafirin güzel yaşatılması güzel yaşamağa asla layik olmadığı sebebindendir. Sadece, cehennemin derin katlarına atılması için başka bir çare bulnmadığı için güzel yaşatılmaktadırlar. Eğer güzel yaşatılmazlarsa kafirlikleri azalabilir, o zaman da cehennemin derin katlarına atılamazlar ve cehennemin derin katları kafirsiz kalabilir.
Beşeriyetin kölelik çağlarında sahibine isyan eden köleler mutlak cezalandırılmalıydılar ki, diğerlerine ders olsun. Ve bu, kanunla tenzimleniyordu. Madem ki göklerde ve Yerde olan ne varsa hepsi Rahmana kul olmak için yaratılmışdır, onda kafirlerin de Ahirette cezalandırılacakları mutlaktır. Çünki onlar da Sahibine isyan eden kölelerdir. Belki de müminlerde onların mutlaka cezalandırılacaklarına zerrece şüphe olmasın diye bütün Semavi Kitaplar beşeriyetin kölelik çağlarında indirilmiştir. Köleliyin ne demek olduğunu o çağların insanları kadar kim analayabilir ki? İsyankar köleye ceza vermek veya onu bağışlamak,ceza verildiği zaman onu satmak veya satmamak, cezanın az veya çok şiddetlisini tatbik etmek veya etmemek tamamen onun iradesine bağlı bir şey idi. Çünki kölenin hiçbir hakkı, hukuku yok idi. Tabii ki köle sahibi olan insandan farklı olarak köle sahibi olan Allah kafirlere cezann şiddetlisini verdiğinde de haksızlık etmez. Cehennemin en derin katına sürüklenecek kafir azğınlığı en yüksek hadde olan olmalıdır. Ama yani kafirlikleri artsın diye Karun gibilere acaip var-devlet verilerek onların müminlerden üstün yaşatılması müminler için haksızlık olmuyor mu?
Ama hayır. Olmuyor.
Neden mi?
Çünki mümin Rahmanın kölesidir. Rahman onu kendisine köle olmak için yaratmışdır. Kölenin ise hiçbir hukuku olmaz. Haksızlık hukukun tapdanması demektir. Kölenin hukuku var mı ki, tapdanmış olsun?
Ama kafir de Rahmana köle olmak için yaratılmamış mı? O da hukuksuz değil mi ilahi alem için? Allahı tanımamakla kölelik zincirini kırarak azat insan olmuş mu ki, azğınlığı cehennemin üst katına salınacak derecededirse alt katlara salınacağı halde ona karşı haksızlık edilmiş olsun? Cehennem için yaratılmış olanlar bu dünyada köle olmak istemedikleri için cezalandırılmış olmayacaklar mı Adalet Mahkemesinde? Köle olmak istememek köleye hukuk ve azatlıklar veriyor mu yani? Spartak köleliye karşı çıkarak bir kaç yıl azat insan gibi yaşadı diye yenilgiye uğradığında Roma devleti onu azat insan olarak mı cezalandırdı? Hayır. Roma kanunları için o, isyana kadar nice hukuksuz bir köleydise isyanı bastırıldıktan sonra da öylece hukuksuz kölenin birisiydi, o yüzden köleliye karşı çıkmış bütün köleler gibi o da çarmıha çektirilmekle cezalandırıldı. Kafirler de Allaha karşı çıkmış olsalar da Onun için hiçbir hukuka sahip olmayan kölelerdir, o yüzden onlardan herhangisinin azğınlık derecesine asla bakılmadan cehennemin istenilen katına atılması asla haksızlık hisap edilemez. Odur ki bolluca servetin, firavan hayatın kafirlere azğınlıklarında devamlı olsunlar diye, kafirlikleri arttıkca artsın diye verilmesi izahı mantıkla çok yetersiz görünmektedir. Ama, maalesef, bu acaip hadiseye başka türlü hiçbir açıklama yoktur Kurani-Kerimde. Anlamamış olsak da çaremiz yoktur diye Allah açıklamayı nice vermişse öyle de kabül etmeliyiz, çünki biz dindarlar "İşittik, itaat ettik, mağfiretini dileriz, ey Rabbimiz" demeliyiz.Anlamalıyız ki, Ahirette beşeriyetin iki mekanda ebedi ayrılığı nice şarttırsa, cehennemin 7 katının cin şeytanlarıyla birlikte insan kafirleriyle de doldurulması öylece vazgeçilmezdir Allah için. Bunun için neyi nice yapmalı olduğunu bizlerden son derece güzel bilmektedir ve her bildiğini de bizlerle bölüşmek zorunda değil. Anlamalıyız ki, cennet ve cehennem beşeriyet için değildir, beşeriyet cennet ve cehennem içindir. Eğer Allah bunca canlı alem nevinden yalnızca beşeriyete ebedi yaşamak bahtı vermişse, tabii ki, bu eşsiz seçimin büyük bir bedeli olmalıdır. O da budur ki, beşeriyet ebediyen birbirinden ayrı iki farklı mekanda yaşatılacak. O kadar ayrı ki, cennettekiler ebediyen cehennemin fısıltısını bile işitemeyecekler. O ayrılığın temeli ise gökten zaman-zaman semavi Kitaplar indirilerek koyulmuştur. Kavimler, taifeler, halklar birbirine düşman edilmişler. Hatta bir evin içindece kardeşin kardeşe, evladın anneye-babaya düşman olması talep edilmiştir göklerden. "Ey müminler! Eğer küfrü iman üzerine ihtiyar etmişlerse babalarınızı, kardeşlerinizi dost tutmayınız ve sizden onları kimler ki dost tutarsa, işte zalim olanlar onlardır." ( Sure 9, aye 23). Yani sonuç itibariyle beşeriyetin hem bu dünyada, hem de Ahirette kardeşce, mihribanlıkla, birlikte yaşaması cennet ve cehennemlerin doldurulmasına kurban verilmiştir ebedi yaşamağın bedeli olarak. Bunca canlı nevinden bir tek beşeriyetin ikinci defa diriltilmesi bahtiyarlığı ise onun ilahi emaneti, yani Allahın ruhunu taşıması sebebindendir. Bu güzel bahtımıza göre biz daima Allaha şükür etmeliyiz. Ve buna göre Allah bizden hiçbir ücret de istemiyor. İstediği, sadece, bir şeydir: Allahı tanımak ve Ona şerik koşmamak.
Acaba, Allahı tanımağımız karşılığında cennete salınmağımıza ücret demek mümkün mü? Eğer mümkün değilse o zaman bu ayede ne bildirilmiştir? " Şüphe yok ki, Allah Teala müminlerden nefislerini ve mallarını, cennet muhakkak onların olması mukabilinde satın almıştır. Allah Teala yolunda mücahedede bulunacaklar da öldürecekler ve öldürüleceklerdir. Onların öyle cennete konulmaları Tevratta, İncilde ve Kuranda mezkur, hak olan bir vaad-i ilahidir. Ve ahdini Allah Tealadan ziyade ifa edebilen kim vardır? Artık yapmış olduğunuz o alış-verişten dolayı size müjdeler olsun ve işte bu en büyük bir saadettir". (Sure 9, aye 111 ). Bakınız. "Yapmış olduğunuz alış-veriş"ten söz ediliyor burada. Ticaretten yani. Ben demiyorum, aye diyor bunu. Allahla insan arasındakı ebedi zevki-sefa barede "ticaret"in, "satınalma"nın şartı açıkca verilmiyor mu bu ayede? Yani kalbinizi Bana verirseniz Ben size cenneti veririm. Aksi halde yine de ebedi yaşatılacaksınız ama, cehennemde yanarak yaşayacaksınız. Yani Allah cenneti teklif ediyor, dikkat edin, fiyatını da bildiriyor, isteyen kalbini Ona vererek alabilir cenneti. Ve bu teklifi Allahın lütfü hisap etmeliyiz, yoksa bütün beşeriyet ebediyen cehennemde yanabilirdi. Ama bu da var ki, böyle bir teklif olmazsaydı cennetler boş kalacaktı. Öyleyse cennetlerin yaratılmış olmasında maksat ne olacaktı? Demek ki Allah cenneti mutlaka teklif etmeliydi, aksi halde bu o demek olacaktı ki, ruhunu insanlara emanet etmekte maksatı onları cehennemde ebedi yakmakla yaşatmakmış.
Ama eğer cehennemlikler cehenneme atılmak için, cehhetlikler de cennete salınmak için yaratılmış olanlar ise o zaman bu satınalma meselesi ne içinmiş? Cehennemlikler cehenneme atıldıklarında "Size ayetlerim okunduğu zaman onları kabül etmediniz, cenneti teklif ettim istemediniz, o yüzden haydi giriniz cehenneme" diyerek azabı kendilerinin hakettiğini esaslandırmak için mi?
Ahirette kafirler de niye tekrar yaratılmış olsunlar? Onlar ömürlerini bu dünyada başa vurduktan sonra ebediyen diriltilmiş olmazlarsa bu onlara çok daha ağır ceza olmaz mı? Hayır. Ebediyen cehennemde yanmak ebediyyen yok olmaktan mükayeseedilemez derecede ağır cezadır. O da var ki Ahirette tekrar diriltilmiş olmazlarsa müminler de ebediyen asla anlayamazlar kafirlerin bu dünyada neden yağ-bal içinde, sultanlar gibi yaşatıldığını.
Demek, bütün semavi Kitablar insana genel olarak bunu öğretmek içindir ki, insan kendi faciası için kesinlikle kendisi suçludur. İnsanın mümin veya kafir olması ise o Kitabların kudretiyle değil, yalnız Allahın ona hidayet verip vermemesiyledir. Yoksa Marks da, Lenin de, Stalin de Kurani-Kerimi okumuşlardı ama, müslüman olmamışlardı.
Adaletin berpasının o dünyada Adalet Mahkemesine bırakılması faktı onun bu dünyada berpasının mümkünsüzlüyünün göstericisidir, sebebi ne olursa olsun. O yüzden herbir işde insan suçlu hisap edilmeli ve Adalet Mahkemesiyle korkutulmalıydı ki, hem adaletsizliyin mevcutluğu insanın üstüne atılsın, hem de adaletsizliyin karşısının alınmaması Allahın gücsüzlüyü gibi kabül edilmiş olmasın. Yani Adalet Mahkemesi İnsanın suçlanması zaruretinden mutlaka doğmalıydı, yoksa semavi Kitapların indirilmesi sadece adaletsizlik faktını tasdikin ve onun karşısının alınmasında ilahi alemin gücsüzlüyünün itirafı gibi bir şeye benzerdi. Adaletsizlik varsa Allah ona seyirci kalamaz, çünki O, Adildir. Mutlaka karşısını almalıdır, çünki O, sonsuz güc sahibidir. Ama eğer adaletsizliyin karşısı Kıyamete kadar alınmayacaksa, demek ya bu istenmiyor, ya da adaletsizliye karşı durmak mümkün değil. İkisinden birisidir. O yüzden Adalet Mahkemesi diye bir inam olmalıydı ki, zamanı geldiyinde Allah gücünü adaletsizliye sebeb olanlara gösterecek diye müminler rahatlamış olsunlar. Çünki yalnız buna inam onlara anlatacak ki, Kıyametecen adaletsizliyin karşısının alınmaması ilericeden çizilmiş ilahi projeden doğmuş bir zarurettir. Adalet yalnız Adalet Mahkemesinde kesin ve ebedi zafer çalmış olacak. Günahsızların cennete salınması, günahkarlarınsa sürüklenerek cehenneme atılmasıyla. Yoksa Karunun konağıyla birlikte yere geçirilmesi çok küçücük bir adalettir. Adam ömrü boyunca akılalmaz topdağıtmaz servetiyle sultanlar gibi zevki-sefa içinde yaşadığını yaşamış, hayatın tadını doyasıya çıkarmıştı, ondan sonra konağıyla birlikte veya konağından ayrıca yere geçirilse ne olacak, geçirilmese ne. Zamanı geldiğinde öyle ya böyle ölecek ve yere geçecek değil miydi? Kıyamete kadar yaşayacak değildi ki. Yoksa ölünce yere geçirilmeyip de göklere mi kaldırılacaktı? Hem de konağıyla birlikte niye yere geçirilmeliymiş ki? Kendisi yere geçirilip de konağı ve var-devleti aclara, yetimlere, kimsesiz ihtiyarlara, hastalara, sefillere dağıtılsaydı çok daha güzel olmaz mıydı?
Yani kısacası, Adalet Mahkemesi inamıyla müminlerin kalplerinde Allahın adaletsizliye karşı gücsüz olabilmesi ihtimalinin önü alınmış olmuştur. Allah isterse adaleti bu dünyadaca berpa edebilir, sadece, istemiyor. Çünki ilahi projeye göre beşeriyet içinde adaletsizlik, haksızlık, berabersizlik, kaos Kıyamete kadar sürmelidir.
Ama talih meselesinde anlaşılmazlık da buradan yaranmıştır. Talihler ilericeden mi yazımıştır, yoksa herkes kendi amellerinin sahibidir? Kurani-Kerimde her ikisinin de doğru olduğuna kesin ayeler bulmak mümkündür. Okudukca zaman-zaman gah bu, gah da diğer fikir ağır basıyor, o yüzden kaderilik de, cebrilik de kendisini haklı hisap ediyor. Ama iki tarafın da haklı olması mümkün mü yani? Birbirine tamamen karşı fikirlerdir. Hakikaten de, eğer talihimiz kendi elimizdeyse o zaman Allah neden diyor: "Herhangi bir hurma ağacından ne kestiniz ise veya onu kendi kökleri üzerinde dikili bıraktınız ise hemen Allahın izni iledir..." ( Sure 59, aye 5 ). Madem ki herşey Allahın izniyledir ve insanın kafir olması da Allahın ona hidayet vermediği sebebindendir, o zaman onun Ahirette cehenneme atılması neden onun suçu olmuş oluyor?
Kafir nereye atılmalıdır?
Cehenneme.
Onun kafir olmasına sebep ne olmuştur?
Allahın ona hidayet vermemesi.
Niye hidayet vermemiştir?
Çünki kalbinde hastalık, kulaklarında ve gözlerinde perde varıymış.
Anne betninde o tür kusurları olduğu şekilde niye yaratılmışdır? Eğer o kusurlar onda dünyaya geldikten sonra akılsızlığı yüzünden meydana çıkmışsa bile yine de Allah bunu ilericeden bilmiş değildi mi? Bedeninde Allahı tanımayacağına sebep olacak kusurları meydana çıkacak olan insanı niye yaratmıştır?
Kafir cehenneme atılmış olacağını anlasaydı kafir olur muydu? Hayır. Ama o zaman da "Biz ins ve cinden olanların çokusunu cehennem için yarattık" diyen Allah cehenneme atmak için kafir bulmazdı. Demek cehenneme atılması kararlaştırılmış insan öyle yaratılmalıydı ki, Allahı tanımış olmasın. Öyleyse insanın kafir olması kendi iradesine bağlı bir şey mi?
Beşeriyetin bir kısmı kusurlu yaratılarak kafir olmağa mahkumdur diye Ahiretten önce bu sahte dünyamızın yaratılması zarureti ortaya çıkmıştır ki, Ahirette beşeriyetin ebediyen iki ayrı mekanda yaşatılmağına esas yaranmış olsun. Tabii ki Allah bu sahte dünyamızı, bu sahte Kainatı yaratmadan da cennet için yarattığı insanları cennete, cehennem için yarattığını da cehenneme salabilirdi ve hiçkimse de bu işde Ona karşı gele bilmezdi. Odur ki kafirler firavan yaşadıkları bu dünyanın mevcutluğu için kalplerindeki hastalığa, gözleri ve kulaklarındakı perdeye minnettar olmalıdırlar. Ama asla ve asla farkında değiller ki, bu dünyada firavan yaşatılmaklarının asıl sebebi kafirliklerini onların boynuna yüklemektir ki, cehenneme atıldıklarında ebediyen Allahı değil de kendilerini kınasınlar. Mesela, lüks saraylarda sultanlar gibi yaşayan kafir Beşer Esad yüzbinlerce insanı hapislerde çürütmüşse, akılalmaz işkencelerle onları mahvetmişse, milyonlarca insan onun zulmünden başka ölkelere kaçıp gitmişse, herşey Allahın izniyle olduğu için ona da bu vahşilikler için izni Allah vermiştir, ona göre ki cehennemde ebedi azap çektiğinde Allahı değil de kendini kınasın. Haman o milyonlarca insanın hakkının tapdanması önemli değil yani, yeter ki Esad cehenneme atıldığında demesin ki, benim ne günahım var? Yani Esada cehennemde haklı ceza verilsin diye milyonlarca zavallının hakkının ayaklar altına atılması normal bir şeydir. Peki o milyonlarla insan Esada o vahşilikler için izin verdiğine göre, haklarının tapdanmasına göre Allahı kınamayacak mı?
Hayır. Niye? Çünki o milyonlardan dinsiz-imansız olanlar zaten cehennemliklerdir. Mümin olanlar ise Rahmana köle olduklarını kabül etmişler ki mümin olmuşlar. Kölenin ise hakkı-hukuku olmaz ki tapdansın. Hem de cennete salındıkları ilk anlardanca Esad gibilerinin zulmünü o ebedi saadet karşılığında unutmuş olacaklar, anlayacaklar ki, ebedi saadetin büyük bedeli olmalıymış.
Esad gibiler ise cehennemde yana-yana ebediyen bu dünyaya bir daha dönmek isteyecekler ki, mümin olarak ömürlerini başa vursunlar. Ama anlamayacaklar ki, bu dünyaya kırk defa dönmüş olsaydılar bile yine de kafir olarak ölecektiler. Çünki ilahiden cehennemi doldurmak için yaratılmaları karara alınmışlardandırlar. Yani cehenneme atılmaları kafir olmaları sebebindendirse, kafir olmaları cehenneme atılmak için yaratılmış olmaları sebebindendir.
Ama Adalet Mahkemesi kafirin cehennemden, müminin cennetten çıkarılması barede değil de, sadece, kafirin cehennemde hangi katta, müminin de cennette hangi katta yaşatılması barede karar verecekse, böyle adaletin temelinde insanlardan çokusunun ilericeden cehennemleri doldurmak için yaratılmış olması adaletsizliyi durmuş olmayacak mı?
Hayır. Çünki eğer Karunun ve Karun gibilerinin son derece firavan yaşatıldığını gözümüzle gördüyümüz halde bunu adaletsizlik değil de, Allahın onlara kurduğu " var-devlet tuzağı" olarak anlıyorsak, o zaman insanlardan bir çokusunun hele anne betnindeyken cehennemleri doldurmak için yaratılmış olmalarında da asla adaletsizlik göremeyiz. Kainat yaratıldığında ilkin zamanlar milyarlarca yıldızlar arasında da büyük kaos, karışıklık varıymış. Ama bu gün Kainatta sema cisimlerinin nizamlı dizilişine baktığımızda ilkin zamanlardaki o kaosu tasavvür bile edemiyoruz. İlim adamları kendi mantıklarıyla kaos olduğunu ileri sürmüşler, biz de bunu kabüllenerek o kaosu yalnızca tahmin edebiliriz. Yarın demiş olsalar ki, hayır, ilkin zamanlarda kaos-falan yokuymuş, bu sefer de onu kabüllenerek kaos olmadığını yalnızca tahmin edebileceyiz, çünki o zamanlar ne olmuşsa olmuş geçmiş çoktan, önemli olan yıldızların bu günkü nizamlı dizilişidir. Cennette yaşadığımızda da bir zamanlar bu sahte dünyamızda hangi eşekliklere şahid olmağımız umrumuzda bile olmayacak, çünki sahte dünyamız da, bütün bu Kainat da ezelden yokmuş gibi silinip yok olacak. Ağır, hüznlü, kederli bir rüya gibi gelecek bize bu sahte hayatımız. Mümkün olduğu kadar hatırlamamağa çalışacağız o yüzden de...
Hani insanlar Allah karşısında beraberdiler? Hani hiçkimse hiçkimseden ilminden başka hiçbirşeyle üstün değildi? Berabersizliyin temeli insanlardan bir çokusunun cehennemleri doldurmak için yaratılmasıyla atılmamış mı?
Ama Allah adaletsizliye yol vermez. O yüzden insanlardan çokusunun cehennemler için yaratıldığını böyle anlayalım: insanlardan bir çokları kendi istekleriyle kafir olacaklar diye Ahirette cehenneme atılacakları kaçınılmaz olduğu için onların cehennemler için yaratıldığı bildirilmiştir.
Ama bütün mahlukatın geçmişini, bu gününü, geleceyini gören Allah onları yaratırken Ahirette cehenneme atılacaklarını bilmemiş mi? Bilmiş tabii ki. Öyleyse kendi istekleriyle kafir olmuş olsalar bile onları yaratmağı lazım bilmişse bu onların cehennem için yaratılmış olmalarını göstermiyor mu? Adalet Mahkemesi bittikten sonrakı zamanlardan bakarsak insanlardan bir çoklarının hakikaten de cehennem için yaratılmış olmalarını sübut etmek için hiçbir izaha-şerhe ihtiyac kalmaz. Madem ki artık cehennemdedirler, demek cehennem için yaratılmışlar ki cehennemdedirler. Aksi halde ya cennette olmalıydılar, ya da yaratılmamalıydılar. Demek insanın mümin veya kafir olmasına sebep gibi bildiyimiz hidayet verilme meselesi de o insanın cehennem için mi, yoksa cennet için mi yaratılmasına bağlıdır. Ve insanın zengin veya fakir, ilimli veya cahil olmasıyla katiyyen alakası yoktur. Öyleyse kafirlerin zenginleştirilmesiyle süni yaratılmış sosyal berabersizlikte maksat katiyyen o değildir ki, bu usulla yaratılmış fakirler ordusu umutlarını göklere bağlasınlar Kıyamete kadar. Çünki fakire bile hidayet verilmezse, yani o, cehennem için yaratılmışlardandırsa mümin olamaz. Aksi halde düşünmeli olacaktık ki, tufana kadarki beşeriyet içinde bir tane bile fakir yok imiş, hepsi yağ-bal içinde yaşıyormuş. Hem de çok zengin olanlara da hidayet verilmesine hazret Muhammedin karısı Hatice hanım, ilk halife Ebubekr en güzel örnek değiller mi?
Tufan dedim, aklımdan bir soru geçti. Acaba, tufandan önceki beşeriyet bir tek kavimden ibaret imiş mi ki, Nuh peyğamber Allahın sözünü kendi kavmine dediği zaman kavmi onu tekzip ettiği için Allah bütün beşeriyeti tufanda mahvetmiştir? Başka kavimler de mevcut imişse belki onların içinden Allahın yoluna gelenler olacaktı? Diyebilirler ki, diğer kavimler de olmuş herhalde, sadece, Allah onların da Onu inkar edeceklerini ilericeden bildiği için boşuna zaman kaybetmek istememişdir. Öyleyse Nuh peyğamberi kendi kavmine niye göndermişdi? Nuh kavminin de onu dinlemeyeceyini ilericeden bilmiyor muydu?
O zaman böyle ihtimal etmek mümkün mü ki, Nuh peyğamber kendi kavmine ne demişse bütün beşeriyet ondan haberdar olmuştur? Ama hangi yolla? Onlarda da mı radyo-televizona, internete benzer haberleşme vasıtaları olmuştur?
Herhalde haberleşme vasıtaları olmuş ki, Nuh peyğamberin sözleri o vasıtalarla bütün beşeriyete duyurulmuş, beşeriyet de ona inanmadığını o vasıtalarla bildirmiştir. Ve o da yalnız kendi kavminin değil, bütün beşeriyetin onu tekzip ettiğine tam emin olmuş ki, Allaha onların karşısında gücsüz olduğunu itiraf etmiş ve Allahtan onlara ceza vermesini istemişdir. Çünki bakınız: tufandan sonrakı yeni beşeriyette hiçbir peyğamberin zamanında radyo-televizyon-internet gibi haberleşme vasıtaları olmamıştır, o yüzden hangi peyğamberi hangi kavim inkar etmişse Allah bütün beşeriyeti değil de, yalnız o kavmi helak etmiştir. O peyğamberlerin zamanında onların ne dediklerinden beşeriyetin diğer kısmının haberi olmamış ki, Allah, mesela, Ad, Semud, Medyen veya Lut kavmine göre bütün beşeriyeti helak etmiş olsun.
Tevrat tahrif olunmuştur diye İncil gönderilmiştir, İncil de tahrif olununca Kurani-Kerim. Eğer radyo-televizyon-internet hazret Musa çağında mevcut olmuş olsaydı Tevrat tahrif olununca hemen belli olacaktı diye onun bir kelimesinin bile değiştirilmesi mümkün olamazdı. Tahrif olunmayınca da, tabii ki, ne İncilin , ne de Kurani-Kerimin indirilmesine ihtiyac kalmayacaktı. Bu günün haberleşme vasıtaları kendi mevcutlukları için elektrik cereyanının icatına borclu oldukları için öyleyse Tevrattan sonrakı iki kutsal Kitabın indirilimesine elektrik cereyanının icatının gecikmesi mi sebep olmuştur?
Ama gecikmiş mi? Yoksa bilerekten geciktirilmiş mi?
Neden bu soruyu veriyorum? Çünki hazret Muhammedin gelişi eski Kitaplarda bildirildiği için haberleşme vasıtaları ne Tevratın, ne de İncilin tahrifine mani olmamalıydı. Hazret Muhammed peyğamber olarak gönderilmeliydise, demek ki, Tevrat da, İncil de mutlaka tahrif edilmeliydi.
Tekallahlılar asırlarca birbirine düşmanlık eden üç ümmet olsunlar diye mi haberleşme vasıtalarının icatı geciktirilmeliydi? Bu ümmetler asırlarca birbirinin kanını döksünler, heresi kendi Kitabını doğru hisap eettiğinden aralarında savaşlar hiç durmak bilmesin diye mi? İnsanlar birbirileriyle kardeşce yaşarlarsa Yer küresindeki hayat dediyimiz bu acaip tamaşayı Kainat adlı amfitiyatrodan seyreden Yerdenkenar alemler memnun kalmazlar mı tamaşada dramatizm, facia, kan-kırğın, azap, işkence yok diye?
İnsanların taifeler, halklar, ümmetler halinde birbirleriyle düşmanlığı yetmiyormuş gibi bir de kafirlere dünyalarca var-devlet verilmekle süni sosyal berabersizlik yaratılmaktadır ki, savaşlararası zamanlarda da insanlar birbirlerine kin-nefret püskürsünler. Yani beşeriyet daima karıştırılmış ve bu gün de karıştırılmaktadır Yerdenkenar alemler tarafından. Arı yuvasına parmak sokurcasına zaman-zaman uzak alemlerden gelerek beşeriyetin günlük hayatına parmak sokarak işleri karıştırıp kaçmışlar. Arılar da sakin hayatlarının karıştırıldığından kazaplanarak yuvalarından çıktıklarında karıştıranları görmeyip öfkelerini komşu yuvalardaki arılardan çıkmışlar.
Çünki cennet-cehennem diye ebedi ayrılığın suçlusu insan olmalıdır. Bunun için ise Yer küresinde ne kadar çok kaos olursa o kadar iyidir. Bulanık suda balık tutmak kolay oluyor. Adalet Mahkemesinde bakılacak işlerin bolluğu Yer küresindeki kaosun şiddetine bağlıdır. Bakılacak işler mümkün kadar çok ve ağır olmalı ki, insanların cehennemlere atılmalarında kendilerinin suçlu olmasına ebediyen zerrece şüpheleri olmasın. Böylece ebedi hayatlarının bedeli olan ebedi ayrılığın suçu ebediyen beşeriyetin boynunda kalmış olsun.
Ama yani ikinci defa haşrolundukları zaman insanlar son derece mühim olan bir tek alametlerindenca anlamayacaklar mı ki, Adalet Mahkemesinin kararına kadar da kimlerin cennete, kimlerin cehenneme düşeceyi belliymiş?
Hangi alamettir o?
Bakınız, Ta-ha suresinin 102-ci ayesinde Allah diyor ki, mahşer günü "mücrimleri gökgözlü olarak haşrederiz". Haman surenin 124-cü ayesinde de diyor ki, "onları kör olarak haşrederiz". Demek ki, cehennemliklerin gözleri gök renkte olacak ama, göremiyecekler. Öyleyse Adalet Mahkemesi zamanı cehennem kuyusu etrafında diz çökerek mahkemenin kararını bekleyen insanlardan gözleri gök olmayanlar o kuyuya atılmayacaklarına tam emin olmalılar. En kötü halde Arafa salına bilirler. Ve gözleri siyah, ala veya yeşil olup da göremiyenler olacaksa onlar da cehenneme atılmayacaklar. Hatta gözleri gök olup da kör olmayanın da yeri cehennem değildir mantıkla.
Madem ki kimlerin cennetlik, kimlerin cehennemli9k olacağı Adalet Mahkemesinden önce, yani haşrolundukları andanca belli olacak, onda demek ki, Adalet Mahkemesi hangi insanın cennete, hangisinin cehenneme layik olduğunu tayin etmeye değil de, cehenneme atılacak olanı cehennemin hangi katına, cennete salınmalı olanı da cennetin hangi katına salmağa karar vermek içindir.
Yani bu dünyada Kıyametece herşey imitasyadır. Herşey görüntü hatırınadır. Herşey Ahiretteki ebedi ayrılıkta beşeriyeti suçlu çıkarmak içindir. Yoksa, mesela, niye cehennem azabı ebedi olmalıymış? Bu dünyada birisi Allahı kabüllenmemiştir diye tabii ki cezalanmalıdır, çünki onu Allah yaratmışdır. Ama niye ebedi cezalanmalıdır? İkinci defa haşrolunduğu zaman yanlışlığını anlamayacak mı? Tabii ki anlayacak, onun için bu dünyaya bir de dönmeyi arzu edecek ki mümin olsun. Cinayetten sonra tevbenin hayırı olmaz ama, yani gec de olsa Allahın var olduğunu görüp buna hiçbir şüphesi kalmadığı halde mi ebediyen yanacak cehennemde? Allaha sonuç itibariyle insanların Onu tanıması mı önemlidir, yoksa mutlaka bu dünyada tanımaları mı? O dünyada tanıyanlar gecikmiş oluyorlar diye mi tanımaları hisapa alınmıyor? Gecikmek ne demek yani? Uçak, gemi, tren, deve kervanı geçip gitmiş olacak da cennete gitmeleri için başka binecek bulmayacaklar mı? Yoksa ikinci defa haşrolunduklarında Allahın varlığını görerek Onu kabüllenenler de cennete salınırlarsa cehennemin katları insanlarsız kalacak diye mi? Yoksa onlar cennete salınırlarsa orada da mı Allahı inkar edebilirler? Ama eğer şeytan ebediyen cennete yakın bırakılmayacaksa kim onları orada yolundan çıkarabilir ki?
Ümumiyetle anlamak olmuyor ki, niye varoluşumuzda, hayatımızda bunca dolaşık, karmakarışık, bulmaca gibi kurallar, acaip şartlar olmalıymış? Biz yaratılınca direk cennetlere salınıp adam gibi yaşatıla bilmez miydik? Şeytanlar da alevden yaratıldıkları için cehennemlerde. Vessalam. Olup bitecekti herşey. Ebediyen hiçbir problem de olmazdı.
Bir şey de oldukca manidardır. Son semavi Kitap olan Kurani-Kerimden sonra elektirik cereyanının icatı, haberleşme vasıtalarının yaranması niye bu kadar, yaklaşık 1300 yıl gecikmiştir acaba? Bu müddet Tevrat’ın indirilmesinden İncilin indirilmesine kadar olan zamana beraberdir tahminen. Ama bu müddet Tevrat’ın tahrif edilmesine kifayet etmiştir. İncille Kuran-ı Kerimin arasındaysa daha az, 600 yıllık bir zaman var, buna bakmayarak bu da İncilin tahrif olunmasına yetmiştir. Kurani-Kerimin indirilmesinden haberleşme vasıtalarının icadına kadar geçen müddette ise Kuranı-Kerim dokunulmaz kalmıştır. Diyoruz. Böyle hesap ediyoruz yani. Kim tahrif sözünü diline getirirse onu kılıçtan geçirmek istiyoruz. Nice ki Yahudiler Tevrat’ın tahrif olunmasını, Hristiyanlar da İncilin tahrif olunmasını kabul etmiyorlar. Biz de öylece.
Kabül etmiyoruz. Tahrif olunmamıştır. O kadar.
Ay kendi oku etrafında dönmüyor diye bir yüzü her zaman bize taraftır, diğer yüzünü ise göremiyoruz. İlahiyat da böyledir; onun yalnızca bir tarafı bize bellidir, diğer tarafı ise Kıyamete kadar beşeriyete karanlık kalacaktır. Fark ondadır ki, Ayın karanlık tarafı da ışıklı tarafına beraber ölçüdedir. İlahiyatın karanlık tarafları ise bize belli olan tarafından son derece büyüktür. Anne hakkı gibi sonsuz büyüktür.


* * *

(son)

Aralık. 2024


--
MIRZA HACIYEV
Отправлено из Почты Mail

 

Üye Girişi