YAĞCI BACI - MESUT ÖZÜNLÜ
Yetmişli yılların başlarında, üç dört ayda bir köyümüze bohçacı bir kadın gelir; evlerden zeytinyağı, ekmek ve incir gibi yiyecekler isterdi. Mahallenin yaşlı kadınları ona Yağcı Bacı derlerdi. Bizim eve uğradığında ona en fazla yakınlık gösteren annemdi. Ne zaman kapıya dikilip bir şeyler istemeye gelse onu eli boş çevirmek istemezdi.
Ama ben çok korkardım Yağcı Bacı’dan. Özellikle onunla ilk karşılaştığım anlarda, iki katlı taş konağımızın girişindeki hayat denilen geniş holün orta yerinde, dedemin Ödemiş taraflarından getirip evimizin altına sütun gibi yerleştirdiği kalın kestane direğinin arkasına saklanır, korku dolu bakışlarla sine sine Yağcı Bacı’yı izlemeye çalışırdım.
Hafif hüzünle buğulanmış sıcak bir eylül günüydü. Yağcı Bacı, yine o upuzun bacaklarıyla bir leylek gibi minnetsiz salınışlar eşliğinde sokak kapısından içeriye dalmış, şıp diye evimizin önüne damlamıştı. Her zaman olduğu gibi o hayatın zorluklarıyla cilalanmış sarımtırak gürgen dalından değneği elindeydi. Önce hiç su yüzü görmemiş, sanki rengi beyazdan siyaha dönüşmüş izlenimi veren o kirli bohçasını son derece umursamaz bir tavırla evin önündeki akasya ağacının koyu gölgesine attı. Ardından gayet doğal bir şekilde ağacın altındaki tahta oturgaca kuruldu ve bir gelincik sigarası yaktı.
Bana çok ürkünç gelirdi Yağcı Bacı’nın sigara içerkenki hâli. Ama o bundan nefretle karışık kekremsi bir keyif alırdı besbelli. Önce nahif ve kızıl dudaklarının etrafının yanı sıra, iri ve kangal burnu başta olmak üzere âdeta bütün yüzünü kaplamış görünen o yüzlerce kare ve dikdörtgenimsi kırışığın tam ortasında âdeta pürüzsüz bir fildişi gibi görünen sigarasını kırmızı başlı bir kibrit çöpüyle yakar; ardından çökük avurtlarını iyice birbirine yapıştırıncaya ve dişsiz ağzının iki yanında yumurta büyüklüğünde birer oyuk oluşturuncaya kadar içine çekerdi. Sonra da, damarlarında hiç kan kalmamış izlenimi veren ve sarı soluk kadavraları andıran o morumsu yüzü ile nemli ve sinirsek gözleri, boğucu ve boz bulanık bir duman bulutunun içerisinde âdeta kaybolur giderdi.
Beden ve tip olarak da çok esrarengiz bir görüntüsü vardı Yağcı Bacı’nın. Belden aşağısı yukarısına göre bir hayli uzun, kamburca, bir deri bir kemik denecek kadar zayıftı. Sanki bu hâli ona apayrı bir tuhaflık katıyor, âdeta başka dünyalardan çıkıp gelen bir gizem perisiymiş gibi bir izlenim veriyordu. Kırışık bir alın, çökük iki avurt, çıkık elmacıklı iki yanakla uzunca bir çeneden oluşan ve bir karabiber kıvamını andıran soluk siması, yaşadığı acı ve ıstırapları tek tek kaydetmiş sihirli bir mask gibi kesif ve derin çizgilerle dopdoluydu. Her hâliyle insana sıra dışı gelen bu görüntüye bir de kenarları sürmeli, çanakları siyah iki iri kara göz de eklenince, sanki bizim memleketin insanlarından daha çok, Kalküta’nın dar ve kalabalık sokaklarında oturan ve delici bakışlarla etrafı süzüp duran tipik Hindu kadınlara benziyordu.
Hemen her gelişinde aynı nakarat cümlelerle söze girer ve annemle konuşmaya başlardı Yağcı Bacı. En son gelişinde de yine öyle olmuştu:
- Kızım! Allah sizi kaza beladan korusun, seni ve kocanı çoluk çocuğuna bağışlasın...
- Hoş geldin Yağcı Bacı… Dilediğin hacetlerden Allah razı olsun... Ne istersin, ne vereyim?
- Biraz zeytinyağı, biraz da ekmek Allah için...
- Tamam, sen burada bekle... Ben sana biraz zeytinyağı ve ekmek getireyim.
Annem, içinde bir yemek pişirimlik zeytinyağı bulunan beyaz çinko tabağı Yağcı Bacı’ya tam uzatıyordu ki, fısıltıyla sordu:
- Kocan evde mi? Fal bakayım mı?
Annem biraz çekinik ama istekli, sanki yüzüne bir tereddüt gülücüğü yapışmış gibiydi... Babam fala şiddetle karşıydı çünkü. Bir seferinde Yağcı Bacı’yı evde bakla açarken görmüş, sinirden küplere binmiş, sert ifadelerle onu uyarmıştı. “Eğer bir daha senin bu evde fal baktığını görürsem o elindeki torbayı alır, içindeki baklalarla birlikte köyün ortasından geçen çaya atarım bak”, demişti.
- Bilmem ki, dedi annem... Biraz önce muhtarla görüşeceğini söyleyerek mahalle kahvesine doğru gitti ama yine de erken gelip bizim fal baktığımızı görür diye korkuyorum...
- Hadi gel gel, bir şey olmaz dedi Yağcı Bacı...
Ardından evin dış kapısına, sağa sola hince bir iki bakış attı; yok yok, kimsenin geldiği göründüğü falan yok diyerek koynundan telaşla yine o siyah renkli, uçkurlu bakla torbasını hızla çıkardı, annemin önünde peş peşe yere saçmaya başladı. Falın taşları ise birkaç tane kuru fasulye, eski bir demir para, bir adet deli altın, dört tane kuru bakla, bir de koyu kırmızı bir palto düğmesinden ibaretti.
Yağcı Bacı; önce ucu buruşuk, kınalı ve şeytantırnaklı ince işaret parmağını yan yana duran iki kuru bakla tanesinin üzerinde bir süre dairemsi hareketler yaparak gezdirdi; bunlar senin birbirine yakın yaşlarda olan “iki oğlun”, dedi. Sonra, biraz geriye düşen ve içine doğru çekik bir cenin gibi duran küçük fasulye tanesini gösterdi; bu da yaklaşık altı ay sonra doğacak “kızın”, dedi. Ardından, fal taşlarını bir kez daha yere saçtı. Yan yana gelen iki baklanın üzerine düşmüş gibi duran deli altını gösterdi; bu da “sensin” kızım, altındaki iki bakla da oğulların... İleriye doğru fırlayıp giden demir para ise, senden daha önce bu dünyadan göçecek olan “kocan” dedi ve söze devam etti: “İleride bahtın açılacak, kız ve erkek çocuklarının üzerine bağdaş kurup oturacaksın kızım, güzel ve mutlu günler yaşayacaksın. Bu köyde çok sıkıntılı günler geçirmiş, çok yorulmuşsun. Ancak ağlaya ağlaya Allah’a yalvarmışsın, O da dualarını kabul etmiş... Birkaç yıla kadar bu köyden ayrılacaksınız, önce şehir gibi bir köye, ardından şehre gideceksiniz. Sen de bütün bu sıkıntılarından kurtulacaksın.”
…
Bu öykü, yetmişli yılların başlarında yaşanmıştı. Ben de bu olanlara ve konuşulanlara, altı yedi yaşlarındayken tanıklık etmiştim. O günlerde başımızdan geçen bütün acı tatlı olaylar, âdeta o çocuk hafızamda bir film makinesi gibi kaydedilmişti. Ben de babam gibi falı veya falcılığı hoş karşılamıyordum. Her şeyden önce onu hayatın gerçeklerine aykırı buluyordum. Ancak Yağcı Bacı’nın neredeyse her dediğinin tek tek gerçekleşmiş olması, beni hâlâ şaşırtmaya devam ediyordu.