Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

KLASİSİZM-2

 Klasizm, sözcük anlamı bakımından, kuralcı sanat yolu demektir. Fakat edebî akım olarak tanımlamak ge­rekirse, iki "şekilde tanıtmak mümkündür:

Klasizim, bir milletin kendi öz dilinde meydana gelen ve zamana dayanabilen, modaya göre değişmeyen edebî eserlerin bağlı bulunduğu akün dır.

XVII. yy. Fransa'sının Boileau, Moliere, La Fon­taine, La Buriyere, Racine, Cornel İle, Bosuet, Madam De La Fayette gibi sanatçılarının temsil ettikleri belli kural­lara dayanan bir edebî akımdır. Buna, «1660 Ekolü =Mek­tebi» de denir.

Klasizmin doğuş nedenini bilmedikçe, onun ölçüleri­ni kavramak mümkün değildir. Bu nedene nereden ve nasıl gireceğiz ? Bu soruya karşılık bulmaya çalışalım :

Avrupa'da yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans devinmesiyle Hümanizm denen bir akım, sanatçıların si­nirlerini sarsmaya başlamıştı. Hümanizm, eski Yunan ve Lâtin sanatına eğilim hareketidir. Bu eğilimin takıldı­ğı sorun şu idi:

Acaba, milâttan önce gelip geçmiş bu Yunan ve Lâ­tin sanatçılarının eserlerinde, zamanımızın insanlarının içini burkan, onların gözlerini yaşartan, onları düşüncenin dönemeçlerine düşüren sır nedir? Neden o eserleri

binlerce yıl önce meydan tiyatrolarında seyreden insan­ların heyecanıyla aynı eserleri okuyan, ya da modern sahnelerde seyreden bugünkü insanların heyecanı arasında bir başkalık yoktur ?

Bu sorulara, klasizmin yapışım kuran şu üç temele bağlı bir karşılık bulunmuştur:

a)Bu eserlerin konulan doğaya (tabiata) uygundur.

b)Davranışlar, aklın denetimine bağlıdır.

c)Konulan gerçektir.

Bu üç temelin ne olduklarını sırasıyla tanıtmaya çalı­şalım:

a) Konunun doğaya (tabiata) uygunluğu:

Konunun doğaya uygunluğunu anlayabilmek için, önce klasizme göre doğanın ne olduğunu kavrayalım:

Klasizme göre doğa, dış dünyada gördüğümüz, belli bir güzellik anlayışına ve ahenge bağlı olan dağ, su, ağaç, hayvan, eşya gibi varlıkların meydana getirdikleri düzen değildir. Bu dış doğa, klâsik sanatlıları hiç ilgilendirmemiştir. Yani dış doğayı eserlerinin dekoruna sok­mamışlar, eserlerinin çatısında ona yer vermemişlerdir.

Bu sanatçılar, doğa olarak insanın iç yapısını ele almışlardır. Çünkü sürekli olan doğa budur. Onlara gö­re dış doğa sahtedir. Onun içinde meydana gelen olayla­rın tümü gelip geçicidir. Şimdi olan, biraz sonra yoktur. Yok olan şeyde de .süreklilik ve değişmezlik aranmaz. Ağaç şimdi yeşil, sonra çıplak; hava şimdi soğukken bi­raz sonra sıcaktır. Halbuki insan doğasında süreklilik ve değişmezlik başta gelir.

insan doğasında fikir ve duygulardan gelen iki tür­lü davranış vardır.. Bunlardan birisi Udin denetimine bağlı olan davranışlar; öteki de bu denetimin dışında kalan, içgüdüye bağlı olan davranışlardır.

b) Davranışların, aklın denetimine bağlı olmaları:

Duyguların bir kısmı, aklın denetimi altında, birçok­ları da bu denetimin dışında kalır.

Aklın denetiminden, yani iradenin baskısından kur­tulan davranışlar, insanı alçaltan, küçülten, onun yüceli­ğini ortadan kaldıran hayvansal tutkuların (= ihtirasla­rın) itişleriyle meydana gelen davranışlardır. Bu çeşit iç­güdüler hayvanlarda da vardır. Böylesi davranışlar insan­da ve hayvanda birbirinin tıpkısıdır.

Buna karşılık insan, bazı davranışlarını, sağduyusu yardımıyla denetleme altına alabilir. Ancak bu çeşit dav­ranışlar insanlığı kurtarabilir.

Hayvansal tutkularımız, iştahlarımız olmasa da biz insanız. Fakat aklın denetlediği, yani sağduyuya bağlı olan davranışlarımız ortadan kalkınca, insan olmaktan çıkar, hayvanlaşırız. Bu bakımdan içgüdüye bağlı davra­nışları sanata sokmak doğru değildir. Çünkü bu davra­nışlarda değişmezlik yoktur. Midenin acıkması gibi gelip geçicidirler. Mide doldurulunca, onu dolduran yiyeceğe karşı önceden duyulan iştah ve istek ortadan kalkar. De­mek ki bu çeşit isteklerimizde süreklilik ve değişmezlik yoktur. Bunun için de bayağıdırlar. Bayağı şeylerin sa­nata girmeleri doğru olamaz.

Klasiklere göre, insanın yarattığı olaylardaki çirkin­likler ve kötülükler, onların içgüdülerinden gelir. Eğer bu çirkinliklerin, sanata getirilmelerinde bir zorun olursa, bunları, ancak insanlık değerlerinin ayarlarını yükseltmek için, ibret levhası olarak getirmelidir, örneğin bir kralın insanlık şerefini zedeleyen baskısını, eziyet ve işkenceleri­ni yermek, ya da kamuoyuna göstermek amacıyla bir yo­la gidebilir.

Fakat bu da, olayları duyumlardan sıyırmak, sağ­duyuya teslim etmek koşuluyla yapılabilir. Olaylara bu nitelik verilmezse, trajedinin o sahnesi, klasik öğretiye (doktrine) aykırı düşer. Çünkü hayvanı sahneye çı­karmak, klasizme göre mümkün değildir. Şekil bakımın­dan bu böyle olmakla beraber, içgüdü itkilerini sahneye dökmek, orada hayvanı yaşatmak demektir.

Bu açıklamalardan şu çıkıyor: Akıl adı altında bir bütünlük meydana getiren sağduyu ve iradenin firenle-yemediği davranışlar, sanata konu olamıyor. Buna kar­şılık iradenin baskısı altında kalan ve herkes tarafından-bilinen genel ve değişmez davranışlar sanata girebiliyor.

c) Konuların gerçek olmaları:

Klasizm, hayale hiç önem vermemiştir. Çünkü ha­yal, aldatıcı ve sahte bir yapıya sahiptir. Hayal, gerçe­ğin tam tersidir. Hayal, olmuş şeyin üzerinde durmaz; fakat şeyin, olmasını ister.

Asıllarında süreklilik ve değişmezlik olmayan şeyler, gerçek değildir. Gerçek olan şey değişmez, herkes tara­fından görülür ve bilinir, her zaman varlığını gösterir.

Sanatçı, konusunu seçerken, insan doğasındaki sü­reklilik, değişmezlik ve genellik nitelikleri taşıyan ve bü­tün insanlarda ortak olarak bulunan davranışlara doğru eğilmelidir. Bütün insanlardaki ortak davranışlar, zaman ve yere bağlı olarak değişmedikleri için, sürekli ve ger­çektir. Tarihteki olayların birçoğu, bir zaman parçası içinde meydana gelmiş, fakat bir daha görünmemek üze­re kaybolmuşlardır. Çünkü bu olayların birçoğu, sağdu­yunun verisi değildir, insandaki değişmez değerlerle iliş­kileri yoktur. Tarihteki bütün zulümler, maceralar, pa­rıltı ve görkemler, harpler birer tutkunun eseridir. Bun­ların çoğu, iradenin denetimine bağlı olan davranışlara dayanmazlar.

Buna karşılık Tanrı düşüncesi bakımından,, bütün insanlardaki iman ve inancın şiddeti, karakteri, aynıdır. Tanrı kavramında değişiklik olsa bile, inancın kökü de­ğişmez. İşte gerçek olan şeyler, bu değişmeyen değerler­dir.

Körlük, topallık gibi insanın dış yapısında görülen bozukluklar, vücudun yapısındaki dengenin ve estetiğin özüne bağlı nitelikler değildir. Bu böyle olmakla beraber delilik, sadistlik ve- manyaklık gibi ruhsal bozukluklar, insan doğasının gerçek yapısına aykırıdır. Bu bakımdan bir kimsenin topallığı, bütün insanların topal olmalarını; bir başkasının deliliği de bütün insanların tımarhanelere dolmalarını gerektirmez. Ruhsal bozukluklar ve vücut-sakatlıkları sağlam insanların merhametini çekebilir. Fakat sağlam insanlar karşısında, bu sakatlıkların bir haksızlık olduğu ileri sürülemez.

Bu çeşit bozukluk ve sakatlıklar, insan doğasına ve vücut yapısına aykırı düştükleri için sanata giremezler.

Modaya ve âdete bağlı olan davranışlar da sanata giremez. Çünkü bunlar gerçekle ilgisi olmayan geçici şeylerdir. Bu bakından modanın giyimleri ve eşyalarını sah­neye getirip eserin özünü, bu eşya yığını arasında kay­betmek doğru değildir.

Eşyanın ve giyimin modası olduğu gibi, fikirlerin de modası vardır. Böylesi fikirler, süreklilik ve değişmezlik göstermeler. Bu çeşit fikirleri sanata getirmenin fayda­sı yoktur. Çünkü böylesi fikirler, kendi modalarının geç­mesiyle birlikte eserin de ortadan kalkmasına sebep olur­lar. Bu açıklamalar şunu gösteriyor ki genel, değişmez ve sürekli olan şeyler gerçektir; böyle olmayanların ger­çekle ilişkileri yoktur.

Klasizmi daha iyi kavrayabilmek için zaman, yer(mekân) ve konu birliği ilkesini (prensipini) de bil­mek gerekir. Klasizmde bu üç ilkeye üç birlik İlkesi denir.

Klasizmde bu birliğin büyük bir önemi vardır. Klasizme göre, uzun bir zaman içinde akıp giden bir olayı, iki üç saatte seyrediliverecek bir trajedinin içine sıkıştır­mak mümkün değildir. Bu böyleyken, olayın geçtiği ye­ri, bütün ayrıntıları ve incelikleriyle sahneye oturtmak da imkânsızdır. Bu duruma göre, olayın meydana geliş sırasındaki yere ve zamana önem vermeye bir zorunluluk yoktur.

Zaten klasik sanatçılar, insanın elini, kemiğini ve si­nirini bir kenara bırakıp onu, sadece ruh olarak dü­şündükleri için, değişmez ve genel olan bu ruh, zamanın her parçası içinde vardır. Çünkü o, zaman ve yere göre şekil almamaktadır. Her zaman ve her yerde aynıdır.

Klasik eserlerin konuları da çok basit olmalıdır. Bir konuyu bütün parçalarıyla ele almak, yani konuyu dağıt­mak eserin zayıflamasına neden olur. Her konunun- bir merkezi vardır. Sanatçı, bu merkeze girmeli, konunun yöresine dokunmamalıdır.

Bir trajedinin zamanı ve yeri, konusunun basitliğine bağlı kalmalıdır, öyle ki konu, günlere, aylara ve senele­re dağılan bir genişlikte değil, iki üç saatlik bir zaman süresi içinde olup biten cinsten olmalıdır. Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin'in şu sözleri bu düşüncenin açık delilidir:

«Berenice'in mevzuundan daha basit ne olabilir? Roma İm­paratoru Titus, Filistin Kraliçesi Berenice'i sevmekte ve onun ta­rafından sevilmektedir. Fakat Roma kanunu onların evlenmeleri­ne mânidir. Bunun için derin aşklarına ve büyük yeislerine rağ­men, yekdiğerinden ayrılırlar. Bütün piyes, ayrılık karan anında, bu iki ruhta vukua gelen cidallerin tablosudur. Hislerin bu çarpış­maları ve gerilemeleri en garip hâdiselerin vukua gelmesinden da­ha müessirdir.»

Berenice adlı trajedisinin konusunun basitliğini ye­nenlere karşı Racine, şöyle konuşuyordu :

«Bu sadeliğin, yaratma kısırlığını ortaya koyduğunu düşü­nenler olmuştur... Aksine bütün yaratma, bir hiçle bir şeyler yapmaktan ibarettir.»

Dedikten sonra, eserin niteliklerini de şöyle sıralı­yordu :

«... İhtirasların şiddetinden; hislerin güzelliğinden ve anlatı­mın inceliğinden kuvvet alan bir olay ile beş perde devamınca seyircilerini sürüklemek...»

Eserinin başarısını göstermek için de şöyle diyordu :

«... Seyircinin, bu kadar göz yazı ile şereflendirdiği ve otu­zuncu temsili birinci kadar rağbet gören bir trajediyi, kendisine verdiğim için memnun olmadığına inanmak elimde değildir.»

İşte klasizmde, konunun basitliği, zamanla yerin önem taşımaması ve üçünün arasında bir birliğin bulun­maması koşulu, hatırdan çıkarılmayacak bir ilkedir.

Klasizmin şimdiye kadar anlatılan nitelikleri yanında şu noktaların da bilinmesi gereklidir:

1) Klasizmde «karakter» değil, «tip» temeldir:

Yukarda da söylendiği gibi, insanın dış yapısı, yani et ve kemik kısmı, klasizmi hiç ilgilendirmez. Onun için­dir ki dış portreye önem verilmiştir. Bir kimsenin kel­lik, körlük, topallık, kamburluk vb. gibi insan vücudu­nun dengesine aykırı düşen sakat, bozuk ve çirkin yapı­lışları, klasik eserlere bir tasvirle giremezler. Bu böyle olduğu gibi, birtakım ruhsal bozuklukların da klasik eser­lerde yeri yoktur.

Klasizm insanı, aklın düzene koyduğu ve sınırlan­dırdığı soyut ve ideal bir ruh olarak düşünmüştür. Bu nedenle insan doğasındaki aklın denetimine bağlı, genel olarak herkeste var olan değişmez ve gerçek davranış­ları klasizm, bir tip haline getirmiştir.

Klasizme göre, insanın kişiselliğinin hiç bir önemi yoktur. *Bu bakımdan trajedinin kahramanları, belli özel­liklere bağlı birer karakter örneği değil; herkeste ortak olan genel niteliklerin temsilcisi tipler olmalıdır.

Klasizmde tutkulu ve cimri bir kimse yoktur. Fa­kat herkeste ortak olarak bulunan tutkunun ve cimrili­ğin kendisi vardır. Şu halde tip, bunları temsil edecektir.

2) Klasizmde İnsana değginlik(beşerîlik):

Klasizm insana değgin bir karakterlere sahip oldu­ğu için ulusal tarihe, yerli giyimlere ve renklere değer vermemiştir. Ortaçağ tarihi onu hiç ilgilendirmemiş, uzak beldeler onun ilgisini çekmemiştir. O, sadece bü­tün insanları ilgilendiren genel konular üzerinde durmuş­tur. Onun yaşattığı tipler, her yerdeki insanlar tarafın­dan tanınan tiplerdir.

Klasizmin insana dair anlayışına göre, bireyleri (fertleri) kendilerine özgü kişilikleri içinde görmek­ten kaçınmalıdır. Gerçek özgünlük (orijinallik), biri­nin ötekinden ayrı oluşunda değildir. Eğer özgünlük bu ayrılıktan ileri geldiyse, bizden başka olan insanın bi­zimle ortak olan hiç bir tarafı bulunmazdı. Bu yüzden bizden başka olan bir kimseyi kavramamıza imkân ol­mazdı. O halde sanat, insanlarda ortak bulunan konular üzerinde durarak genellik, yani insanoğluna yakışırlık niteliği taşımalıdır.

Klasizmde daha çok tiyatro eser eri önem kazanmış­tır. Eğer Madam De La Fayette, Princesse De CleVes adındaki romanını sanat dünyasına kazandırmamış ol­saydı, klasizmde Roman'dan söz açmak güçleşecekti.'

Bizim, Tanzimat Edebiyatı'mızla Batı'ya yönelişimiz sırasında, Romantizm bile yerine Realizmle bırakmış bu­lunduğundan, daha önce yaşantısını bitirmiş olan Klasizm'i tanımamız ve edebiyatımıza getirmemiz mümkün olmamıştır. Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa'nın çabalan bir kenara bırakılırsa, bu böyledir.

3) Klasizmde dil:

Klasizm, hayatın birçok gerçeklerine yüz çevirdiği ve insanlığı gerçek yapısı içinde değil de kendi idealizmine göre biçimlendirdiği için, kullandığı dil de ince ve süz­me bir dildir. Klasizme göre, fikirler zaten yeteri kadar karanlıktır. Bunu daha karartıcı bir dille anlatmak yer­siz olur. Klasizm, ölçülü ve genel bir güzellik düşündüğü için, bunu anlatmakta kullanılacak sözcükler kaba ve ba­yağı olamazlar. Bu bakımdan klasik edebiyatın dili, sa­natın inceliğine paralel olarak ölçülü ve seçimli sözcük­lerden meydana gelmiştir.

Dil, bu nitelikleri taşımakla beraber, okumuşların yadırgamayacakları kadar da açık ve sade olacaktır. Trajedinin dili, geniş halk sınıfına hitap edecek kadar açık ve sadedir. Fakat bu sadeliği, klâsik edebiyatın in­celiğini zedeleyecek ölçüye indirmemek gerekir.

SON EKLENENLER

Üye Girişi