KLASİSİZM-2
Klasizm, sözcük anlamı bakımından, kuralcı sanat yolu demektir. Fakat edebî akım olarak tanımlamak gerekirse, iki "şekilde tanıtmak mümkündür:
Klasizim, bir milletin kendi öz dilinde meydana gelen ve zamana dayanabilen, modaya göre değişmeyen edebî eserlerin bağlı bulunduğu akün dır.
XVII. yy. Fransa'sının Boileau, Moliere, La Fontaine, La Buriyere, Racine, Cornel İle, Bosuet, Madam De La Fayette gibi sanatçılarının temsil ettikleri belli kurallara dayanan bir edebî akımdır. Buna, «1660 Ekolü =Mektebi» de denir.
Klasizmin doğuş nedenini bilmedikçe, onun ölçülerini kavramak mümkün değildir. Bu nedene nereden ve nasıl gireceğiz ? Bu soruya karşılık bulmaya çalışalım :
Avrupa'da yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans devinmesiyle Hümanizm denen bir akım, sanatçıların sinirlerini sarsmaya başlamıştı. Hümanizm, eski Yunan ve Lâtin sanatına eğilim hareketidir. Bu eğilimin takıldığı sorun şu idi:
Acaba, milâttan önce gelip geçmiş bu Yunan ve Lâtin sanatçılarının eserlerinde, zamanımızın insanlarının içini burkan, onların gözlerini yaşartan, onları düşüncenin dönemeçlerine düşüren sır nedir? Neden o eserleri
binlerce yıl önce meydan tiyatrolarında seyreden insanların heyecanıyla aynı eserleri okuyan, ya da modern sahnelerde seyreden bugünkü insanların heyecanı arasında bir başkalık yoktur ?
Bu sorulara, klasizmin yapışım kuran şu üç temele bağlı bir karşılık bulunmuştur:
a)Bu eserlerin konulan doğaya (tabiata) uygundur.
b)Davranışlar, aklın denetimine bağlıdır.
c)Konulan gerçektir.
Bu üç temelin ne olduklarını sırasıyla tanıtmaya çalışalım:
a) Konunun doğaya (tabiata) uygunluğu:
Konunun doğaya uygunluğunu anlayabilmek için, önce klasizme göre doğanın ne olduğunu kavrayalım:
Klasizme göre doğa, dış dünyada gördüğümüz, belli bir güzellik anlayışına ve ahenge bağlı olan dağ, su, ağaç, hayvan, eşya gibi varlıkların meydana getirdikleri düzen değildir. Bu dış doğa, klâsik sanatlıları hiç ilgilendirmemiştir. Yani dış doğayı eserlerinin dekoruna sokmamışlar, eserlerinin çatısında ona yer vermemişlerdir.
Bu sanatçılar, doğa olarak insanın iç yapısını ele almışlardır. Çünkü sürekli olan doğa budur. Onlara göre dış doğa sahtedir. Onun içinde meydana gelen olayların tümü gelip geçicidir. Şimdi olan, biraz sonra yoktur. Yok olan şeyde de .süreklilik ve değişmezlik aranmaz. Ağaç şimdi yeşil, sonra çıplak; hava şimdi soğukken biraz sonra sıcaktır. Halbuki insan doğasında süreklilik ve değişmezlik başta gelir.
insan doğasında fikir ve duygulardan gelen iki türlü davranış vardır.. Bunlardan birisi Udin denetimine bağlı olan davranışlar; öteki de bu denetimin dışında kalan, içgüdüye bağlı olan davranışlardır.
b) Davranışların, aklın denetimine bağlı olmaları:
Duyguların bir kısmı, aklın denetimi altında, birçokları da bu denetimin dışında kalır.
Aklın denetiminden, yani iradenin baskısından kurtulan davranışlar, insanı alçaltan, küçülten, onun yüceliğini ortadan kaldıran hayvansal tutkuların (= ihtirasların) itişleriyle meydana gelen davranışlardır. Bu çeşit içgüdüler hayvanlarda da vardır. Böylesi davranışlar insanda ve hayvanda birbirinin tıpkısıdır.
Buna karşılık insan, bazı davranışlarını, sağduyusu yardımıyla denetleme altına alabilir. Ancak bu çeşit davranışlar insanlığı kurtarabilir.
Hayvansal tutkularımız, iştahlarımız olmasa da biz insanız. Fakat aklın denetlediği, yani sağduyuya bağlı olan davranışlarımız ortadan kalkınca, insan olmaktan çıkar, hayvanlaşırız. Bu bakımdan içgüdüye bağlı davranışları sanata sokmak doğru değildir. Çünkü bu davranışlarda değişmezlik yoktur. Midenin acıkması gibi gelip geçicidirler. Mide doldurulunca, onu dolduran yiyeceğe karşı önceden duyulan iştah ve istek ortadan kalkar. Demek ki bu çeşit isteklerimizde süreklilik ve değişmezlik yoktur. Bunun için de bayağıdırlar. Bayağı şeylerin sanata girmeleri doğru olamaz.
Klasiklere göre, insanın yarattığı olaylardaki çirkinlikler ve kötülükler, onların içgüdülerinden gelir. Eğer bu çirkinliklerin, sanata getirilmelerinde bir zorun olursa, bunları, ancak insanlık değerlerinin ayarlarını yükseltmek için, ibret levhası olarak getirmelidir, örneğin bir kralın insanlık şerefini zedeleyen baskısını, eziyet ve işkencelerini yermek, ya da kamuoyuna göstermek amacıyla bir yola gidebilir.
Fakat bu da, olayları duyumlardan sıyırmak, sağduyuya teslim etmek koşuluyla yapılabilir. Olaylara bu nitelik verilmezse, trajedinin o sahnesi, klasik öğretiye (doktrine) aykırı düşer. Çünkü hayvanı sahneye çıkarmak, klasizme göre mümkün değildir. Şekil bakımından bu böyle olmakla beraber, içgüdü itkilerini sahneye dökmek, orada hayvanı yaşatmak demektir.
Bu açıklamalardan şu çıkıyor: Akıl adı altında bir bütünlük meydana getiren sağduyu ve iradenin firenle-yemediği davranışlar, sanata konu olamıyor. Buna karşılık iradenin baskısı altında kalan ve herkes tarafından-bilinen genel ve değişmez davranışlar sanata girebiliyor.
c) Konuların gerçek olmaları:
Klasizm, hayale hiç önem vermemiştir. Çünkü hayal, aldatıcı ve sahte bir yapıya sahiptir. Hayal, gerçeğin tam tersidir. Hayal, olmuş şeyin üzerinde durmaz; fakat şeyin, olmasını ister.
Asıllarında süreklilik ve değişmezlik olmayan şeyler, gerçek değildir. Gerçek olan şey değişmez, herkes tarafından görülür ve bilinir, her zaman varlığını gösterir.
Sanatçı, konusunu seçerken, insan doğasındaki süreklilik, değişmezlik ve genellik nitelikleri taşıyan ve bütün insanlarda ortak olarak bulunan davranışlara doğru eğilmelidir. Bütün insanlardaki ortak davranışlar, zaman ve yere bağlı olarak değişmedikleri için, sürekli ve gerçektir. Tarihteki olayların birçoğu, bir zaman parçası içinde meydana gelmiş, fakat bir daha görünmemek üzere kaybolmuşlardır. Çünkü bu olayların birçoğu, sağduyunun verisi değildir, insandaki değişmez değerlerle ilişkileri yoktur. Tarihteki bütün zulümler, maceralar, parıltı ve görkemler, harpler birer tutkunun eseridir. Bunların çoğu, iradenin denetimine bağlı olan davranışlara dayanmazlar.
Buna karşılık Tanrı düşüncesi bakımından,, bütün insanlardaki iman ve inancın şiddeti, karakteri, aynıdır. Tanrı kavramında değişiklik olsa bile, inancın kökü değişmez. İşte gerçek olan şeyler, bu değişmeyen değerlerdir.
Körlük, topallık gibi insanın dış yapısında görülen bozukluklar, vücudun yapısındaki dengenin ve estetiğin özüne bağlı nitelikler değildir. Bu böyle olmakla beraber delilik, sadistlik ve- manyaklık gibi ruhsal bozukluklar, insan doğasının gerçek yapısına aykırıdır. Bu bakımdan bir kimsenin topallığı, bütün insanların topal olmalarını; bir başkasının deliliği de bütün insanların tımarhanelere dolmalarını gerektirmez. Ruhsal bozukluklar ve vücut-sakatlıkları sağlam insanların merhametini çekebilir. Fakat sağlam insanlar karşısında, bu sakatlıkların bir haksızlık olduğu ileri sürülemez.
Bu çeşit bozukluk ve sakatlıklar, insan doğasına ve vücut yapısına aykırı düştükleri için sanata giremezler.
Modaya ve âdete bağlı olan davranışlar da sanata giremez. Çünkü bunlar gerçekle ilgisi olmayan geçici şeylerdir. Bu bakından modanın giyimleri ve eşyalarını sahneye getirip eserin özünü, bu eşya yığını arasında kaybetmek doğru değildir.
Eşyanın ve giyimin modası olduğu gibi, fikirlerin de modası vardır. Böylesi fikirler, süreklilik ve değişmezlik göstermeler. Bu çeşit fikirleri sanata getirmenin faydası yoktur. Çünkü böylesi fikirler, kendi modalarının geçmesiyle birlikte eserin de ortadan kalkmasına sebep olurlar. Bu açıklamalar şunu gösteriyor ki genel, değişmez ve sürekli olan şeyler gerçektir; böyle olmayanların gerçekle ilişkileri yoktur.
Klasizmi daha iyi kavrayabilmek için zaman, yer(mekân) ve konu birliği ilkesini (prensipini) de bilmek gerekir. Klasizmde bu üç ilkeye üç birlik İlkesi denir.
Klasizmde bu birliğin büyük bir önemi vardır. Klasizme göre, uzun bir zaman içinde akıp giden bir olayı, iki üç saatte seyrediliverecek bir trajedinin içine sıkıştırmak mümkün değildir. Bu böyleyken, olayın geçtiği yeri, bütün ayrıntıları ve incelikleriyle sahneye oturtmak da imkânsızdır. Bu duruma göre, olayın meydana geliş sırasındaki yere ve zamana önem vermeye bir zorunluluk yoktur.
Zaten klasik sanatçılar, insanın elini, kemiğini ve sinirini bir kenara bırakıp onu, sadece ruh olarak düşündükleri için, değişmez ve genel olan bu ruh, zamanın her parçası içinde vardır. Çünkü o, zaman ve yere göre şekil almamaktadır. Her zaman ve her yerde aynıdır.
Klasik eserlerin konuları da çok basit olmalıdır. Bir konuyu bütün parçalarıyla ele almak, yani konuyu dağıtmak eserin zayıflamasına neden olur. Her konunun- bir merkezi vardır. Sanatçı, bu merkeze girmeli, konunun yöresine dokunmamalıdır.
Bir trajedinin zamanı ve yeri, konusunun basitliğine bağlı kalmalıdır, öyle ki konu, günlere, aylara ve senelere dağılan bir genişlikte değil, iki üç saatlik bir zaman süresi içinde olup biten cinsten olmalıdır. Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin'in şu sözleri bu düşüncenin açık delilidir:
«Berenice'in mevzuundan daha basit ne olabilir? Roma İmparatoru Titus, Filistin Kraliçesi Berenice'i sevmekte ve onun tarafından sevilmektedir. Fakat Roma kanunu onların evlenmelerine mânidir. Bunun için derin aşklarına ve büyük yeislerine rağmen, yekdiğerinden ayrılırlar. Bütün piyes, ayrılık karan anında, bu iki ruhta vukua gelen cidallerin tablosudur. Hislerin bu çarpışmaları ve gerilemeleri en garip hâdiselerin vukua gelmesinden daha müessirdir.»
Berenice adlı trajedisinin konusunun basitliğini yenenlere karşı Racine, şöyle konuşuyordu :
«Bu sadeliğin, yaratma kısırlığını ortaya koyduğunu düşünenler olmuştur... Aksine bütün yaratma, bir hiçle bir şeyler yapmaktan ibarettir.»
Dedikten sonra, eserin niteliklerini de şöyle sıralıyordu :
«... İhtirasların şiddetinden; hislerin güzelliğinden ve anlatımın inceliğinden kuvvet alan bir olay ile beş perde devamınca seyircilerini sürüklemek...»
Eserinin başarısını göstermek için de şöyle diyordu :
«... Seyircinin, bu kadar göz yazı ile şereflendirdiği ve otuzuncu temsili birinci kadar rağbet gören bir trajediyi, kendisine verdiğim için memnun olmadığına inanmak elimde değildir.»
İşte klasizmde, konunun basitliği, zamanla yerin önem taşımaması ve üçünün arasında bir birliğin bulunmaması koşulu, hatırdan çıkarılmayacak bir ilkedir.
Klasizmin şimdiye kadar anlatılan nitelikleri yanında şu noktaların da bilinmesi gereklidir:
1) Klasizmde «karakter» değil, «tip» temeldir:
Yukarda da söylendiği gibi, insanın dış yapısı, yani et ve kemik kısmı, klasizmi hiç ilgilendirmez. Onun içindir ki dış portreye önem verilmiştir. Bir kimsenin kellik, körlük, topallık, kamburluk vb. gibi insan vücudunun dengesine aykırı düşen sakat, bozuk ve çirkin yapılışları, klasik eserlere bir tasvirle giremezler. Bu böyle olduğu gibi, birtakım ruhsal bozuklukların da klasik eserlerde yeri yoktur.
Klasizm insanı, aklın düzene koyduğu ve sınırlandırdığı soyut ve ideal bir ruh olarak düşünmüştür. Bu nedenle insan doğasındaki aklın denetimine bağlı, genel olarak herkeste var olan değişmez ve gerçek davranışları klasizm, bir tip haline getirmiştir.
Klasizme göre, insanın kişiselliğinin hiç bir önemi yoktur. *Bu bakımdan trajedinin kahramanları, belli özelliklere bağlı birer karakter örneği değil; herkeste ortak olan genel niteliklerin temsilcisi tipler olmalıdır.
Klasizmde tutkulu ve cimri bir kimse yoktur. Fakat herkeste ortak olarak bulunan tutkunun ve cimriliğin kendisi vardır. Şu halde tip, bunları temsil edecektir.
2) Klasizmde İnsana değginlik(beşerîlik):
Klasizm insana değgin bir karakterlere sahip olduğu için ulusal tarihe, yerli giyimlere ve renklere değer vermemiştir. Ortaçağ tarihi onu hiç ilgilendirmemiş, uzak beldeler onun ilgisini çekmemiştir. O, sadece bütün insanları ilgilendiren genel konular üzerinde durmuştur. Onun yaşattığı tipler, her yerdeki insanlar tarafından tanınan tiplerdir.
Klasizmin insana dair anlayışına göre, bireyleri (fertleri) kendilerine özgü kişilikleri içinde görmekten kaçınmalıdır. Gerçek özgünlük (orijinallik), birinin ötekinden ayrı oluşunda değildir. Eğer özgünlük bu ayrılıktan ileri geldiyse, bizden başka olan insanın bizimle ortak olan hiç bir tarafı bulunmazdı. Bu yüzden bizden başka olan bir kimseyi kavramamıza imkân olmazdı. O halde sanat, insanlarda ortak bulunan konular üzerinde durarak genellik, yani insanoğluna yakışırlık niteliği taşımalıdır.
Klasizmde daha çok tiyatro eser eri önem kazanmıştır. Eğer Madam De La Fayette, Princesse De CleVes adındaki romanını sanat dünyasına kazandırmamış olsaydı, klasizmde Roman'dan söz açmak güçleşecekti.'
Bizim, Tanzimat Edebiyatı'mızla Batı'ya yönelişimiz sırasında, Romantizm bile yerine Realizmle bırakmış bulunduğundan, daha önce yaşantısını bitirmiş olan Klasizm'i tanımamız ve edebiyatımıza getirmemiz mümkün olmamıştır. Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa'nın çabalan bir kenara bırakılırsa, bu böyledir.
3) Klasizmde dil:
Klasizm, hayatın birçok gerçeklerine yüz çevirdiği ve insanlığı gerçek yapısı içinde değil de kendi idealizmine göre biçimlendirdiği için, kullandığı dil de ince ve süzme bir dildir. Klasizme göre, fikirler zaten yeteri kadar karanlıktır. Bunu daha karartıcı bir dille anlatmak yersiz olur. Klasizm, ölçülü ve genel bir güzellik düşündüğü için, bunu anlatmakta kullanılacak sözcükler kaba ve bayağı olamazlar. Bu bakımdan klasik edebiyatın dili, sanatın inceliğine paralel olarak ölçülü ve seçimli sözcüklerden meydana gelmiştir.
Dil, bu nitelikleri taşımakla beraber, okumuşların yadırgamayacakları kadar da açık ve sade olacaktır. Trajedinin dili, geniş halk sınıfına hitap edecek kadar açık ve sadedir. Fakat bu sadeliği, klâsik edebiyatın inceliğini zedeleyecek ölçüye indirmemek gerekir.