Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

(Kahire 1889-Ankara 1974) Romancı, yazar. Orta öğrenimini İzmir ve İskenderiye'de tamamladı. İstanbul'a geldikten sonra çeşitli gazetelerde yazdı. Milletvekili seçildi, büyükelçilik görevlerinde bulundu. Son resmî görevi Anadolu Ajansı yönetim kurulu başkanlığı idi.

Yakup Kadri ile Mülakat

Son yıllarda edebiyat âleminden biraz uzaklaşmış olmam rağmen, uzun ömürlü aile dostu romancı Yakup Kadri ile bir ede görüşme yaparak kendisine ve sanatına ait bazı noktaları, edebiyat tarihi adına tesbit etmenin faydalı olabileceğini hep düşünürdüm bu sene seksen beş yaşını doldurmuş olan üstadın eşi Leman Hanımefendi'ye Ankara'nın meşhur Tuna Pastahane'sinde rastlamam ve kendisince nazikâne bir şekilde davet edilmem, fikrimi gerçekleştirmeme vesile oldu.

Çankaya'daki evinde ziyaret ettiğim muhterem romancı ile merhabalaştıktan ve şundan bundan biraz konuştuktan sonra, vakit geçirmeden konuya girdim:

"-Efendim, siz son yüzyıl edebiyat tarihimizin belli başlı âbidelerinden birisiniz. Eserleriniz kadar kendiniz ve hayatınız da edebiyat tarihinin malıdır. Onun için, size çok şahsî sualler de sorsam, kusuruma bakmamanızı rica edeceğim. Meselâ, suallerimden biri şu olacak: İlk âşık olduğunuz zaman kaç yaşında idiniz?"

Sorudan hoşlandı. Yüzü güldü.

"-ilk âşık olduğum zaman mı? Hemen cevaplandırayım sualinizi. Ben ilk âşık olduğum zaman beş yaşımda idim. Evet, beş yaşımda... Bize sık sık ziyarete gelen şık ve zarif bir hanımefendi var o zamanın şıklığına göre... Bildiğim bütün hanımlardan daha güzel, daha süslü idi. Bir de nefis bir koku sürünürdü ki bu koku beni mest ederdi. Esasen ona ait her şeyi beğenirdim. O gelip gittikten sonra günlerce onu düşünürdüm. Velhasıl âşıktım. O kendisine hayranlığımın farkında idi. Beni kucaklar, öperdi. Hattâ, bana "Küçük nişanlım” derdi. Sonraları öğrendim ki bu hanımla babam arasında bir gönül rabıtası varmış. Hem de o anlattığım sıralarda başlangıç safhasında. Bana gösterdiği iltifatlar babamı tahrik etmek için imiş."

"-Ya... Demek ilk aşkınız bu... Şimdi de cesaret etsem, en büyük aşkınızı soracağım amma..."

"-İşte budur diyelim... veyahut karım..."

Eşine bakarak güldü.

"-Haklısınız, efendim... Başka suale geçeyim: Yazı hayatınıza başladığınız sıralarda veya daha sonra eserlerine hayran olduğunuz ve tesiri altında kaldığınız bir yazar var mı idi?

"-Zannedersem Mehmet Rauf'u zikredebilirim. Eylûl'ü okuduğum zaman derin tesiri altında kaldım. Günlerce ve haftalarca içimde bu tesiri duydum. Fakat Rauf'un sanatıma ve üslûbuma direkt tesiri olduğunu söyleyemem. Çünkü Rauf, Flaubert'in etkisi altında idi. Sadece ferdin his dünyasına ehemmiyet verirdi. Ben ise, gençlik yıllarımdan beri sosyal davalarla ilgilenirim... Siyasete önem vermem de yüzden..."

Üstadın konu dışı olan bu sözleri kendisinin yıllarca Halk Partisi’nin sözcülüğünü ettiği Ulus gazetesindeki yazı faaliyetine bir ima idi. Fakat ben siyasî sual sormamaya azmetmiştim. Konuya dönerek dedim ki:

"-Ya yabancı yazarlar arasında..."

"-Yabancılar arasında bende en derin tesiri bırakan ve bugün dahi en çok beğendiğim yazar Marcel Proust'dur. Maalesef onu geç keşf ettim. 1922'lerde, yani otuzumdan sonra. O sıralarda Fransızlar Proust'u sevmezlerdi. Aristokratlığa özeniyor diye, halbuki aristokratları "Ridiculiser" ediyor, onların gülünç taraflarını ortaya koyuyor, Fransızlara Proust'u İngilizler tanıttı. Türkçeye de ilk defa ben tercüme ettim: "Du cote de chez swann'ı.."

'-Proust'ta beğendiğiniz şey nedir?"

-İnce ve kuvvetli psikolojisi: Burgu gibi deler deler, insan ruhunun dibine, içgüdülerine kadar iner..."

“Sizce en çok hangi eserleriniz üzerinde Proust’un tesiri olmuştur?

-Hiç şüphesiz "Sodom ve Gomore" üzerinde. Öyle zannediyorum Proust bana bazı konulara dokunmak cesaretini verdi. Fakat, tabii Sodom ve Gomore'de Proust tesiri dışında da çok şey var: Her şeyden evvel muayyen bir devrin tablosu. Sonra, millî bakımdan muayyen çevrelerdeki aşağılık duygusu..

"-Nur Baba'yı ne gibi şartların tesiriyle yazdınız?"

"-Nur Baba'yı mı? O bir hayal kırıklığının mahsulüdür. Bir za­manlar ben bir inanış, bir heyecan ihtiyacıyle Bektaşiliğe sarılmıştım. Tasavvufu dinden ayrı bir şey olarak görüyordum. Birçok Bektaşi tekkesine devam ettim. Bir Derviş İbrahim vardı. O beni götürürdü. Ümmi bir arkadaştı... Fakat Bektaşilikte umduğumu bulamadım. Ve Nur Baba'yı bir hıncın tesiriyle yazdım..."

"-Bektaşilikten soğumak, sizi toptan tasavvuftan mı soğuttu?"

"-Bunu diyemem, çünkü Yunus Emre'yi keşfettikten sonra, uzun zaman tadına doyamadım. Bugün bile zevkle okurum. Köprülü'ye Yunus Emre'yi ben tanıttım. O da hemen meşhur eserini yazdı. Bilir­siniz, Yunus için Mevlâna'nın sözünü: "Bu Yörük oğlanı bizi bile geç­ti" der. Yunus Emre'nin en çok beğendiğim beyti de şu:

"Ete kemiğe burundum,

Yunus diye göründüm."

Ben sefir iken, dışarıda diplomatik ziyafetlerde, yabancı sefirlere tercüme ederdik bu mısraları, hanımla ben. Hayran kalırlardı."

"-Sayın üstad, eserleriniz arasında, en çok kendinizi ifade ettiği­niz, kendinizden verdiğiniz eseriniz hangisidir?"

"-Bilmem ki. Hepsi. Belki de, meselâ "Hüküm Gecesi". Gerçi ro­manın kahramanı ve hatta ikinci derecedeki şahıslardan hiçbiri ben değilim. Onların başından geçen benim başımdan geçmemiştir. Fa­kat olay olarak değilse de, duygu olarak, ben o devri ta içimde yaşa­dım ve romanda yaşatmaya çalıştım."

"En çok beğendiğiniz romanınız hangisidir, bunu sorabilir mi­yim?"

"Beğendiğim mi? Aslına bakarsanız, hiçbir romanımı tam olarak beğenmem. Kendini beğenmiş insan değilim ben..." Bunu söylerken gülüyordu.

"-Beğenmek değil, tercih etmek diyelim isterseniz... Yani, roman nev'i hakkında bugün sahip olduğunuz görüşlere uygun olanı..."

"-Belki de "Panorama"... Bütün bir devir var o romanda. Gerçek­çi, objektif bir görüşle yapılmış bir "Peinture Soiale"... Sırası gelmiş­ken şunu söylemeliyim, mühimdir:

"Sosyal gerçekçilik" dedikleri şey, tek başına, sanat eseri yaratmak için, kâfi değildir. Bu bakımdan ben, 1993'te Moskova'da toplanan Yazarlar Kongresl'nde Rusları açıkça tenkit ettim: "Birinci Cihan Har-bi'nden evvel mükemmel edebiyatınız vardı, o zamandan beri bir şey yapamadınız." dedim. Fransızlardan Aragon da bana katıldı. Ga­zetelerde resmim çıktı. Günün adamı oldum. Ya... Açıkça söyledim Ruslara. Dedim ki..."

Üstad bu bahsi uzattıkça uzatıyor. Belli ki, sol gibi yorumlanan bazı fikirleri dolayısiyle, kendisini Sovyet rejimi hayranı sayabileceklere karşı delillere, vakalara dayanan tekzipte bulunmak arzusu var içinde...

Sözünü kesiyorum:

"-Romanlarınızı nasıl yazarsınız? Mevzuunuz kafanızda olgun­laştıktan sonra mı kâğıda dökersiniz, yoksa yazdıkça mı konu geli­şir?"

"Yazdıkça yazdıkça... Mevzu kendisi romancıyı sürükler... Hattâ bazen dekor ve şahıslar... Ben, meselâ, muhayyilemin önüme serdi­ği sahneleri bir film seyreder gibi seyreder ve gördüklerimi anlatı­rım... Bunlar benim dışımda olan şeylermiş gibi... O kadar ki Panorama'yı yazarken, bir yerinde duygulanarak, kalemi bırakıp ağladığı­mı hatırlıyorum... Sonra, "Kiralık Konak" yok mu? Nedense en çok tutunmuş romanlarımdan biridir. Ben bunu para kazanmak için, bir gazetede tefrika edilmek üzere yazmağa başladım ve ilk cümlesini yazdığım zaman mevzuu hakkında en ufak fikrim yoktu. Fakat yaz­dıkça mevzu yumak gibi açıldı."

"-Bir daha dünyaya gelmek mümkün olsa idi, hangi mesleği se­çerdiniz?"

"-Ben mi? Tereddüt etmeden aynı mesleği, yani romancılığı… Romancılıktan daha zevkli meslek var mı? Bir kere hakikî hayatta kendiniz olarak yaşıyorsunuz. Bundan başka, hayalinizin kurduğu dünyada, yarattığınız her şahısla ayrıca yaşıyorsunuz. Bir de kendi yaşadığınız bu hayatları başkalarına, bütün okuyucularınıza yaşatıyorsunuz..."

"-Daha uzun seneler yaşayın ve yaşatın, üstad. Size çok teşekkür ederim. Edebiyat tarihimiz için kıymetli bilgiler verdiniz, sanatınız hakkında mühim noktaları aydınlattınız."

Memnuniyet dolu bir gülüş birdenbire yüzünü gençleştiriyor, kocaman siyah gözlerine canlılık ve parlaklık veriyor. Zarif bir nezaket ve tevazu ile:

"-Ben size teşekkür ediyorum." diyor.

Elini sıkıp ayrılıyorum.

Edebi Mülakatlar,Etem Çalık

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

MÜLAKAT - RÖPORTAJ FARKI

AHMET HAMDİ TANPINAR İLE MÜLAKAT

MÜLAKAT ÖRNEKLERİ

ELEŞTİRMENİN ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLERİ

MEKTUP ÖRNEKLERİ

 


MİLLÎ EDEBİYATIN EN KUVVETLİ YAZICISI: MEHMET AKİF (ERSOY)

Kandemir

Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. Fakat İstiklâl Marşı'nın millî his,millî heyecan ve millî şiir yaratan bu büyük şairi Akif yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muhariri Akif'le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarıni topladı.

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak, vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında olgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.

Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın özlere bakıyorum; zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, yavaşça soruyorum.

-Özledin mi bizi üstat?...

Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu şehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.

-Özlemek mi oğlum. Özlemek mi?...

Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu;

- Mısır'dan üç gecede geldim... Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü... Orada on bir yıl kaldım... Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım...

- Hasret...

Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:

- ...Çok acı...

- Ya kavuşmanın sevinci?

- Onu sorma oğlum... Onu ben kendi kendime bile soramıyo­rum... Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim.

Ve kendi kendine söylüyor:

-Cennet gibi yurdumdayım ya... Çok şükür. Hastalığı akla geliyor;

-Karaciğerim, dalağım şişmiş., geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?

Eski hatıralarını deşiyorum. Millî Mücadele'nin ilk günlerinde An­kara istasyonunda karşılaşışımızı hatırlıyorum.

-Evet... diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan "Cuma"yı tuttuk. O zaman Adaparazı'nda karışık­lık vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke'ye geldik ve trenle Ankara'ya ulaştık... Ankara... Yarabbi ne he­yecanlı, helecanlı günler geçirmiştik... Hele Bursa'nın düştüğü gün... Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz... Fakat imanımız büyüktü."

Yorgun, susuyor..

- istiklâl Marşı'nı nasıl yazdınız?

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor:

- Doğacaktır, sana vadettiği günler hakkın!...

Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün... İmanım olma­saydı yazabilir miydim. Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır... Şu var ki, "İstiklâl Marşı'nın şiir olmak I üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır."

Ve, gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı ' nağme titriyor:

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

-Ya büyük zafer üstadım. O anda ne duydunuz?

Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış ( gibi, nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek; -Ah... diyor:

Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna... Dalı­yor.

Ve sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:

-Allah’ım ne muazzam zaferdi o!.. Ortalık hercümerç oldu... Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.

Tekrar gözlerini yumuyor:

- Ve biz, mest olduk!..

- O zaman bir şey yazmadınız mı?

-Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı... Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu.

Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla veriyor­lar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o, ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benim­le konuşmak nezatekini gösteriyor:

- Mısır'da nasıl vakit geçirdiniz?

- Kahire'nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum.

Zaten, tab'an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem, İstan­bul'da iken de böyle idim. Mısır'da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Helvan'da yaşadım. Son zamanlarda Kahire'ye indim.

- Sevdiniz mi Mısır'ı?

- Var, güzel tarafları var... Bilhassa kışın... hoş yazın da, sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Orada sıcak da sü­rekli değildir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odala­rın harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz... Fakat bir yaz günü İstanbul... Bu doğup büyüdüğüm, bütün dostlarımın yaşadıkları is­tanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince...

- Mısır'da neler yazdınız?

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Ben bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarih'i "tekerrür" diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Ve üstadın Helvan'da yazdığı "Firavunla Yüz Yüze"sinden şu son parçayı alıyorum:

Bileydin, ey koca Mısır'ın ilâhî üryanı! Mezara, heykele ait bütün bu velveleler Bekan için mi hakikat? Meramın oysa, heder: Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!

-Kolay mı yazarsınız?

Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek:

-Hayır!... diyor.

Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor:

- Çok uğraşırım.. Epeyi çalışırım.. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim... nihayet kâğıt üzerine naklederken de hayli yorulurum.

- Zevklerinizi sorabilir miyim üstadım?

Hafifçe gülümsüyor. Ve "zevk" diye dünyada birşey var mı der gi­bi yüzüme bakıyor:

-Zevk mi? Benim zevklerim mi? Eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, ya­payalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse. Eh benim de zevklerim var demektir.

Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor;

- Siz yorulmayın., ben vereyim..

- Yiyemeyeceğim..

- Bir parça sütlâç..

- Mümkün değil.. Rica ederim ısrar etmeyin... Ve bana dönüyor:

-Eskiden beri yemekle başım hoş değildir... Sigara da içmem Şimdi doktorlar zorla ye, deyip duruyorlar... Zorla ne olur ki, yeme yenebilsin?

Yedigün, nu. 173, 1 Temmuz 1936, s. 6-TDK, Röportajlar


1.

-Acilen, kısa vadede neler yapabiliriz dilimizi daha fazla incitmemek için?

-Prof. Dr. Ercilasun: Kısa vadede ancak kampanyalar açabilirsiniz fakat iş bunlarla kalırsa geleceği kurtaramazsınız. Acil olarak eğitim sisteminde düzenleme gerekmektedir. Bunun için mutlaka seçme ve ayıklama gerekir eğitimde. Sınıflarda seviye farklarını ortadan kaldırmanız gerekir, ders kalabalığından vazgeçmek gerekir.

-TBMM'de kanun teklifleri veriliyor, zaman zaman Türk dilinin korunması amacıyla fakat çıkarılamıyor.

-Prof. Dr. Ercilasun: Kanun şu anki bazı olumsuzlukları ortadan kaldırabilir. Sokağa taşan görüntülere engel olabilir.

2.

Herkes merak eder; acaba illüzyonist­ler yakın çevresine oyunlarla İlgili ufak sırlar verirler mi diye. Sizin bu konuda kurallarınız ne kadar katıdır? Ya da illüzyonistlerin bu konuyla ilgili ortak bir prensipleri var mıdır?

Sırlar hiç bir zaman hiç kimseye açıklan­maz. Çünkü bu sanatın temeli o sırlarda gizlidir. Seyirci oyunun sırrını bilmediği zaman ondan zevk alır. Yoksa sırrını bil­diğinde seyretmenin ne anlamı kalır? Ama ne yazık ki günümüzde biri bir oyun yaptı mı herkes ondan haz duymak yeri­ne "nasıl yaptı" derdine düşüyor.

İllüzyon sanatını diğer sanat dallarıyla karşılaştırılanız bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Felsefeciler felsefeyi; sosyoloji, mantık gibi bilimler kapsayan bir üçgen yapı ola­rak açıklar ve felsefeyi en üste koyarlar. Ben de illüzyonu bu şekilde açıklayaca­ğım. İllüzyon, sahne sanatlarının tepe noktasındaki sanattır. Çünkü sinema da tiyatro da illüzyondan doğmuştur. En es­ki sahne sanatı illüzyondur. Kaldı ki bir il­lüzyon gösterisi sahne sanatlarının mü­zik, dekor, kostüm gibi bütün unsurlarını taşıdığı gibi kendi tekniği ile bambaşka bir sanat dalıdır. Bu bakımdan zordur. El­bette bu zorluğu, bütünüyle tam bir sah­ne gösterisinin seyirci üzerinde etki ya­ratması noktasında görüyorum. Yoksa in­ternetten üç beş oyun öğrenip, yurt dışın­dan birkaç malzeme getirterek "illüzyo­nist" olduğunu söyleyip, kendini profes­yonel görenleri kastetmiyorum.

Yıllardır bu tarz gösterilerde "Hokus Pokus" ve "Abra Kadabra" kelimeleri kullanılır. Bu kelimelerin bir anlamı var mıdır hep merak ederiz?

Bu sözlerin hiçbir anlamı yok. "Abraka-dabra" İngilizlerin, "Hokus Pokus" Fran­sızların "Sim Sala Bim" Almanların illüz­yon dünyasına kattığı deyimlerdir. Sade­ce gösterinin etkisini pekiştirmek için kul­lanılır. Bazılarının iddia ettiği gibi bu söz­ler ne kara büyünün ne de kabbalist dü­şüncenin ürünüdür.

3.

Kardeşler, vatandaşlar! Yedi yüz yılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasın seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay hâlinde geçmiş olan büyük ataları­mızın ruhuna hitap ediyor, başımı bu gö­rünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: Ben İslâmiyet'in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman anasıyım. Atalarımı­zın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugü­nün yeni Türkiyesi adına hitap ediyorum ki silâhsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir, Al­lah'a ve haklarımıza iman ediyoruz.

4.

ULUANT: Bu zamana kadar acaba ne­den bu eser Türkçeye çevrilmemiş?

GÖZE: Beş asırlık bir ihmal. Sebebi sa­nırım o devirde bu tefsirle alâkalananların hepsinin Arapça bilmesi olmalı. Nite­kim Elmalı'nın kaynaklarından birisi de Ebussuud tefsiridir... İşte bir bakıma biz o ihmali giderdik.

ULUANT: Acaba zor olduğu için mi bu kadar gecikti?

GÖZE: Efendim şu bakımdan zor. Eser Arapça yazılmış ve daha çok Arapça gra­meri üzerinde çalışılmış. Yani tefsir ter­cümesi zor. Çünkü neyi tercüme edecek­siniz. Oturup Arap gramerini öğrenmek lâzım. Biz bunu bir bakıma imkânsız gör­dük.

ULUANT: O zaman Ebussuud Efendi'nin Arapçası müthiş olmalı.

GÖZE: Tabii hiç şüphe yok. Biz gramer kısımlarının tekrarlarını çıkardık. Bâzı kı­sımları her surede tekrar ediyordu. Bir de ancak bir Arapça bilenin anlayabileceği Türk'ün anlaması mümkün olmayan şey­leri nasıl anlatırsınız? Onun dışında Arapça öğrenmek isteyenler için de en güzel kaynaklardan birisi Ebussuud Tef­siridir.

5.

Türk kadınları el ve ayak bakımına özen gösteriyor mu?

Türk kadınları manikür ve pedikür konu­sunda çok hassaslar. El ve ayak bakımına çok önem veriyorlar ve bakımlarını belli aralıklarla düzenli olarak yaptırıyorlar.

Yaz ve kış aylarında hangi renk ojeleri önerirsiniz?

Maalesef Türk bayanları değişik renkler konusunda biraz tutucu ve küçük bir azınlık değişik renkleri sürmeye cesaret ediyor. Bu nedenle ojede renk seçimi çok göreceli. Yazın French ve daha canlı renkler tercih edilirken, kışın bordo, vişne çürüğü, kahve tonları, koyu kırmızılar ter­cih ediliyor. Biz sezonda favori olan renk­leri el ve ayak farklı olacak şekilde tavsi­ye ediyoruz. Örneğin el tırnaklarına sütlü kahve, ayaklara koyu kahve gibi...

2012 Sonbahar/Kış sezonunda hangi renk ojeleri kullanalım?

Bu sonbahar ve kışın trendi mor ve tonu olan ojeler. Mürdüm moru, içinde ışıltılar olan morlar ve ayrıca haki yeşilde bu sonbahar ve kışın moda renklerinden.

Pedikür (ayak bakımı) nasıl yapılmalı?

Rahatlatıcı öğeler (tuzlar, çiçek ve yap­raklar) içeren bir ayak banyosu ile başla­yan pedikürde, kütikülün rahatsız eden bölümleri ittirilir. Eğer müşteri tercih edi­yorsa pens ile düzeltilir. Daha sonra to­pukta sertleşmeler varsa, yüksek gritli bir topuk törpüsü (yani ince dokulu bir törpü) ile ölü derilerden arındırılır. İyi bir nem­lendirici ile nemlendirme yapılır. Son ola­rak arzu ediliyorsa oje altı ile uygulanan oje sürülür.

6.

Dizi filmler gecelerimizi gasp etti. Akşam 20.00'de televizyon başına oturan bir müptela, 90 dakikalık dizinin, tekrarları ve reklam aralarıyla birlikte neredeyse gece yarısına kadar çoğu birbirine ben­zer hikâyelere harcıyor en değerli zama­nını. Nerede ağlatacağı, nerede güldüre­ceği, nasıl öfkelendirip nasıl sevdireceği ince ince hesaplanmış ticari hikayelere... Seyircinin isyanını duymadık bugüne ka­dar. Ama uzun zamandır film ekipleri di­zilerin uzunluğundan şikâyetçi. Süresi 45 dakikaya inerse hem daha insani şartlar­da çalışacaklarını hem de yaptıkları işin kalitesinin artacağını söylüyorlar. Fakat talepleri bir türlü hayata geçemiyor. RTÜK'ün bu konuda yaptırım gücü yok. Sorunu çözmek tarafların işi. Bir yanda televizyon kanalları, bir yanda yapımcı­lar, bir yanda reklam verenler var. Fakat onların temsilcileriyle görüştüğümde an­lıyorum ki ekonomik çıkarların getirdiği bir fasit daire var ortada. Herkes topu bir­birine atıyor. Sistem şöyle işliyor: Yapım­cılar bir televizyon kanalıyla belirli bir ra­kama anlaşıyorlar. Kanal dizinin aldığı ratinge göre bonus veriyor. Böylece ka­nallar, en baştan büyük paralar verip dizi tutmazsa kaybetme riskini ortadan kal­dırmış oluyor. Tabii yapımcı vaat edilen o bonusu kazanmak için önce hikâyesini reklam alacak cazibeye getiriyor, sonra kesesinin ağzını açıyor. Kastından deko­runa kadar tüm prodüksiyona harcanan paraların yapımcıya hemen dönmesi mümkün olmuyor. Bazı dizilerde başa baş noktasına gelmek on bölümü bulu­yor. Dizi tutmuşsa daha sonra para kaza­nılmaya başlıyor.


CAHİT SITKI ANLATIYOR

-Edebiyata karşı ilk alâka sizde ne zaman ve nasıl uyandı?

-İlkokulda iken Namık Kemal'in, Tevfik Fikret'in, Mehmet Emin'in şiirlerini okumayı pek severdim Fransız mektebine geçtiğimde durmamacasına roman okumak alışkanlığına tu­tuldum Yine o tarihlerde Diyarbakır'daki kız kardeşime uzun manzum mektuplar yazdığımı hatırlıyorum Fakat bende ede­biyata ve bilhassa şiire karşı hakiki ve köklü denilebilecek ilk alâka Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba'nın delâletiyle tanıdığım Baudelaire (Bodler) He başlar. Bu dev Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonra­dır ki, şiir yazmak benim için teneffüs etmek, yemek içmek ka­dar tabiî bir hay at faaliyeti oldu.

-Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocuklu­ğunuzda tahmin eder miydiniz?

-Şiir yazmaya başladığım sıralarda meşhur olmaya çok imrendiğimi saklamayacağım. Fakat sonra sonra, gerçek şöh­retleri yalancı şöhretlerden ayırt etmeye başlayınca, bir oku­yucu kitlesi tarafından sevilip beğenilmenin kolay bir şey ol­madığını anladım ve bu anlayışla çalışmaya koyuldum Hem bırakın meşhur olmayı gerçekten güzel bir şey yazmanın in­sana verdiği haz az şey midir? Üç beş edebiyatçı, beş on şiir okuyucusu tarafından bilinmeye şöhret denilemez şüphesiz. Bu gün az çok meşhur bir şair sayıldığım için şöhreti hor gör­düğüm zannedilmesin, hayır; sadece, şöhretin bir sanatkâr için gaye olmayacağını, olmamasını söylemek istiyorum. Gü­zel bir anıtın dikildiği güneşli meydanda elbette gölgesi ola­caktır.

- Çalışkan bir talebe miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız? Talebelik hayatınıza dair zikretmek istediğiniz hatıralarınız var mı?

- Liseye kadar adamakıllı çalışkan bir talebeydim, hele Fransız mektebinde çoğu zaman sınıfın birincisiydim Dersler arasında bir fark gözetmez, hepsini aynı aşkla öğrenmeye gayret ederdim. Fakat liseden itibaren matematik, fizik ve kimya beni sıkmaya başladı. Buna karşılık edebiyat tarafım gelişiyordu. Talebelik hayatıma ait hatıralar mı? Çook... Bi­rini anlatmadan edemeyeceğim Mülkiye mektebindeydim. Harikulade bir nisan günüydü. Üçüncü derse girme zili çalmıştı. İçimde bir pirelenme vardı. Bu havada derse girilir miydi? Hem de kimin dersiydi, biliyor musunuz? Bu gün son derece hürmetkârı olduğum Sıddık Sa­mi'nin. Böyle bir günde Medenî Hukuku dinlemek mi, yoksa dersten kaçıp çimenlere uzanmak veya kırlarda dolaşmak mı? Tahmin edeceğiniz gibi, fazla tereddüt etmedim. Arkadaşlar kurbanlık koyunlar gibi derse girerken bende hürriyeti seçmiş olmanın keyfiyle yukarı bahçeye çıktım ve çimenlere uzanarak bahar üzerine bir şiir düşünmeye başladım. Bir yandan da si­garamı tellendiriyordum. Aradan bir çeyrek saat geçmişti, geç­memişti, yanı başımda bir ses duydum: "Ne o, Cahit Bey, der­se girmediniz mi? "İstifimi bozmadan, otomatik olarak cevap verdiğimi hatırlıyorum: "Hayır efendim, hava o kadar güzel ki derse girmeye gönlüm razı olmadı." Numaramı not defterine yazıp lahavle kabilinden başını sallayarak yanımdan uzakla­şan zat, o zamanki müdür muavinimiz Zeki Beydi, 1950 Türki­ye Güzellik Kraliçesi Güler Arıman’ın babası. Güler o zaman bir yaşında vardı yoktu.

- Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız? Sırf yazmak ihtiyacıyla masa başına hazırlıksız oturduğu­nuz olur mu?

- Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum, dersem şaşma­yınız. Şiirde bu, hiç belli olmaz. Yemek yerken veya yolda gi­derken bir mısra geliverir, galiba Valéry'nin (Valeri) yukarıdan inen mısra gibi bir şey. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birden bire aydınlanmış. Artık o mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, mevzuunu, şeklini, boyunu bosunu, hepsini o tayin eder. O şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisiniz. Dairede çalışmanızı, yemeğini­zi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesi­niz. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın, hatta kolları­nızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir iş birliği hâlinde çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki bu, buradan geliyor. Şiirle hayat arasındaki bu sıkı mü­nasebete inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir fikrin ispa­tı bir davanın müdafaası, bir felsefe sisteminin takdimi ola­rak telâkki etmedim. Şiirin bünyesinin gerektirdiği bu bağımsızlık, şairlerin hürriyet aşkıyla da izah edilebilir. Bu­nun için, baskı rejimlerinde ilk isyan bayrağını açanların dai­ma şairler olduğuna şaşmamak, bunu tabiî karşılamak, buna sevinmek gerektir.

- En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin te­siri altında kaldınız?

- Villondan (Vilon), Ronsarddan (Ronsar) başlayarak Superville'e (Süpervil), Emmanuel'e (Emmanuel) kadar bütün Fransız şairlerini okudum. Hepsinden de çok şeyler öğrenmişimdir. Bu arada bilhassa Baudelaire (Bodler) ile Verlaine'e (Verlen) çok şey borçluyumdur: bu şairler insan şahsiyetini bulduran cinsten, ağabey ve dost şairlerdir: insana kötülü değil iyilik ederler. Bizim şairler arasında da, dikkatli bir şiir okuyucusuna çok şeyler öğretecek olanları vardır. Divan şair­lerinden, halk şairlerimizden faydalandığım kadar, Yahya Ke­mal'den, Hâşim'den ve daha yenilerden de yoluma ışık serp­miş olan şiir hatırlıyorum, işini namuslu gören her şair, kendisinden sonra geleceklere muhakkak bir şeyler öğretir. Bunun için, genç şairlerin, kendilerinden evvel gelmiş olanları dikkatle okumaları menfaatleri icabıdır.

- Şimdi edebiyat sahasında bir şeyler hazırlıyor mu­sunuz? Yeni projeleriniz var mı?

- Dağınık mısralardan, beyitlerden, kıtalardan bahsetme­sem daha iyi olur. Şiirde başka bir projem olmadığım söyle­mekle iktifa edeyim.

- İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir ay­rılık görüyorsunuz? Edebî telâkkileriniz zamanla ne gi­bi değişikliklere uğradı?

- İlk yazılarımda şekil zaafı vardı, mısra titizliği, "bütün" endişesi yoktu. Eskiden duymak kâfidir, sanırdım, Ne kadar aldanıyormuşum! Bereket versin, sonradan kendimi toparla­yabildim: ''Ömrümde Sükût' ile "Otuz Beş Yaş"ı okuyanlar bu farkı görebilirler. Edebî telâkki zamanla teşekkül eder. Jean Cassou'nun (Jan Kasu) "Şiir ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeye gelir." sözünü kendime düstur etmişimdir. İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum.

- Bu günkü edebiyatımız hakkında hükmünüz?

- Şiirimizin namuslu ve usta ellerde olduğuna çok memnunum Hikâyemiz de öyle. Fakat roman ve piyes alanında aynı j canlılığı gösteremediğimize çok üzülüyorum. Romanda bu işi j bir aşk ve mesele olarak ele alan bir Peyami Safa var, roman j görüşüne iştirak edin veya etmeyin, bu vakıayı teslim etmek; mecburiyetindesiniz.

- Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görürsü­nüz?

- Sanatkâr gönül rahatlığı ile çalışabilmek için, bu faaliyeti­ne herhangi bir şekilde müdahale edilmemesini ister; bu da onun en tabiî bir hakkıdır. Bir sanatkârın herhangi bir şekilde himaye edilmesine taraftar değilim. Sanatkâr, hayat kavga­sında yalnız kala kala, mağlûp ola ola kendini olgunlaştırır. Ekmeğini kazanmak için başka bir iş tutması mı lâzım? Tutsun. Yazacak şeyi varsa herkesin uyuduğu saatlerde yazar. Sanatkâr bu haysiyetini idrak etmeli ve asla uşak, dalkavuk: derecesine düşmemelidir. En güzel, en ömürlü eserlerin haysiyetli ve şerefli sanatkârlardan çıktığını her zaman görmekteyiz. Bu gün çok şükür haysiyetli sanatkârlarımız olduğu için j edebiyatımızın gelişmekte olduğunu görüyoruz ve daha da gelişeceği hakkındaki inancımız artıyor. Beklemek, sabırlı olmak lâzım.

Yaşar Nabi, Edebiyatçılarımız Konuşuyor

 

İLGİLİ İÇERİK

MÜLAKAT (GÖRÜŞME) NEDİR?

AHMET HAMDİ TANPINAR İLE MÜLAKAT

MÜLAKAT - RÖPORTAJ FARKI

MÜLAKAT ÖRNEĞİ-NURULLAH GENÇ

MÜLAKAT - ÖZ DİLİMİZ

MÜLAKAT - CEMİL MERİÇ İLE

MÜLAKAT ÖRNEĞİ-İBRAHİM CANAN

TANPINAR HAKKINDA MÜLAKAT-ORHAN OKAY

SON EKLENENLER

Üye Girişi