Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ŞİİR ve ZİHNİYET

Her edebî metin sanatkârın dünya görüşünü, her sanatkâr da içinde yaşadığı çevrenin ve dönemin sanat anlayışını, sosyal, siyasî, dinî, ekonomik, askerî ve kültürel hayatının özelliklerini ve etkisi altında kaldığı geleneği yansıtır. İşte, sanatçının eserine yansıttığı, bir dönemdeki dinî, siyasî, sosyal, ekonomik, sivil ve askerî hayatın duygu, anlayış ve zevk bütününe zihniyet denir. Bu bakımdan bir şiir incelenirken sanatçının yetiştiği dönem, o dönemin sosyal, kültürel ve sanatsal özellikleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Meselâ Mehmet Emin Yurdakul şiirlerinde millî duygulara yer vermiştir. Bu duyguları işlemesinde; içinde yaşadığı dönemin şartları, fikirleri ve sanat anlayışı etkili olmuştur.

Yine Ahmet Haşim, bütün şiirlerinde ferdî konuları ve duyguları işlemiş, toplumsal konulara hiç yer vermemiştir. Çünkü Ahmet Haşim'in bağlı olduğu sanat anlayışı bunu gerektirmektedir.

Göçer- konar bir medeniyetin içinde doğup yaşayan Karacaoğlan'ın şiirlerinde çok sık yer değiştirdiği ve memleketinden uzaklara gittiği için ayrılık teması önemli bir yer tutar.

Âşık Veysel, şiirlerini daima dörtlüklerle ve hece vezniyle yazmıştır. Çünkü Âşık Veysel halk şiiri geleneğine bağlı bir sanatçıdır ve geleneği sürdürmektedir.

Yunus Emre, tasavvuf eğitiminin verildiği tekkelerde yetişmiş bir şairdir. Tasavvufa göre dünya bir gurbettir. Can, Mutlak Varlık olan Allah'a dönecektir. Gerçek vatan Allah katı, gerçek sevgili de Allah'tır. Yunus Emre ve daha birçok şair, tasavvuf felsefesinin oluşturduğu zihniyetin etkisiyle şiirler yazmıştır. Dolayısıyla şiirler bu zihniyetin izlerini taşımaktadır.

Buna karşılık Lale Devrinde yaşamış olan ünlü divan şairi Nedim'in şiirlerinde, o dönemin Osmanlı Türkçesiyle Lale döneminin eğlenceye düşkün toplum hayatının izleri görülür.

Orhan Veli Kanık, sanatlı anlatıma karşı çıkan Garip Akımının temsilcisidir. Onun şiirlerinde söz sanatlarının görülmeyişi, yalın ve günlük dili tercih edişi, şekil, kafiye ve vezin kullanmayışı mensup olduğu akımın zihniyetiyle izah edilebilir.

Sanat, insanın zihniyet dünyasının yansımasıdır. Yani sanat, bir zihniyetin bir duygunun, sosyo-kültürel yaşantının çeşitli sembollerle yansıtılmasıdır. Bu nedenle sanat eserleri az veya çok sosyo-kültürel tarihin birer belgesi olarak değerlendirilmelidirler. Bir eser hangi dönemde ortaya konmuşsa, o dönemin izlerini taşır.

Şiirlerin hangi döneme ait olduklarını, dil özelliklerinden, şiirin şekil özelliklerinden, anlatım biçiminden, benzetmelerden, zevk ve sanat anlayışından hareketle tespit edebiliriz.

Şiirimizin beş hececilerinden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel, Millî Edebiyat Akımının etkisiyle millî bir şiir oluşturmak için çalışmıştır. Bunun için de şiirlerinin konularını daha çok Türk hayatından ve özellikle Anadolu'dan almaya gayret etmiştir. Millî bir edebiyatın oluşması için millî dili ve hece veznini ustalıkla kullanarak öncülük yapmıştır.

Şair, "Sanat" adlı şiirde de Batı sanat anlayışıyla yerli ve millî sanat zevkini karşılaştırarak millî sanatın üstünlüğünü vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu şiirde memleket edebiyatının ilkelerinin oluşturduğu zihniyetin etkileri görülmektedir.

Özetle, bir şiiri incelerken, şiiri ve şiirin bize iletmek istediği mesajı tam olarak anlayabilmemiz için dönemin zihniyetini iyi bilmemiz gerekir.

Her dönemin zihniyetini ve görüşlerini ifade den şiirler ve edebi metinler vardır.

İşte Şiir dönem ve zihniyetlerini ifade eden birkaç şiir örneği:

 

İlahi

Acep şu yerde var m'ola 

Şöyle garip bencileyin 

Bağrı başlı gözü yaşlı 

Şöyle garip bencileyin 

 

Kimseler garip olmasın 

Hasret odına yanmasın 

Hocam kimseler duymasın 

Şöyle garip bencileyin 

 

Nice bu dert ile yanam 

Ecel ere bir gün ölem 

Meğerki sinimde bulam 

Şöyle garip bencileyin 

 

Gezdim Urum ile Şam'ı 

Yukarı illeri kamu 

Çok istedim bulamadım 

Şöyle garip bencileyin 

 

Söyler dilim ağlar gözüm 

Gariplere göynür özüm 

Meğerki gökte yıldızım 

Şöyle garip bencileyin 

 

Bir garip ölmüş diyeler 

Üç günden sonra duyalar 

Soğuk su ile yuyalar 

Şöyle garip bencileyin 

 

Hey Emre'm Yunus biçare 

Bulunmaz derdine çare 

Var imdi gez şardan şara 

Şöyle garip bencileyin

Yunus Emre

 

GAZEL

Bezm-i  safâya  sâgar-ı  sahbâ  gelür gider

Gûyâ  ki  cezr  ü  medd  ile  deryâ  gelür gider

 

Açıldugın  haber  virür  ağyâra  gül gibi

Dâim  bize  nesîm-i  sebük-pâ  gelür  gider

 

Olmaz  yine  marîz-i  mahabbet  şifâ-pezîr

Rûy-ı  zemîne  bir  dahı  İsâ gelür gider

 

Sultân-ı  gam  nişîmen  idelden  derûnumu 

Sahrâ-yı  kalbe  leşker-i  sevdâ  gelür  gider

 

Birgün  dimez  o  şûh  ki  âyâ  murâdı  ne 

Çokdan  bu  kûya  Nâbî-i  şeydâ  gelür gider

  Nâbî

 

 

GAZEL

Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı 

 

Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan

Niçin kılmaz banâ derman benî bîmâr sanmaz mı 

 

Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen

Desem ol bî vefâ bilmen inânır mı inanmaz mı 

 

Şeb-î hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım

Uyârır halkı efgaanım karâ bahtım uyanmaz mı 

 

Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû

Habîbım fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı 

 

Değildim ben sanâ mâil sen etdin aklımı zâil

Bana ta’n eyleyen gaafil senî görgeç utanmaz mı 

 

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır

Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz

Fuzuli

 

 

KASÎDE DER NA’T-I HAZRET-I NEBEVÎ

(Su kasidesi) 

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su 

Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su

 

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem 

Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su 

 

Zevk-i tiğından aceb yok olsa gönlüm çâk çâk 

Kim mürûr ilen bırakır rahneler dîvâre su 

 

Suya versin bağ-ban gülzar-ı zahmet çekmesin 

Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin-gülzâre su 

 

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattına 

Hâme tek bakmaktan inse sözlerine kare su 

 

Ârızın yâdiyle nem-nâk olsa müjgânım n’ola 

Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su 

 

Gam günü etme dîl-i bîmardan tiğin diriğ 

Hayrdır vermek karanû gecede bîmâre su 

 

İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et 

Susuzum bu sahrede benim’çün âre su 

 

Ben lebim müştâkıyım zühhâd kevser tâlibi 

Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su 

 

Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr 

Âşık olmuş gâlibâol serv-i hoş reftâre su 

 

Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek 

Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vare su 

 

Dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar 

Kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su 

 

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile 

Gül budağının mîzacına gire kurtâre su 

 

Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme 

İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su 

 

Seyyid-i nev’i beşer deryâ-yi dürr-i istifâ 

Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su 

 

Kılmak için taze gül-zâr-i nübüvvet revnakın 

Mu’cizinden eylemiş izhar seng-i hâre su 

 

Mu’ciz-i bir bahr-i bî-pâyan imiş âlemde kim 

Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su 

 

Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima 

Parmağında verdiği şiddet günü Ensâr’e su 

 

Eylemiş her katrede bin bahr-i rahmet mevc-hîz 

El sunup urgaç vuzu-ı için gül ruhsâre su 

 

Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl 

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su 

 

Zerre zerre hâk-i der-gâhına ister salar nûr 

Dönmez ol der-gâhdan ger olsa pâre su 

 

Zikr-i na’tın virdini derman bilir ehl-i hatâ 

Eyle kim def-i humar için içer mey-hâre su 

 

Yâ Habîbâ’llah yâ Hayr’el-beşer müştâkınım 

Eyle kim leb-teşneler yanıb diler hem vâre su 

 

Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Mi’rac’da 

Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su 

 

Çeşm-i hûr-şidden her dem zülâl-i feyz iner 

Hâcet olsa merkâdin tecdîd eden mi’mâre su 

 

Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış dîl-i sûzânıma 

Var ümîdim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su 

 

Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûlî sözleri 

Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su 

 

Hâb-ı gafletten olan bîdâr olanda rûz-ı haşr 

Hâb-i hasretten dökende dîde-i bîdâre su 

 

Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam 

Çeşm-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su

Fuzuli

 

GECE KASİDESİ

Âhımızın üstünden nurla doğan geceler

Talihlere vurulan birer fermân geceler

 

Her güneşle batar mı aşkı doğurandır

Gönlü ayla, yıldızla güle saran geceler

 

Sessizce gönüllere aşkın mührünü vurur

Bu gönüller yurdunda hep Süleymân geceler

 

Her kapanan perdenin ötesinde sen varsın

Her yüreğin altında gizli devrân geceler

 

Hesabına geçerim yaralı yüreğimin

Gönlümdeki yarayla yâre sızan geceler

 

Bazen gökleri verir bazen zulmete boğar

Bu divane gönülle aşka hayrân geceler

 

Bülbüllerin sesine serinliğini serip

Çiçeklerle güllerle her dem yeksân geceler

 

Uzanarak sızıyı savursam sessizliğe

Yaralı gönülleri eder  püryan geceler

 

Ne anlar ağlamaktan sevdayı bilmez kişi

Şeb-i Yelda dertliye her an biten geceler

 

Derin bir muammadır bütün cihânı kaplar

Kimine düşman olur aşka sultân geceler

 

Uyur mu hiç seherde gönül ehli olanlar

Her gönüle bir akran derde dermân geceler

 

Her tarafım yaradır ok deldi lime lime

Kalbimi delip geçen azgın peykân geceler

 

Aşk derdiyle pişmemiş biçâre gönüllere

Günün sonuyla gelen birer zindân geceler

 

Ah!.. edip ağlar Mecnun, Ferhat Şirin’i gözler

Her aşığın bağrında sâdık yâran geceler

 

Severim geceleri Yunusla fenâ bulup

Rabbini  bilenlere daim nurdân geceler

 

Derbeder bir kuluyum Mevla’yadır niyazım

Her çekilen şükürle Rabbe varan geceler

 

Bülbülüyüm güllerin bunca diken içinde

Mehmedim seherlerle sana seyrân geceler

Mehmet TÜRKAN

 

 

MERDİVEN

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.

 

Sular sarardı... Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.

 

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

 

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.

Ahmet HAŞİM

 

 

 

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şîrâz'ı hayal ettiren âhengiyle

 

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter

Yahya Kemal BEYATLI

 

 

 

İSİMSİZ

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam

Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam.

 

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mi sokan zihninize?

 

Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı

Aynı milliyetin altında tutan islam'ı.

 

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.

Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir...

 

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..

Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez!

 

Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;

Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.

 

Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah

Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah.

 

Diye dursun atalar: "Kal'a içinden alınır."

Yok ki hiçbir işiden... Millet-i merhume sağır!

 

Bir değil mahvedilen devlet-i islamiyye...

Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye.

 

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

 

Bırakın eski hükümetleri meydandakiler

Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.

 

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!

İşte Irak'ı da taksim ediyorlar şimdi.

Mehmet Akif

 

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar 

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. 

İçimde tüten bir şey, hava, renk, eda, iklim 

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur 

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. 

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale 

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. 

 

İstanbul benim canım 

Vatanım da vatanım 

İstanbul 

İstanbul... 

 

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik.

Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat.

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet.

 

O manayı bul da bul 

İlle İstanbul'da bul 

İstanbul 

İstanbul... 

 

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği 

Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. 

Oynak sular yalının alt katına misafir 

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. 

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar 

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar.

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? 

Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i 

 

Kadını keskin bıçak 

Taze kan gibi sıcak 

İstanbul 

İstanbul... 

 

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler 

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler. 

Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu 

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. 

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından 

Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı sarayından. 

Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar 

Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar. 

 

Gecesi sümbül kokan 

Türkçesi bülbül kokan 

İstanbul 

İstanbul...

Necip Fazıl KISAKÜREK

 

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda

Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril

koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

Nazım Hikmet RAN

 

TAŞ GEMİ

biraz yukardan 

taş et 

ot mu yoksa 

taşetot 

alır şaşmadan 

gündüzden geceye geceden gündüze 

ve bütün geleceklere 

çağırır şimdiden ve el koyar 

ne varsa 

ne dökülse küreden 

 

güneşi çıkarırken toprak 

bir de süsler koşturur insanoğlunun 

bir günlük atını 

sıcak el üfler güneşi karnında köpükleriyle 

bir göl huzurundan tutuşup 

başlar yanmaya 

ve seslenir yüce dağ 

serin 

toplar kartalı yılanıyla 

 

atlasın omuzlarından gencecik kayalar 

eğildiler bir mermerin önüne 

 

koşunuz ak saçlı bulutlar 

denize yakın 

bir çakılın kızgın yapısında 

güneşle ilk kez selama durmuş 

narin gövdeli soylu karınca 

 

II 

baş köşede 

bak nasıl 

denizin tanrıça köpüklerinden 

bir de mermer balık 

bir karanlık şehre 

üstün nöbetçilerle giriyor 

 

bunu gelecek çocukta olmak için 

beklemek daha sonra 

önce sipsivri bir başın 

balçıkla Afrodite 

merdiven dayayıp çıktığı 

ağaçların huzurunda 

onlar ne diye çocuklarını 

balçıklara 

 

III

rüzgar da koşar 

nasıl sever misiniz 

ya kim bilir hangi sevincin 

hangi gerçeğin çiçeği 

göz nuru 

hangi hangi geleceğin 

ağacı gelir dize 

çılgınlık gibi mutlaka 

ışıklı imkan içinde 

 

Sol burna mıknatıslı demir halka 

acıklı hapşırır diye belkemiğinin 

durmadan mutlu geçmişini 

 

Ananız ve babanız 

balalan ağızlarıyla 

onurları durmadan azalır. Döllenirler 

ve başımızın içi cenaze 

 

bir cama bin çekiç 

başınız cenaze 

canlı tabutlarınızla 

kutupsuz kıblesiz 

hangi putun önünden geçmektesiniz 

 

IV 

Can akıldan geçerken üstün gemi 

gelir yaslanır bir direğe 

kızkardeşini kanıyla diz kapağını 

göbeğine bir haç getirip gölgesine 

aleksandirina usulü ağlayıp 

nereden nereye ün saldı 

 

Su demek ki taşın çakıl cinsinden 

zamanla toprak 

incecik zar kesmekte 

çok 'mahirdi' 

Ona 

İlyada nasıl kendine benzetip 

bakmışsa bugüne 

 

gün ışığında bütün limanların 

nasipsiz gemiye 

sanki başka liman duruşu gibi 

tanrıya yabanlaşamış 

canların güneşi 

 

Ne demek şu beyaz göğüslü 

ince yapılı dansöz atlarla 

iki lata uzanmak 

kutsamak için 

sevinç getiren 

büyük yorgunlukla sevinç getiren 

durmadan değişen ve yeniden gelen 

 

kambur 

o lezzetinde iştahlar getiren 

köpükten kör balığı 

 

... kutlanmaz göl ve toprak 

temiz bir bilgiyle geçilir ellerine 

su ekmek ama bir çift böcek 

bir biri alnından 

biraz tepeye 

gerçekten biraz da tepeye 

ne diye 'gidiyorlardı' 

 

Düştür bağırır şimdi şarkıya 

onlar eğilip geçiyorlar 

gelir okyanus ayaklarına 

En derin anlamlı tepenin 

elleri şarap ağzında gülünce 

Başları bir baş dönme anaforunda 

yaşamakla erkekçe kaybediyorlar 

ölüme "mahçup" bir rölans 

damarlarında koşan toprakla süslenip 

ışığa pas diyorlar 

intiharla gizlenip 

hatırlarken çocukların sevinçle 

ve babalarıyla ilk boy resimlerini 

 

VI 

biz işte hep soylu yapılar 

ıslak taş gemide huysuz 

uzakta ilk gülün akrebiyle sevişmekten 

bi tek sarı ve sarsılmaz sesine güvendiğimiz 

kanaryayı katlettik 

Cahit ZARİFOĞLU

 

MONNA ROSA

I. AŞK VE ÇİLELER

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;

Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

 

*

 

Ulur aya karşı kirli çakallar,

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.

Monna Rosa, bugün bende bir hal var,

Yağmur iğri iğri düşer toprağa,

Ulur aya karşı kirli çakallar.

 

Zeytin ağacının karanlığıdır

Elindeki elma ile başlayan...

Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,

Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,

Zeytin ağacının karanlığıdır.

 

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

 

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi..

Ellerinden belli olur bir kadın.

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların.

 

Açma pencereni, perdeleri çek:

Monna Rosa, seni görmemeliyim.

Bir bakışın ölmem için yetecek;

Anla Monna Rosa, ben öteliyim...

Açma pencereni, perdeleri çek.

 

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;

Saat on ikidir, söndü lambalar.

Uyu da turnalar gelsin rüyana,

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

 

*

 

Akşamları gelir incir kuşları,

Konarlar bahçemin incirlerine;

Kiminin rengi ak, kiminin sarı.

Ah, beni vursalar bir kuş yerine!

Akşamları gelir incir kuşları...

 

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni

İncir kuşlarının bakışlarında.

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar... Su kenarında

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

 

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:

Henüz dinlemedin benden türküler.

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

 

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.

Bir gün gözlerimin ta içine bak:

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

 

Artık inan bana muhacir kızı,

Dinle ve kabul et itirafımı.

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı,

Artık inan bana muhacir kızı.

 

Altın bilezikler, o korkulu ten,

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;

Altın bilezikler, o korkulu ten!

 

*

 

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,

Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

 

1952, İlkbahar.

 

 

II. ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

 

*

 

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Gece kar yağacak sabaha kadar.

Toprakta et, kemik çıtırtıları...

Yarı ölüleri bir korku tutar

Değince bir taşa kafatasları.

-Ölüler ki yalnız tırnakları var,

Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...-

 

*

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,

Açıyor elini göğe bir kadın.

Uzuyor, uzuyor, uzuyor saçları

Uğrunda ölen güzel kızların...

 

*

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Esmer delikanlı, hatıra ve kan.

Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları

Sızıyor bir kapı aralığından;

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.

 

*

 

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Çocuklara açar mağaraları

Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.

İlan-ı aşk eden dil balıkları

Aşina suları çabuk terkeder...

 

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Bakıyor ateşe, küle böcekler.

Köpekler parçalar kanaryaları

Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.

Baykuşlar ötüyor harabelerde;

Yanıyor lambalar, hafif ve sarı.

Bir kaza kurşunu bulur her yerde

Süvarisiz şaha kalkan atları...

Bir ruhun ışığı vardır göklerde,

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Ötüyor baykuşlar harabelerde.

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.

Bekledi arzuyla karanlıkları

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Ta içinde duyar ani bir ağrı,

Bir hüzün şarkısı tutturur gider

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

 

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.

Bir neşe şarkısı tutturur gider

 

Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;

Kurşunlar sıkılır göklere doğru,

Serçe yavruları yuvada titrer.

 

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı...

 

*

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

İnce yelkenleri alıyor yeller.

Titretir kalpleri ve bayrakları

Gemiden toprağa uzanan eller.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gizli hazineler, su yılanları...

 

İnce yelkenleri alıyor yeller;

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

Beyaz pelerinli hür tayfaları

Kendine bağlıyor siyah kediler;

Titriyor gönüller ve kara bayrak,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gemiden toprağa uzanan eller.

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

 

*

 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

 

1952, Yaz

 

 

III. PİŞMANLIK VE ÇİLELER

 

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;

Bir odun parçası aydınlatır ocağı.

Anne ateşin önünde perişan,

Anne ateşin içinde hür...

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür.

 

Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır;

Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.

Bin parçaya böldü beni bir divane sır,

Sesi geliyor sesi günahkar çocukların;

Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın arasındadır.

 

Gönüller yanarak kavuşacaktı;

Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,

Onun bu ocakta yanan toprağı,

Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,

Gönüller yanarak kavuşacaktı.

 

Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.

 

*

 

Annenin başı elleri arasında,

Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük.

Bir fotoğraf asılıdır duvarda:

Aynaya, geceye, maziye dönük,

Annenin başı elleri arasında,

 

Bir tüfeğin burnu havadadır,

Ateş almak üzredir, mermisiz.

Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,

Siz beni ne anlarsınız siz!

Bir tüfek ateş almak üzredir, mermisiz...

 

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların

Eteğini ben çektim.

NEyleyim göğsümü kara dağın sert rüzgarı doldurmuş,

Annemden ilk sütü Gülce'de içtim.

Ankara'ya, çatal dağa biz zindandan gün vurmuş:

Az kalsın yerine ben ölecektim

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların...

 

Kediler halıları parçalıyor,

Kırmızı bir ışık düşüyor yere.

Annenin dizinde derman yok,

Annenin kafası iki parçadır.

 

Hükmedemiyor insan ruhuna ateş,

Rüzgar hükmedemiyor incecik perdelere;

Kediler halıları parçalıyor.

 

Ateşte sarı gül açan saksılar,

Kızarmış bir ekmek gibi duruyor;

Kulağıma garip sesler geliyor.

Kuş yumurtasından çıkan insanlar

Ahırda bir ata eğer vuruyor,

Kulağıma garip sesler geliyor.

 

Ben bir şarkı, ben bir tüyüm;

Ben Meryemin yanağındaki tüyüm.

Beni bir azizin nefesi uçurur,

Kalbimde Allahın elleri durur.

Cici ayaklarım iplikle bağlı,

Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim;

Ben bir azizin hasreti,

Ben Meryem'in yanağındaki tüyüm.

 

Benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

 

*

 

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor.

Annenin saçları beyaz,

Anne saçlarını yoluyor.

Ateşin içinde gül açar, servi büyür, ardıç büyür, çocuk büyür;

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor,

Anne ruhunda ruhuma eğiliyor.

 

Yaralı kuş kanadını ısıtan

Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.

Kadınlar sansa da yaşadığını,

Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.

Kadınları şarkılar, geceler aydınlatır.

Kadınları şarkılar, akrepler aydınlatır.

Kadınları şarkılar, zehirler aydınlatır...

 

*

 

Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.

Hatıralarımı birer birer yakacağım.

Entarimi parça parça edip

Zehirli kirpilere bırakacağım.

Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp

Göğsüme siyah bir gül takacağım.

Batan güne doğru kurşunlar sıkıp

Kendimi boşluğa bırakacağım.

Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz...

Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,

Siz beni ne anlarsınız siz!

Artık ben gideceğim atım kişniyor;

Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor,

Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz;

Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.

 

Benim gözlerim yeşildir, ah, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

 

1952, Güz

 

 

VE MONNA ROSA

 

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara

Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.

Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:

Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.

Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,

Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

 

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü

Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.

Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;

Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.

Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:

Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü...

 

Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;

Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.

Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,

İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.

Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa

Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.

Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.

 

Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır

Ve kediler her gece sürünür yastıklara.

Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;

Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,

Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.

Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara

Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.

 

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.

Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,

Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.

Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;

Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi...

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

 

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;

Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.

Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,

İtimat edeceğim şu belalı yağmura.

Ruhuma bayrak yapıp ben teslim edeceğim

Asılmış bir adamın iki eli yağmura.

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.

 

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni

Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.

Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni

Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.

Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni

Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.

 

Sana tavuskuşunun içime girdiğini

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,

Bana da bir çift ak kanat kaldığını

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

 

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara

Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.

Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;

Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.

Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.

Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

 

1952, Kış (Yılbaşı Gecesi)

 Sezai KARAKOÇ

 İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRDE ÖLÇÜ

ŞİİR

ŞİİR BİLGİSİ

ŞİİR NEDİR?

ŞİİRDE YAPI

ŞİİR İNCELEMESİ

ŞİİR ve GELENEK

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi