Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

29 EKİM TİYATROSU -HAKKI BİGEÇ

(İki Devir)


ŞAHISLAR


DÜRDANE (35 yaslarında) — ERDAL (12 yaşlarında) — OYA (13 yaşlarında) — AYDIN (22 yaşlarında) — RASİM EFENDİ (45 yaşlarında) — KENAN (40 yaşlarında) — BÜYÜKBABA (65 yaşlarında) — FİTNAT HANIM (55 yaşlarında) — ADNAN (22 yaşlarında) — HANDAN (14 yaşlarında) — KENAN (12 yaşlarında)


(Bu piyes, Ankara Radyosu´nda Devlet Tiyatrosu artistleri tarafından oynanmıştır.)


(Orta halli bir ev eldeki eşya ve dekorlarla canlandırılmıştır.)

ERDAL (Telaşlı) — Anneciğim, elbiselerim nerede? Geç kalacağım.

DÜRDANE — Yavaş konuş yavrum. Sabah sabah gürültü etmesen olmaz sanki. Deden de yatmadan evvel tembih etti, sabahleyin Erdal ses çıkarmasın diye!..

ERDAL — Ama saat sekize geliyor anne, hem bugün Cumhuriyet Bayramı. Erken kalkmak icap eder. En büyük bayram bugün. (Makam ile) En büyük bayram bugün...

DÜRDANE — Sus. Dedenden azar işiteceğiz...

ERDAL — Dede. Dede. Dede. Bu evde ne yapsak Dede. (Ansızın) Aaa. Aaa. Bayrakları da asmamışsınız. Vallahi babam kızacak. Oya assın. (Bağırarak) Oya.

DÜRDANE —- Sus dedim sana. (Oya girer.)

OYA — Ne var canım, işim var. Beni niye çağırdın?

ERDAL — Bayraklar asılmamış.

OYA — Anne oldu mu ya?

ERDAL — Senin aklın nerede bilmem ki? Sözde onuncu sınıf talebesisin. Kocaman kız oldun.

OYA — Benim aklım izcilerde. Geç kalıyorum anne. Biliyorsun ki evvela izciler geçiyor, önde de biz varız.

DÜRDANE — Allah'ım bize ne günler gösterdi. Biz sizin yaşınızda iken çarşaf giyerdik.

ERDAL — Anneciğim, sizi sokakta gördükleri zaman umacı geliyor diye kaçarlar mıydı?

OYA — Sen sus cahil. Erkekleri görünce kadınlar kaçardı.

ERDAL — Haydi canım öyle şey olmaz. Erkekler kadınları çarşafla görünce umacı zannederlerdi.

DÜRDANE — Yine boyunuzdan büyük işlere karıştınız.

OYA — Neden anneciğim? Bir sene sonra liseyi bitirip üniversiteye gideceğim. Belki de hayata atılırım.

ERDAL — Anne sen hiç memuriyet yaptın mı?

DÜRDANE — Hayır çocuğum. Bizim zamanımızda memuriyet yoktu.

ERDAL — Peki ama devletin işlerini kim yapardı?

DÜRDANE — Erkekler...

ERDAL — Doktor, mühendis, mimar?..

OYA — Bilmediğin şeye karışma. Onların zamanında kadın böyle şey olmazdı.

ERDAL — Neden olmazmış? Bizim bayan öğretmen dedi ki kadın her mesleğe girer.

DÜRDANE — Fakat şimdi yavrum. Bizim zamanımızda kadın kafes arkasında otururdu.

ERDAL — Vallahi yalan. Siz beni kandırıyorsunuz. Ama anne artık ben çocuk değilim. öyle şey olmaz. İnsan hiç kafes arkasında oturur mu?

OYA — Beni lafa tuttunuz. Vallahi geç kalacağım.

DÜRDANE — Sizinle lafa daldım da semaveri bile koymadım. Haydi Oya sen de masayı hazırla, Erdal da telaşlanıyor.

ERDAL — Anneciğim telaşlı değilim. Fakat tabur başı olduğum için arkadaşlarımı gözden geçirmeliyim.

DÜRDANE — Vay küçük beyimiz vay... Tabur başıymış. Biz senin yaşında iken.

ERDAL — Sahiden anne bizim yaşımızda iken ne yapardınız?

OYA — Ne yapacaklar haremde otururlardı.

ERDAL (Gülerek) — Haremde. Acıyorum sana anne ben.

DÜRDANE — Fakat bütün kadınlar öyleydi oğlum.

ERDAL — Anne eskiden.

DÜRDANE — Mektebe geç kalırsan kabahati bende bulma sonra.

OYA — Anneciğim onun okulu yakın.

ERDAL — Pantolonumun düğmesi de kopuk.

DÜRDANE — Niye akşamdan diktirmedin? Her zaman her işi en son dakikada istersiniz. Bu sabah idman da yapmadınız. Bakayım senin tırnaklarına.

ERDAL — Temiz.

DÜRDANE — Aferin. Oya sen de kızım duş yapsaydın daha iyi ederdin. Çevik hareket edersin.

OYA — Anneciğim, akşam babama söylevini okurken dinledim. Çok güzeldi. Seni işitmek isterdim. Kelimelerinde bir güzel günün manası öyle sade ve tatlı ki insanın ruhuna akıyor.

DÜRDANE — Aman Oyacığım ben annen olduğum için öyle gelmiş olacak. Uzun zaman düşünerek hazırlayamadım ki. Dün öğleden sonra mutfakta yemek pişirirken karaladım onları. Senin gibi candan ve samimi bir ifadesi var da onun için beğenmiş olacaksın. Baban da fena bulmadı.

OYA — O senin neyini beğenmez ki anne? Sen mükemmel bir kadınsın. Ben de senin gibi olabilsem.

DÜRDANE — Sen ve sizler benim neslimin çok fevkindesiniz yavrum. Bizler intikal devrinin derme çatma yetiştirdiği özenti numuneleriyiz. Halbuki sizler.

OYA — Evet anne...

DÜRDANE (Sözünü kesmeden) — Tanı Cumhuriyet devrinin, inkılabın olgun meyvelerisiniz.

ERDAL — Sen bir tanesin anneciğim. (Makam ile) Dağ başını duman almış. Gümüş dere durmaz akar. (Erdal şarkı söylerken Oya da mırıldanarak kardeşine refakat etmektedir.)

DÜRDANE — Sus yavrum daha uyuyanlar var.

ERDAL — Uyansınlar artık. Bugün bayram. (Tekrar) Yürüyelim arkadaşlar. Lalalalam...

AYDIN (Sesi uzaktadır) — Sussana be. Sabah sabah sizi mi dinleyeceğiz? (Ses yaklaşır) Küçük bey ile küçük hanım merasime iştirak ediyorlar diye ev altüst oluyor. (Aydın girer.)

OYA — Evet beyefendi hazretleri üniversiteli oldukları için ağır başlıdırlar.

DÜRDANE — Yavaş olun çocuklar.

OYA —- Bayram sabahı yatacak değil ya. O da kalksın anne


AYDIN — Nasılsın anneciğim? Sen onlara bakma. Yarın sabah yorganları üstlerinden çekeyim de görsünler.

DÜRDANE — Unutursun yavrum. Hem bugün sen merasime gitmiyor musun?

AYDIN — Hayır. Bugün resmi geçide iştirak etmiyorum. Kaç bayram halkın önünden iftiharla geçtim. Bugün de onları seyretmek istiyorum. Bayramın tadını tam çıkaracağım. Hem bu akşam eve de geç geleceğim. Kusura bakma ve sakın merak da etme anne...

DÜRDANE —- Neden o?

AYDIN — Gece her taraf aydınlık. Biraz arkadaşlarla dolaşırız.

DÜRDANE — Babana söyle.

AYDIN — Sen söyle anneciğim.

DÜRDANE — Deden geliyor. Ona söyleriz.

(Rasim efendi girer.)

RASİM EFENDİ — Merhaba çocuklar.

OYA — Günaydın dedeciğim.

DÜRDANE — Beybaba buraya oturun şimdi. Kahvenizi ben yaparım. Bu sabah çocuklarla uğraşmaktan bir hal oldum. Bunları merasime yetiştireyim.

ERDAL -— Mendilim yok anne. (Makam ile.) Güneş ufuktan şimdi...

DÜRDANE — Erdal oğlum kahvaltı etmedin.

ERDAL — Ettim anne.

DÜRDANE — Ne yemişsin? Yarım bardak çay içmişsin sade. Tereyağın ile peynirin olduğu gibi duruyor. Vallahi olmaz babana söylerim.

ERDAL — Anneciğim bu sabah üzerime çok düşme. Acıkırsam yolda bir şeyler atıştırırım. (Ansızın) Aaaaa.

DÜRDANE — Noldu?

ERDAL — Bayrağı daha asmamışsınız. Sakın unutmayasınız.

AYDIN — Sevsinler küçük beyi. Sanki biz evimize bayrak asmayı unutacaktık.

ERDAL — Darılma ağabey. Bilirsin ki babam böyle şeylere çok kızar. Allah'a ısmarladık (Allah'a ısmarladık güle güle sesleri.) (Erdal çıkar.)

OYA — Benim trampetim nerede?

DÜRDANE — Küçük hanım trampet çalıyorlar. (Dışardan Oya, Oya sesleri ile karışık trampet ve düdük sesleri duyulur. İzci arkadaşları gelmiştir.)

OYA (Bağırarak) — Geliyorum. Allaha ısmarladık hepinize. (Oya çıkar.)

DÜRDANE — Çocuklar gittiler.

RASİM EFENDİ (Kahvesini içerek) — Ohh. Ne güzel pişirmişsin. Eline sağlık kızım pek nefis olmuş.

DÜRDANE — Geciktiğim için kusura bakmayın.

RASİM EFENDİ — Üzülme kızım. Kocan da yeni kalktı o da isteyecek. (Kenan bey girer.)

KENAN BEY — Amma da yeni kalktım. Çocukların seslerini yataktan dinliyordum. Onlar gidince eve bir sessizlik çöktü.

DÜRDANE — Sen de çayını iç soğumasın. Saat neredeyse dokuza geliyor.

AYDIN — Siz erkenden çıkmıyor musunuz baba?

KENAN BEY — Yapılacak çok işlerim var. Bazı törenlere uğrayacağım. Bilhassa.

AYDIN — Evet annemin söylevini dinleyeceksiniz. Yavaş yavaş hazırlanalım!..

RASİM EFENDİ — İyi amma siz evden gidince ben ne yapacağım? Yalnız başıma oturup teşbih mi çekeyim?

AYDIN — Dedeciğim, eğer arzu edersen seni Taksim'e götüreyim, bir kahvede oturur dünyayı seyredersin.

DÜRDANE — Ahhh çok güzel.

RASİM EFENDİ — Zaten beni Aydın düşünür.

DÜRDANE — Aman babacığım hepimiz sizi düşünür ve severiz.

AYDIN — Amma en fazla ben sever ve düşünürüm.

RASİM EFENDİ — Biliyorum yavrum seversiniz. Eksik olmayın. Amma bugünü hepinizden çok ben yakından görmek, yaşamak istiyorum. Çünkü bu bayramın ne demek olduğunu sizlerden daha çok anlıyorum. Balıklar suyun hasretini çekmezler. Çünkü denizde yaşıyorlar. Sizler Cumhuriyeti benim kadar hissedemezsiniz. Çünkü istibdad görmediniz. Türkiye´de Cumhuriyetin manası neyi ifade eder? Hepiniz bilir ve anlarsınız. Fakat nelere mal olmuştur? Benim kadar anlayamazsınız.

DÜRDANE — Şüphesiz babacığım.

RASİM EFENDİ — Tam üç idare şekli idrak etmiş adamım. Mutlakiyet ve Meşrutiyet seneleri. Türk halkının hayatında, karanlık, korkunç bir tarih olarak kalacaktır. İnsaniyet kütüphanesinde cilt cilt duran bu kara talihin her bir sayfası acı hatıralar ve çok feci sahnelerle doludur. AYDIN — Hakikaten acı dede. öyle zannediyorum ki eskiden milli bayram yoktu.

RASİM EFENDİ — Yani dini bayramların haricinde bir bayram mı? Mesela Veladet-i Hümayun, Culus-u Hümayun gibi donanma günleri vardı. AYDIN — Bunlar nedir büyükbaba?

RASİM EFENDİ — Türkçe konuştum oğlum. Yani padişahın doğumu, padişahın tahta çıktığı gün. Sonradan tek milli bayram Meşrutiyetin, Hürriyetin ilan edildiği 10 Temmuz günü oldu.

AYDIN — 23 Temmuz.

RASİM EFENDİ — Evet 23 Temmuz.

AYDİN — Padişahların doğduğu veya tahta çıktığı günlerde de böyle merasimler, resmi geçitler olur muydu?

RASİM EFENDİ — Doğrusunun istersen oğlum, o büyük donanmaların zamanı olan Abdülhamit devrinde daha fazla bir yasak savma, bir korunma olarak tes´it edilirdi. Yani senin anlayacağın kutlanırdı. Kim evine fazla fener asarsa, kim fazla mum sarfiyatı yaparsa o hünkarın gözüne girer, kim yapmazsa menkup olur, gözden düşer, memuriyetten usulüyle uzaklaştırılıp imparatorluğun uzak bir köşesine sürülürdü. Dur da sana bizim ailenin başından geçen bir felâketi donanma gününü anlatayım.

AYDIN — Seni dinliyoruz büyükbaba.

RASİM BEY (öksürür) — Bir donanma günüydü. Eski bir gün. O zamanlar böyle mesut bayramlar bilmezdik biz.

AYDIN — Nasıl olurdu?

RASİM EFENDİ — Anladım. Sen muhakkak o günleri yaşamış gibi tekrar anlatmamı istiyorsun. (öksürür) Seneler nasıl geçti bilemem. Bir konakta oturuyorduk. Paşa konağı derlerdi. (öksürür) Anlaşıldı, size bunu baştan anlatacağız. Biraz dinleneyim de öyle...

 

PERDE 1. SAHNE

II. TABLO

(Aynı dekor...)

BÜYÜKBABA — Sabah kahvemi içmekten vazgeçeceğim neredeyse. Merasime yetişeceğim diye iki ayağım bir pabuca girdi.

 

FİTNAT HANIM — Emrediniz de efendim ben size yardım edeyim.

BÜYÜKBABA — Her şeyim hazır mı? Yakam, İstanbulinim, pantolonum.

FİTNAT HANIM — Tabii efendim. Donanma günü olduğunu unutmadım.

BÜYÜKBABA — Aferin gelin hanım. Ancak merasime yetişecek kadar vaktim var. Culus-u Humayın günü merasimde olmazsam tabii olmaz.

FİTNAT HANIM — Sabah kahvenizi vereyim efendim.

BÜYÜKBABA — Mükemmel doğrusu. Feraset ve dirayet bizim hanımda. Kızım kahve taşmıştır.

FİTNAT HANIM — Taşmaz efendim, Sultan Hamid'in kahvesi gibi kıvılcımlı külde pişti.

BÜYÜKBABA (Boğulur gibi) — Sultan Hamit. Aman ya rabbi bu ne saygısızlık zatı şahane diyemez misin? Efendimiz diyemez misin?

FİTNAT HANIM —- Aramızda konuşuyorduk da.

BÜYÜKBABA — Aramızda konuşuyormuşuz. Gelin hanım, gelin hanım Padişah efendimiz velinimetimizin ismi mübarekleri telaffuz olundukta hiç bir gün laubaliye cevaz yoktur.

FİTNAT HANIM (Yavaş sesle) — Hepsi yok olsun inşallah. (Yüksek sesle) Peki efendim doğrusu hata ettim.

BÜYÜKBABA — Ya kahve?

FİTNAT HANIM — Şayeste kalfa cariyeniz meşguldü. Şimdi gider getiririm.

BÜYÜKBABA — Ya taşmıştır, yahut köpüğü kaçmıştır.

FİTNAT HANIM — Şimdi efendim, şimdi getiririm. (Fitnat hanım aceleyle çıkar. Büyükbaba kendi kendine konuşur.)

BÜYÜKBABA -— Üstüme vazife değil amma ne de olsa gelin. Başımıza bu kadın yüzünden bir bela gelecek. Hani sus-sam bir türlü. Zatı şahaneye dil uzatmak cesaretini kimden alıyorlar bilmem ki.

(Rasim efendi ve Fitnat hanım girerler.)

FİTNAT HANIM — Buyurunuz efendim. Köpüklü kahveniz geldi.

BÜYÜKBABA — Ver bakayım. (Kahveden bir yudum içer.) İyi. Kibrit yer. Oh. (Tekrar kahveden bir yudum içer.)

RASİM EFENDİ (Ses çok gençtir uzaktan) — Hanım hanını.

FİTNAT HANIM — Efendim geliyorum.

BÜYÜKBABA — Nereye gidiyorsun? Benim merasim elbisem hazır mı?

FİTNAT HANIM — Tabii efendim. İstanbulini dün sandıktan çıkardım. Bütün gece de tahtaboşta asılı bıraktım. Naftalin kokusu kalmasın diye.

BÜYÜKBABA — Eyvah ayazda nezle olmuştur.

FİTNAT HANIM — Aman efendim elbise nezle olmaz.

BÜYÜKBABA — Ben söylersem olur, o zaman benim paşalığım nerede kalacak?

FİTNAT HANIM — Efendim içeriye aldıktan sonra ütüledik.

BÜYÜKBABA — O zaman iyi.

RASİM EFENDİ (Seslenerek) — Hanım. Hanım.

FİTNAT HANIM (Seslenerek) — Biraz bekle bey. Babanızı giydiriyorum. Merasime gidecekler.

ADNAN (Seslenerek) — Anne. Anne.

FİTNAT HANIM (Yumuşak) — Ne var oğlum?

BÜYÜKBABA — Gelin hanım, kolalı yakam nerede?

ADNAN (Seslenerek) — Anne.

FİTNAT HANIM — Geliyorum yavrum. Biraz müsaade et.

RASİM EFENDİ (Seslenerek) — Hanım.

BÜYÜKBABA —- Bu yaka alçak. Daha yüksek bir yaka yok mu? Nasıl ev burası?

FİTNAT HANIM — Şimdi bulacağım.


BÜYÜKBABA (Telaşlı) — Merasime zatı şahaneden sonra varacağım. Verin rica ederim, şu gömleği.

FİTNAT HANIM — Yakayı.

BÜYÜKBABA — Verin efendim verin.

FİTNAT HANIM — Siz bilirsiniz.

BÜYÜKBABA — Yaka.

FİTNAT HANIM — Takalım yakayı efendim.

ADNAN (Seslenerek) — Anne bir dakika gelir misin?

FİTNAT HANIM (Seslenir) — Gelemem işim var.

BÜYÜKBABA — Dikkat et gelin hanım. Ensemi acıttın. Nasıl yaka takıyorsun?

FİTNAT HANIM — Afedersiniz efendim. Yakanızı takarken acıttım.

BÜYÜKBABA — Onu takıp da gömleği öyle verirler.

FİTNAT HANIM (Korkak) — Söyledim amma vakit bıraktınız mı?

BÜYÜKBABA — Ne söyledin?

FİTNAT HANIM — Hata ettim dedim.

BÜYÜKBABA — Hata. Tabii hata.

ADNAN (Seslenerek) — Anne.

FİTNAT HANIM (Seslenerek) — Ne var dedik ya. Muhakkak bir şey söylemek istiyorsan gel buraya. İşim var dedim sana.

BÜYÜKBABA — Ensemi niye bıraktın?

FİTNAT HANIM — Düğmeyi taktım efendim. Şimdi de ön düğmeyi takacağım.

BÜYÜKBABA — Boğuluyorum yahu. Boğuluyorum.

FİTNAT HANIM — İşte oldu efendim. Bakınız şu el aynasına.

BÜYÜKBABA — Neresi olmuş? Bu yaka kafi derecede dik değil.

FİTNAT HANIM — Aman efendim kulak memenize kadar geliyor.

(Adnan ayaklarının ucuna basa basa girer.)

BÜYÜK BABA — Arkada kim var?

FİTNAT HANIM — Gördünüz mü efendim? Kafi dik değil dediğiniz halde arkaya dönemiyorsunuz. Arkaya başınızı çeviremiyorsunuz. Arkanızda Adnan var efendim. Adnan geldi.

ADNAN — Sizinle biraz hususi konuşmak istiyordum anne? Amma mademki büyükbabamın huzuruna çağırdınız, burada konuşalım.

BÜYÜKBABA — İstanbulini tut gelin hanım.

FİTNAT HANIM — Buyurunuz.

BÜYÜKBABA — Lütfen aklınız bende olsun.

ADNAN — Anne artık bu kadarı olmaz. Handan içeride gözyaşı döküyor.

FİTNAT HANIM — Ne yapmışız ona?

ADNAN — Daha ne yapacaksınız? Kızı daha ondört yaşına girer girmez çarşafa soktunuz. Bu da yetişmiyormuş gibi Damdösiyondan da aldınız.

FİTNAT HANIM — Kızı marabet yapmayacağız ya. Yaşını başını aldı, evlendireceğiz tabii. Kardeşinin evde kaldığını herhalde istemezsin.

BÜYÜKBABA — Mektep ne olacak? Ondördüne gelmiş kız daha mektepte okuyup da Babıali´ye katip mi olacakmış?

ADNAN — Yarın tekrar görücüye çıkacakmış.

FİTNAT HANIM — Pek tabii. Sana evlenecek yaşa geldi diyoruz. Aman beybaba bir dakika durunuz. Şu düğmeyi de takayım.

ADNAN — Pazarda hayvan satar gibi görücüye kız çıkarıyoruz.

BÜYÜKBABA — Dedelerimizden beri tatbik edilen Âdetlere dil uzatmağa utanmıyor musun sen? İki gündür Mektebi Tıbbiyeyi şahanede talebe oldum diye bunca senelik mukaddes, muhterem, Cemil ve...

ADNAN (Sinirli sözünü keserek) — Bir genç kız için teşhir edilmek. Hayır doğru değil bu.

BÜYÜKBABA — Hadifim Adnan bey terbiyenizi vermeği oğlum Rasim beye havale edip gitmem lazım. (Seslenir.) Rasim! Rasim!

FİTNAT HANIM — Herkes gelininiz Fitnat değil ki ismi çağrılınca lebbeyk deyip karşısına dikilsin. (Seslenerek.) Bey! Bey!

ADNAN — Büyükbaba, ya görücüler kızı beğenmezlerse.

BÜYÜKBABA — Sana lütfen, sükut buyurmam rica etmiştim hadifim Adnan. Yoksa senin vâsıl olduğun makamı nazarı itibara almadan.

ADNAN — Büyükbaba.

BÜYÜKBABA — Safsatalarınızda bir bende mantık ve aklı selim mevcut değildir. Bu da böylece malumunuz ola. İşte geliyor. (Bağırır.) Rasim. (Rasim efendi girer.)

RASİM EFENDİ — Efendim...

BÜYÜKBABA — Eğer vaktim olsaydı evladınıza verdiğiniz aşıları serbest ve arnovo terbiyeden dolayı sizi bir hayli tenkit ve tekdir ederdim. Fakat bugün merasime yetişeceğim için kısaca bunu size ihtarla iktifa edeceğim. Mahdumunuz Adnan meşru izdivaç şekillerini haysiyet şikeden gören bir nevi zındıktır.

FİTNAT HANIM — Allah Allah o da nesi? Biz hepimiz öyle evlenmedik mi? Hiç de haysiyetimiz kırılmadı. Görücüye çıkmak değil yani görücünün gelmesi ayıptır.

ADNAN — Demek ki sen de çok görücüye çıktın anne.

FİTNAT HANIM — Tabii çok çıktım. Günde gelip giden görücülerin hesabını ben de şaşırdım. ADNAN — Hiç biri beğenmez miydi?

FİTNAT HANIM — Aaaa delinin zoruna bak.

ADNAN — Niye kızdın anne? Eğer görücülerden bir tanesi seni beğenseydi artık ötekiler gelmezlerdi.

FİTNAT HANIM — Bilemedin küçük bey hepsi istiyorlardı da biz beğenmezdik. Her isteyene kız verilmez.

BÜYÜKBABA — Gelin hanım gelin hanım. Büyüklerin yanında konuşma tarzınız bana çocuklarınızın terbiyesinin neden bu kadar kusurlu olduğunu öğretiyor.

FİTNAT HANIM — Afedersiniz büyükbaba. Beni kızdırdı da.

BÜYÜKBABA — Nişanlarım?

FİTNAT HANIM — İşte efendim.

BÜYÜKBABA — Tak be kızım, taksana. Ha şöyle. Bizim hanım da eğer bir haftaya kadar kalkmazsa, bize bakacak bir hanım lazım. Değil mi Rasim?

RASİM EFENDİ — Anlayamadım beybaba.

BÜYÜKBABA — Biz konuşurken unuttum. Bak bakalım demir ağa bütün fenerleri çıkarıp uşaklara temizletmiş mi? Bayrakları iki tarafa assın. Konağın cephesi parmaklıkların üstü hep fenerle kapansın. Haberin olsun ha. Bu defa bizim konak Ekmekçi başının, Kahveci başının, Esvabcı başının konaklarından üstün olacak.

RASİM EFENDİ — Yaparız bey baba. Kahya efendi daha dünden mumları hazırlamıştı.

BÜYÜKBABA — Padişah efendimiz bu donanmada bendeleri içinde en fazla benim merbut olduğumu görmeli. Şimdilik hoşçakalın.

HEP BİRDEN — Güle güle. (Büyükbaba çıkar.)

ADNAN — Bende. Padişah efendimiz. Merbut. Ben bu sözleri beğenmiyorum.

RASİM EFENDİ — Bunlar nasıl söz Adnan?

ADNAN — Basbayağı sözler beybaba Padişahın Cülusu?

FİTNAT HANIM — Sus kimse duymasın.

RASİM EFENDİ — Oğlum, duvarın bile kulağı vardır.

ADNAN — Duvarın kulağı varmış. Rahat nefes almak, evde olsun geniş ve rahat nefes almak istiyoruz. Annemle babama istediğimi söyleyemedikten sonra.

RASİM EFENDİ — Bu sabah sen sol taraftan kalktın galiba. Donanma günü herkesin keyfini kaçırma.

ADNAN — Donanma günü. Niçin bu şehri ayin yapılıyor söyler misin? Padişahı sevdikleri için mi? Hayır, sade korku belası. Anlarım, millete bir şey vermiş olsalar, doya doya büyük günü kutlayalım.

FİTNAT HANIM — Sus bey.

ADNAN — Bir adamın devletin başına geçebilmesi için onun o devleti teşkil eden insanlardan müteşekkil kütlelerin itimadını kazanması lazım. Mütereddi bir hale gelmiş olan Osman Hanedanından doğan çocukların böyle büyük bir imparatorluğu hem de dünya içindeki bu korkunç tezatlar arasında idare edebilecek kabiliyette olduklarını bize kim temin eder?

FİTNAT HANIM — İstirham ederim Adnan, niyaz ederim oğlum sus.

RASİM EFENDİ — Şayeste kalfa sofada.

ADNAN — Eli kalem tutmaz şu iki biçare köle mi bizi ele verecek? Versinler. Vehim içinde boğulacağımıza şeraitimize daha uygun bir zindanda yaşarız.

FİTNAT HANIM — Allah aşkına oğlum. Resulallah aşkına sus. Bey. Bir şey söylesene oğlana. Ağzı bu sözlere alışacak sonra.

ADNAN — Maalesef alışmaz anne, bu tazyik ve istibdadın bu zulmü altında dillerimiz bu sözlere alışamıyor. Halbuki sokak başlarına çıkıp hürriyetsizlikten boğuluyoruz diye avaz avaz bağırmamız lazım. Ama mümkün mü? Beşiktaş karakolları, Yıldız Sarayı sorgulan, işkence odaları, kırbaçlar, koltuk altına konan yumurtalar, menfalar, zindanlar, karanlık bir gecede denize dökülmeler. İşte bütün bunlar dillerimizi kilitliyor.

FİTNAT HANIM — Yalvarırım sus, kardeşin geliyor. Hiç olmazsa o bunları duymasın. Gel Kenan gel yavrum. Kahvaltı ettin mi bakayım? (Kenan girer.)

KENAN — Hayır anne, Gülüzar dadım buraya getireceğini söyledi.

FİTNAT HANIM — Maşallah maşallah. Kırk bir buçuk defa maşallah. Ne de güzel olmuşsun.

KENAN — Mektebe de vakit kalmadı çabuk gideyim. (Marş mırıldanır.)

FİTNAT HANIM — Kuzum Handan nerede? O olsun kahvaltı etti mi?
KENAN — Hayır Handan ablam ağlıyor. Ben kahvaltı etmem diyor. Mektebe gitmek istiyormuş.

RASİM EFENDİ — Gidemez. Karar karardır. Beybabam böyle istiyor.

ADNAN — Zaman değişiyor baba. Bu asrın hazmedemeyeceği bu batıl ve saçma ananelere sadakat koskoca imparatorluğu inkıraza götürüyor. Hepsinin başı cehalettir. Bir millet kadınlı erkekli okumalı. İşte Handan da geliyor. Fikirlerini kendisi müdafaa etsin. (Handan girer.)

FİTNAT HANIM — Sabahtan beri ağlıyormuşsun yavrum. Beni de daha doğrusu bizi de ağabeyine şikayet etmişsin.

ADNAN — Anne.

HANDAN — Anneciğim affedersiniz, ben kimseyi şikayet etmedim. Sadece ağlıyordum. Ağabeyim de niçin ağladığımı sorunca kendisine sebebini söyledim. Mektebe gidemeyeceğim için ağlıyorum.

FİTNAT HANIM —- Görücüler. Ya görücüler. Cevap versene. Cevap ver diyorum.

HANDAN — Bırakınız şimdi onu. Ben mektebe gitmek istiyorum. Babacığım, anneciğim, okumayı seviyorum. Tahsil etmek istiyorum. Bu benim hakkım değil mi? Niçin beni bundan mahrum ediyorsunuz? Kız olarak dünyaya gelmişsem ilim ve irfandan niçin mahrum kalayım? Okumak sade erkeklerin inhisarında mı kalacak?

ADNAN — Kadınlar cahil kalsınlar diye bilhassa yapıyorlar.

FİTNAT HANIM — Okuyup da ne yapacaksın? Erkekler bir gaye ile tahsil ederler. Hayatlarını kazanmak, bir memuriyete girmek, isim, şöhret, para itibar edinmek için. Haydi okudun. Ne olacaksın sonunda?
HANDAN — Biz bir kere okuyalım., Ondan sonra istediğimiz kendiliğinden olur.

FİTNAT — HANIM — Yarabbi bu çocukları sanki ben doğurmadım. Karşıma geçmişler anlamadığım şeylerden konuşuyorlar.

ADNAN — Anne bu çocukları sen doğurdun amma görmüyor musun hayat akıp gidiyor? Hayat selinin karşısına geçilir mi? Her şey değişiyor. Biz nasıl olur da senin gibi düşünürüz? Sen tabiidir ki, büyükbabam gibi düşüneceksin. Saray paşası gibi.

RASİM EFENDİ — Tıpkı onun gibi değil amma ondan da pek aykırı değil.

ADNAN — İşte anne sen büyükbabamdan ben de senden farklıyım. Bu ufak farklar gitgide büyüyecek, koskoca bir çığ olacak. Hayatımızda padişahlık mefhumu, genç dimağların kabul etmediği bir mefhum olmağa başladı. Hele mutlakiyet idaresi. Onun kendini müdafaa etmek için kullanıldığı bütün vasıtalarla bunların en başında kara cehalet ve imansız bir taassup geliyor. Bütün bunlardan biz nefret ediyoruz işte.

FİTNAT HANIM — Haydi durma. Kenan, haydi çocuğum mektebe geç kalacaksın.
KENAN — Gidiyorum anne.
(Kenan çıkar.)

FİTNAT HANIM — Allah´tan çocuk da bir şey anlamadı konuşmalarımızdan. Bey, oğluna akıl öğret de iki şey söyle. Âdeta onu dinliyor gibisin.

RASİM EFENDİ (Sesi heyecanlıdır) — Oğlum sana ne söyleyeyim? Ben de birçok şeyleri senin gibi, birçok şeyleri de babam gibi düşünüyorum. Kah onu, kah seni anlıyorum. Bir şeyin değişmesinin lazım olduğunu görüyorum. Padişah olmazsa. Haşa, mesel söz temsili Padişahlık kalkarsa kalkmaz ya neyse. Eğer kalkarsa onun yerine kim geçebilir?

ADNAN — Cumhuriyet beybaba, Cumhuriyet".

FİTNAT HANIM — Tövbe de tövbe.

RASİM EFENDİ (Kısık sesle) — Bu Cumhuriyet nasıl bir şey olabilir? Fransa´da, İsviçre´de daha başka memleketlerde eşi yok mu?

ADNAN — Var beybaba. O memleketler bunu çoktan kurmuşlar.

RASİM EFENDİ — Peki nasıl oluyor?

FİTNAT HANIM — Allahınızı severseniz susunuz.

RASİM EFENDİ — öğrenmek ayıp değil hanım. öğreniyoruz.

ADNAN — Halk, istediği kimseyi devletin başına geçirir. İşte esas bu. Her şeyin fevkinde olan ve büyük kuvvetleri elinde tutan Meclisi Mebusam halkın seçmesi. Kanunu Esasinin ilanı... Demokrasi budur işte...

RASİM EFENDİ (Ümitsiz) — Bu hayaldir oğlum hayal.

ADNAN — Bu tahakkuk edecek baba. Etmelidir. İlk merhaleye ulaşmak devrine yaklaşıyoruz. Onun kıymetini o zaman anlayacağız. Kanunu Esasinin ilanı yakındır.

HANDAN — Ah o günleri görecek miyiz?

PERDE III. TABLO


(Perde kapalıdır. Aydın ile Rasim efendi girerler. Rasim efendi birinci perdedeki yaştadır.)

RASİM EFENDİ — İşte böyle oğlum Aydın. Handan o günleri görecek miyiz diye ümitsiz bağırıyordu. Adnan o günleri göremedi.
AYDIN — Neden?

RASİM EFENDİ — Atak hamleci ruhu bu gaye için uğraşanların başına geçirdi onu. Onu müthiş işkencelere soktular. Sonra hepimizi, bütün aileyi sürgüne gönderdiler.

AYDIN — Ne yaptılar?

RASİM EFENDİ — Sürdüler oğlum, sürdüler bütün aileyi. Deden kahrından öldü. Anneciğini de Yemen´e gömdük. Baban çocukluğunu Yemen´de geçirdi. Amcan Adnan ise onu hiç bilmiyoruz. Belki zindanda öldü, belki bir gece boğdular. Haber alamadık. Hürriyetin ilanından sonra zindandan çıkanların, menfadan dönenlerin arasında yoktu.

AYDIN — Zavallı amcacığım.

RASİM EFENDİ — O görmedi Cumhuriyeti. Fakat Allah'a çok şükür ki o nimeti ben gördüm. Oğlumun en büyük emelinin tahakkukunu ben gördüm. Milletin isteğinin millete hakim olduğunu, her şeyden evvel bir milletin reyine sahip olması lazım geldiğini ben gördüm. İmparatorluğun inkirazını hazırlayan ve Cumhuriyeti yaratan amillerin ne olduğunu bizler gördük. Bu iki devri kafanızda mukayese ediniz çocuğum. O zaman anlarsınız bu devri. (Dışarıdan bando sesleri, izcilerin trampetleri duyulur.)

AYDIN — Haydi dedeciğim biz de çıkalım. Annemle babam gitmişler.

RASİM EFENDİ — Haydi yavrum çıkalım.

AYDIN — Ağlıyorsun dedeciğim. Gözlerin yaşlı.

RASİM EFENDİ — Nasıl ağlamam Aydın, neyi hatırlıyorum biliyor musun? Şu tında Adnan'ın ölümünü değil de Cumhuriyetin ilan edildiği günü... İlk Cumhuriyet Bayramını. O gün bütün millet ağladık. Fakat gözlerimiz sevinçten yaşanıyordu. Geçen musibetli günlerin bitmiş olduğunu idrak etmek az bir şey değildir. Sen bu hislerin ne olduğunu bilmezsin.

AYDIN — Nasıl bilmem dedem. Biz Atatürk´ün bize emanet ettiği bu yurdun bu Cumhuriyetin nelere mal olduğunu biliyoruz. Bu bilgi bize her bilgiden daha evveldir. Vazifemiz Türk yurduna bekçilik etmektir.
(Perde kapanır.)

Hakkı BİGEÇ

 

 


29 EKİM TİYATROSU - VEDAT NEDİM TÖR


(İlkokullar için bir perdelik sınıf içi piyes)

Sahne: Bir ders odası.

ÖĞRETMEN — Günaydın çocuklar.

ÇOCUKLAR — Günaydın.

ÖĞRETMEN (Tahtaya yazar) — 29 Ekim.

ÖĞRETMEN — Okuyun bunu bakayım.

ÇOCUKLAR (Hep bir ağızdan) — 29 Ekim.

ÖĞRETMEN — Bugünün ne olduğunu bilen var mı?

ÇOCUKLAR — Biliyoruz, biliyoruz.

ÖĞRETMEN — Bilenler ellerini kaldırsın.

ÇOCUKLAR (Hepsi birden ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN (Sınıfın en küçüğüne) — Söyle bakayım Ahmet bugün ne günüdür?

AHMET — Atatürk'ün doğduğu gün.

ÖĞRETMEN — Sen söyle. Ayşe.

AYŞE — Cumhuriyetin ilân edildiği gün.

ÖĞRETMEN —- Doğru! Ahmet öyle ise bilemedi.

ÇOCUKLARIN BAZILARI — Bilemedi, bilemedi.

AHMET — Bildim... Gazi babamız doğmasaydı bugün olur muydu?

ÖĞRETMEN — Varol Ahmet... Bu buluşun çok güzel. Nasıl çocuklar güzel değil mi Ahmet'in cevabı?

ÇOCUKLAR — Güzel, güzel, çok güzel.

ÖĞRETMEN — Hep beraber söyleyin bakayım bugün ne günü?

ÇOCUKLAR — Cumhuriyetin ilân edildiği gün.

ÖĞRETMEN — Cumhuriyetten önce ne vardı? Bunu bilen var mı içinizde?

(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle bakayım sen Ertuğrul.

ERTUĞRUL — Padişahlık varmış.

ÖĞRETMEN — Ne imiş o padişahlık?

ERTUĞRUL — Padişah denilen bir adam varmış. Sarayı varmış, hiç bu saraydan dışarı çıkmazmış, millete yüzünü göstermezmiş, bütün memleket sanki bu saraymış. Sonra bir gün düşmanlar memleketi basmışlar. Padişah da sarayını kurtarmak için memleketi yabancılara satmak istemiş. Millet buna kızmış. Gazi babamız milletin başına geçmiş, düşmanları bir güzel pataklamış, memleketten kovmuş, memleketi satmak isteyen padişahın da kulağından tutup memleketten dışarı atıvermiş.

ÖĞRETMEN — Aferin Ertuğrul, kaç yıl önce oldu bu işler?

BİRKAÇ ÇOCUK BİRDEN —.........yıl önce.

ÖĞRETMEN — Demek ki, Cumhuriyet............ yıl önce 29 Ekim günü ilân edilmiş. Peki, Cumhuriyet ne demektir? Bunu bilen var mı?

(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Aydemir.

AYDEMİR —- Cumhuriyet demek, padişahı kovmak demektir.

ÖĞRETMEN — Peki. Meral sen de bir şeyler söylemek istiyorsun galiba... Söyle bakayım.

MERAL — Cumhuriyet demek, milletin kendi kendisini idare etmesi demektir.

ÖĞRETMEN — Gazi babamızı bilen var mı içimizde?

ÇOCUKLAR — Var, var, var, var...

ÖĞRETMEN — Aydın, sen Gazi babamızı anlat bakayım?

AYDIN — 1881'de 13 Mart'ta doğdu ve 1938'de 10 Kasım'da öldü. Millete çok hizmet etti. Biz ona Atatürk yani Türklerin en büyüğü diyoruz.

SUNA — öğretmenim ben Gazi babamızın yüzünü hiç görmedim.

ÖĞRETMEN — Resmini de görmedin mi?

SUNA — Gördüm. İşte (Ata'nın duvarda asılı resmini gösterir.)

ÖĞRETMEN — Sen söyle bakayım Özcan ne anlattılar?

ÖZCAN — Babam dedi ki, eskiden okumak yazmak çok zormuş. Şimdi çok kolaymış.

ÖĞRETMEN — Çocuklar! Hiç size analarınız, babalarınız eski zaman mekteplerinden bir şeyler anlattılar mı?

(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Nasıl zormuş?

ÖZCAN — Eskiden yıllarca mektebe giderlermiş de yine doğru dürüst okumasını, yazmasını bir türlü öğrenemezlermiş.

ÖĞRETMEN — Acaba neden böyle imiş?

ÖZCAN — Babam söyledi amma pek iyi anlayamadım. Başka türlü harfler mi varmış ne imiş?

BİRKAÇ ÇOCUK — A... A... A...

ÖĞRETMEN — Şaştınız kaldınız demek bu işe. Başka türlü harf de olur mu hiç?

ÖZCAN — Ne bileyim ben babam öyle söyledi.

ÖĞRETMEN — Babanın hakkı var. Eskiden Türkçeyi Arap harfleriyle yazardık.

ÇOCUKLAR GÜLERLER — Arap... Arap...

ÖĞRETMEN — Ya... Şimdi gülüyorsunuz... Arap harflerinden bize ne değil mi? Bu Arap harfleri kargacık burgacık şeylerdi. Hem de ters yazılırdı.

ÇOCUKLAR — Nasıl ters?

ÖĞRETMEN — Şimdi soldan sağa doğru yazıyoruz değil mi?

ÇOCUKLAR — Evet, evet.

ÖĞRETMEN — Hâlbuki Arap harfleriyle sağdan sola doğru yazılırdı.

(Çocuklar yine gülerler. Erol parmağını kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Ne var Erol?

EROL — Bizim evde bir bacı kadın var.

ÖĞRETMEN —E...?

EROL — Bu bacı kadın eskiden okumasını bilmezmiş. Çocukken bir türlü kafası almamış, o Arap harflerini...

ÖĞRETMEN —......?

EROL — Şimdi her gün babamın gazetesini okuyor.

ÖĞRETMEN — Nasıl olmuş bu iş?

EROL — Gece mektebine gitmiş, okumayı kolaycacık öğrenivermiş. Şimdi bu işi yapanlara gece gündüz dua ediyor. Zonguldak'ta bir oğlu var, ona mektup bile yazıyor.

ÖĞRETMEN — Demek sizin bacı kadın bile harfleri öğrenmiş, hem okuyor, hem yazıyor.

EROL — Beni imtihan bile ediyor.
(Çocuklar gülüşürler.)

ÖĞRETMEN — Aferin o bacı kadına... Bacı kadının hakkı var. Onun gibi Arap harflerini öğrenemeyenler çoktu. Okuryazarlar azdı. Şimdi harflerimizi kolaycacık herkes öğreniyor. Başka eski zaman mekteplerinden neler biliyorsunuz bakalım?

(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Güler?

GÜLER — Eski zaman okullarında çocukları falakaya çekerlermiş.

(Çocuklar gülerler.)

ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?

GÜLER — Bir gün yaramazlık yaptım da annem kızdı, seni okulda falakaya çekmeli dedi.

ÖĞRETMEN — Ne imiş o falaka?

GÜLER — Ben de anlamadım da sordum anneme. Annem hocana sor dedi.

ÖĞRETMEN — Ya eskiden dersine çalışmayan, yaramazlık eden çocukları okullarda falakaya çekerlermiş. Yani çıplak ayaklarını bir iple bağlar, değnekle tabanına vururlarmış. O kadar vururlarmış ki, ayaklar şişermiş ve çocuklar yürüyemezlermiş...

ÇOCUKLAR — Ne fena, ne fena...

ÖĞRETMEN — Neden fena bakayım Ahmet?

AHMET — O zamanın çocukları hayvan mıymış?
(Çocuklar gülerler.)

ÖĞRETMEN — Bu hayvana bile yapılmaz yavrularım... Başka, başka eski zaman okullarından ne biliyorsunuz?

ALP — Oyun yasakmış.

(Çocuklar güler.)

ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?

ALP — Babam dedi. Bizim zamanımızda, dedi okullarda oyun yasaktı dedi.

ÖĞRETMEN — Doğru söylemiş baban. Eski zaman okullarında oyun oynamak yasaktı. Onun için böyle falakalı oyunsuz okulu çocuklar sevmezlerdi. Şimdi öyle mi ya? Söyleyin
bakayım okulu seviyor musunuz?

ÇOCUKLAR — Seviyoruz.

ÖĞRETMEN — Okula sevinerek geliyorsunuz. Burada güle-oynaya çalışıyorsunuz. Size dayak atıldığı var mı?

ÇOCUKLAR — Yok, yok...

ÖĞRETMEN — Tabii yok. Çünkü doğru ve iyi sözü anlıyorsunuz. Cumhuriyet okullarında çocuklara insan muamelesi yapılır. Söyle bakalım Ayşe önlüğün ne malı?

AYŞE — Yerli malı...

ÖĞRETMEN — Yerli malı ne demek?

AYŞE — Bu memlekette yapılan mal demek.

ÖĞRETMEN — Demek memleketimizde böyle bezler yapılıyor? Neden yapılıyor bu bez?

AYŞE —Pamuktan...

ÖĞRETMEN — Bizim memlekette pamuk yetişiyor mu?

(Ayşe susar.)

ÖĞRETMEN — Bilen var mı?

KAYA — Ben biliyorum. Bizim memlekette pamuk yetişiyor.

ÖĞRETMEN — öyle ya Kaya, sen Adanalısın bilmen lâzım...

KAYA — Evet, Adana'da pamuk yetişir.

ÖĞRETMEN — Sonra böyle bez haline nerede girer?

ÇOCUKLAR — Fabrikada.

ÖĞRETMEN — Bizim memlekette fabrika var mı?

ÇOCUKLAR — Var... Var...

ÖĞRETMEN — İşte çocuklar padişahlık zamanında memleketimizde fabrika da yoktu. Şimdi birçok fabrikalarımız var. Kendi yünümüzü kendimiz dokuyoruz. Kendi ipeğimizi kendimiz dokuyoruz. Kendi pamuğumuzu kendimiz dokuyoruz. Ve hep yerli malı giyiyoruz. Hangisi daha iyi siz söyleyin bakalım, pamuğu, yünü, ipeği yabancılara satıp, pamukluyu, yünlüyü, ipekliyi onlardan satın almak mı, yoksa bunları kendimiz dokumak mı?

ÇOCUKLAR — Kendimiz dokumak... Kendimiz dokumak...

ÖĞRETMEN — Ve kendi dokuduğumuz kumaşları giymek... Söyleyin bakayım içinizde yabancı malı giyen var mı?

BİR ÇOCUK — Benim önlüğüm yerli malı değil.

ÖĞRETMEN — Neden?

BİR ÇOCUK — Annem dedi ki bu eskisin yenisini yerli malından alırız dedi.

ÖĞRETMEN — Annenin hakkı var. Bir şey eskimeden yenisini almak doğru değil. Sonra babanızın parasını sokağa atmış olursunuz. Fakat yavrum bu önlüğün eskiyince yenisini muhakkak yerli malından alacaksın değil mi?

ÇOCUK — Evet, zaten babam bu önlük için bile yerli malı değil diye fena halde kızdı.

ÖĞRETMEN — Doğru. Yerli malı varken yabancı malına para vermemeli.

ÖĞRETMEN DEVAMLA — Hep beraber söyleyin bakalım. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.

ÇOCUKLAR —. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.

ÖĞRETMEN — Ay ten, söyle bakayım sen. Birkaç gün okula gelmedin. Nen vardı?

AYTEN — Hasta idim, öksürüyordum, boğazım şişti.

ÖĞRETMEN — Kim iyi etti seni?

AYTEN — Doktor Bey.

ÖĞRETMEN — Ne yaptı doktor bey?

AYTEN — İlâç verdi, gargara yaptırdı.

ÖĞRETMEN — Şimdi iyisin ya?

AYTEN — Evet iyileştim.

ÖĞRETMEN — Bakın çocuklar, eskiden doktora inanmazlarmış. Hastalan nasıl iyi etmek isterlermiş biliyor musunuz?

(Hasan elini kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Hasan?

HASAN — Doktor yerine bohçacı kadını çağıralım, bir kurşun döksün, bir tütsülesin, çocuk iyi olur diyor.

(Çocuklar gülüşürler.)

ÖĞRETMEN — Hiç sana kurşun döktüler mi, tütsü yaptılar mı•?
HASAN — Geçen sene çok hasta oldum. Ateşim hiç düşmedi. Haminnem boyuna anneme, bak senin doktorların hiç bir şey yapamadılar, ateş düşmedi, dedi... Bir şu bohçacı kadını çağıralım da bak çocuk nasıl iyi olur dedi. Annem bıktı, bohçacı kadını çağırdı. Bohçası kadın: A! Bir şeyciği yok çocuğun, dedi. Perhiz filan istemez. Ben onu bir okur üflerim, geçer dedi. Okudu, üfledi. Haminnem de bana gizli gizli yiyecek verdi. Az kalsın ölüyordum.

ÖĞRETMEN — Vah zavallı, ne imiş hastalığın?

HASAN — Tifo imiş.

ÖĞRETMEN — Ya... Bak şu bohçacı kadının karıştırdığı işe. Hiç tifolu çocuğa yiyecek verilir mi? Perhiz yapmak lazım. Tabii ateş çabuk düşmez. Bu doktorun bilmezliğinden değil, hastalık böyle. Bakın gördünüz mü çocuklar, işte eski kafalılar tıpkı bu Hasan'ın haminnesi ve bohçacı kadın gibi düşünüyorlar. Hâlbuki Cumhuriyetin çocukları böyle değil, bakın Hasan da görmüş doktorla bohçacı kadının farkını... öyle değil mi Hasan?

HASAN — öyle, öyle... Şimdi o cadı kadını sokakta görünce yolumu değiştiriyorum. (Çocuklar gülüşürler.)

(öğretmen, tahtaya bir fes resmi çizer.)

ÖĞRETMEN — Çocuklar, bilin bakayım bu nedir? (Birkaç çocuk elini kaldırır.)

ÖĞRETMEN —- Söyle bakayım Mehmet?

MEHMET — Saksı.

ÖĞRETMEN — Sen Fatma?

FATMA — Yarısı kesilmiş balkabağı. (Çocuklar güler.)

ÖĞRETMEN — Sen Yusuf? YUSUF — Kilogram.

ÖĞRETMEN — Çocuklar, hiçbiriniz bilemediniz. Bilemezsiniz de. Görmediniz. Buna Fes derler.

BİRKAÇ ÇOCUK — Fes nedir, öğretmenim?

ÖĞRETMEN — Eskiden Türklerin başlarına giydikleri şey.

BİR ÇOCUK — Eskiden Türkler bunu mu başlarına giyerlerdi?

ÖĞRETMEN — Ya çocuğum. Bunu giyerlerdi. Hem biliyor musunuz, bu ne renkte idi? (Çocuklar susarlar.)

ÖĞRETMEN — Kırmızı. (Çocuklar gülerler.)

ÖĞRETMEN (Püsküle işaret ederek) — Bir de şunun şurasında pırasa bıyığ gibi bir şey var. Görüyorsunuz ya, işte o da siyah iplikten yapılmış püsküldü. Başınıza böyle bir şey giymek ister misiniz?

ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Hayır, hayır, hayır.

ÖĞRETMEN — İşte çocuklarım, biz Türklere padişahlar bu tuhaf şeyi giydirmişlerdi. Yabancılar da gülerlerdi. Tıpkı şimdi sizin güldüğünüz gibi. Gazi babamız bu püsküllü belayı da başımızdan attırdı. Şimdi biz de bütün medeni milletler gibi şapka giyiyoruz. İyi yaptı değil mi?

ÇOCUKLAR — Çok iyi yaptı, çok iyi.

ÖĞRETMEN — Atatürk'ün başka yaptığı iyiliklerden ne biliyorsunuz?

(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Erol, söyle bakayım, daha ne iyilikler yaptı bize?

EROL — Demiryolu yaptırdı, fabrikalar yaptırdı.

ÖĞRETMEN — Demiryolu iyi bir şey mi?

EROL — Çok iyi bir şey.

ÖĞRETMEN — Neden iyi bakayım?
EROL — Çabuk gider de ondan.

ÖĞRETMEN — Biliyor musunuz çocuklar, demiryolu yokken Sivas'tan Ankara'ya kaç günde gidilirmiş? (Çocuklar susar.)

ÖĞRETMEN — At arabası ile yirmi günde.

ÇOCUKLAR —Ooo...

ÖĞRETMEN — Şimdi biliyor musunuz aynı yol trenle ne kadar zamanda gidiliyor? (Çocuklar susar.)

ÖĞRETMEN — 18 saatte.

ÇOCUKLAR — Oooo...

ÖĞRETMEN — Bir gün 24 saat olduğuna göre yirmi gün kaç saat eder, düşünün bakayım? (Bir müddet sonra birkaç çocuk el kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle Özcan.

ÖZCAN — 480 saat.

ÖĞRETMEN — Evet, eskiden Sivas'tan Ankara'ya 480 saatte gidilirmiş. Şimdi 18 saatte. Aradaki fark kaç saat tutuyor.

(Çocuklar bir müddet düşünürler. Yine birkaçı ellerini kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Söyle bakalım Ayşe?

AYŞE — 462 saat.

ÖĞRETMEN — Demek ki, Ankara'dan Sivas'a trenle gidersek 462 saat kazanıyoruz. Peki, kazandık da ne çıkar? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle Ahmet?

AHMET — Askerler bile daha çabuk düşmana yetişir.

ÖĞRETMEN — Aferin Ahmet, çok güzel. Söyle Engin?

ENGİN — Mektuplar daha çabuk varır.

ÖĞRETMEN — Aferin Engin, çok doğru. Söyle Güler?

GÜLER — Bir yerden bir yere gönderilen mallar daha çabuk gider.

ÖĞRETMEN — Çok iyi Güler. Görüyorsunuz ya çocuklar Ata'mızın yaptırdığı tren yollarının bize ne büyük iyilikleri dokunuyor.

ÇOCUKLAR — Evet... Evet...

ÖĞRETMEN — Atamız bize daha başka ne iyilikler yaptı? (Birkaç çocuk ellerini kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Söyle Ertuğrul?

ERTUĞRUL — Orman Çiftliği ile Devlet Çiftliklerini yaptırdı.

ÖĞRETMEN — Orman Çiftliği nerededir?

ERTUĞRUL —- Ankara'da

ÖĞRETMEN — Orman Çiftliği'nin yerinde eskiden ne varmış biliyor musunuz?

ERTUĞRUL — Kupkuru bir tepe.

ÖĞRETMEN — Evet kupkuru bir tepe imiş. Şimdi nasıl olmuş?

ERTUĞRUL — Şimdi baştanbaşa ağaçlık?

ÖĞRETMEN — Başka?

ERTUĞRUL — Tarlalar da var.

ÖĞRETMEN — Nasıl tarlalar?

ERTUĞRUL — Güzel ekilmiş tarlalar... Yemyeşil oluyor ilkbaharda; yazın da altın gibi.

ÖĞRETMEN — Demek Ata'mız kupkuru toprakları ağaçlatmış. Ne çıkar ağaçlatmaktan?

(Birkaç çocuk elini kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Söyle Özdemir.

ÖZDEMİR — Kupkuru bir tepe çirkin. Ağaçlı bir tepe güzel...

ÖĞRETMEN — Güzel... Söyle Nilüfer?

NİLÜFER — Ağaç gölge yapar insanları sıcaktan korur.

ÖĞRETMEN — Güzel. Söyle Engin?

ENGİN — Ağaç insana yarar, tahta yapılır. Kupkuru tepe hiçbir işe yaramaz.

ÖĞRETMEN — Güzel... Ağaçtan yalnız tahta mı yapılır? Tahta yapmaktan başka bir şeye yarayan ağaçlar da yok mu?

(Çocuklar ellerini kaldırır.)

ÖĞRETMEN — Söyle Can?

CAN — Yemiş veren ağaçlar da var.

ÖĞRETMEN — Doğru... Demek ki, ağaç çok faydalı bir şey. Ata'mız Devlet Çiftlikleri, ormanlıklar yapmakla bize ağaç sevgisini ve yeni ziraatçiliği öğretmiş. O halde biz de ağacı sevelim. Ağacı koruyalım. Ağaçsız yerleri ağaçlayalım. Peki, başka Atamız daha neler yaptı? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle, Çetin?

ÇETİN — Memlekette Bankalar açtırdı.

ÖĞRETMEN — Sen bankayı nereden biliyorsun?

ÇETİN — Nasıl bilmem, kumbaram var.

ÖĞRETMEN — Ne yapıyorsun o kumbara ile?

ÇETİN — Para biriktiriyorum. Kumbaram dolunca babamla bankaya gidiyor boşaltıyorum.

ÖĞRETMEN — Ne yapacaksın bu paralan?

ÇETİN — Büyüyünce ev yaptıracağım.

ÖĞRETMEN — Aferin Çetin çok iyi yapıyorsun. Damlaya damlaya göl olur, derler. Şimdi böyle küçük yaştan, az da olsa, para biriktirmeğe alışırsanız büyüyünce hepinizin bankada bir alay paranız toplanır. Bu paralarla ev yaptırırsınız. Bir işe girişirsiniz. Seyahat edersiniz. Bir sanat öğrenirsiniz. Daha başka yavrularım Ata'mız neler yaptı?

GÜLSEREN — Kadınları çarşaftan kurtarmış.

ÖĞRETMEN — O da ne demek?

GÜLSEREN — Büyük ablam anlattı; eskiden kızları büyüyünce mektebe göndermezlermiş; çarşafsız sokağa bile çıkarmazlarmış.

ÖĞRETMEN — Ya çocuklar, çarşaf diye bir şey vardı. Kadınlar bunu giymeden sokağa çıkamazlardı. Şimdi kızlarımız da erkekler gibi okuyorlar, yüksek mekteplere gidiyorlar, doktor, mühendis, avukat; dişçi oluyorlar.

ÖĞRETMEN — Başka daha Ata'mız ne yaptı?

(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)

ÖĞRETMEN — Söyle Nilüfer?

NİLÜFER — Yurdu kurtardı düşmanın yaktığı yerleri ve Ankara'yı yaptı.

ÖĞRETMEN — Çok güzel... Ankara eskiden nasılmış biliyor musun?

NİLÜFER — Küçük bir yermiş.

ÖĞRETMEN — Şimdi.

NİLÜFER — Güzel bir şehir oldu. Evler yapıldı. Yollar açıldı. Elektrik geldi. Kocaman bankalar, daireler, okullar, heykeller yapıldı. Yurtta fabrikalar yapıldı.

ÖĞRETMEN — Padişahlar nerede otururlarmış?

NİLÜFER — İstanbul'da.

ÖĞRETMEN — Evet İstanbul'dan dışarıya çıkmazlarmış. Anadolu'ya hiç bakmazlarmış. Peki çocuklar... Size son bir sual daha soracağım. Bakalım bilecek misiniz? Ata, bütün yapılan büyük işleri kime emanet etti?

ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Bize... Bize... Bize... Türk gençliğine.

ÖĞRETMEN — (Gençliğe hitabı okur. Bitince perde iner çocuklar çekilir ve Ata'mın büyük bir resmi veya heykeli bir müddet ortaya gösterilir.)

 


CUMHURİYET BAYRAMI TİYATROSU – VASFİ MAHİR KOCATÜRK

ŞAHISLAR

FİLİZ (Kız çocuk) — FİDAN (Kız çocuk) — MERAL (Kız çocuk) — CEYLAN (Kız çocuk) — NAR (Erkek çocuk) BULUT (Erkek çocuk) — COŞAN (Erkek çocuk) — YILDIZ (Erkek çocuk) GÜNDÜZ (Erkek çocuk) — AYLA (ÖĞRETMEN)

1. SAHNE
(Sabah, ders saatinden evvel. Hazırlanmış bir sınıf. Filiz sırasında meşgulken Fidan girer.)

FİDAN — A... Filiz, ne kadar erken gelmişsin. Artık bu derecesi de olur mu? Bari bundan sonra güneş doğmadan gel...

FİLİZ — Ya sen? Sen pek mi geç kalmışsın. Baksana ortalıkta senden başka kimse var mı?

FİDAN — Sen bana bakma. Ben annemden dayak yedim de onun için böyle sabah sabah dışarıya uğradım.

FİLİZ — Sen de bana bakma... Ben de dün akşam öğretmenden ceza aldım da bu gece burada yattım.

FİDAN (Pencereden bakarak) — A... A... Karşıdan Meral'le Çınar da geliyor. İşte Ceylan da arkalarında. Bulut, Coşan, Yıldız hepsi geliyorlar.

FİLİZ — Elbet gelecekler. Yalnız sen mi annenden dayak yedin? Onlar da yemişlerdir. FİDAN — Peki. Sen orada ne yapıyorsun?

FİLİZ — Karınca çocuk hikayesini okuyorum.

FİDAN — Bugünkü ödevini yaptın mı?

FİLİZ — Ne ödevi?

FİDAN — Bugün ne ödevi olduğunu bilmiyor musun?

FİLİZ— Yo...

FİDAN — A... Ayol, geçen hafta öğretmen ödev vermişti ya... Türk devriminde hangi yeniliğin en büyük olduğunu hazırlayacak değil miydik?

FİLİZ — Benim haberim yok.

FİDAN — Sahi mi? Demek şimdi sen hiç bir şey hazırlamadın?

FİLİZ— Yoo...

(Meral, Çınar, Ceylan, Bulut, Coşan, Yıldız, Pınar, Gündüz; hepsi birden girerler.)

2. SAHNE

FİDAN — Çocuklar, Filiz hiç bir şey hazırlamamış. Bugünkü ödevden haberi bile yokmuş. HEPSİ

BİRDEN — Eyvah, eyvah...

FİDAN (Filiz'e) — Peki, sen şimdi öğretmene ne cevap vereceksin.

FİLİZ — Ne sorarsa onun cevabını vereceğim.

FİDAN — İyi amma bir şey hazırlamamışsın ki...

FİLİZ — Hazırlamağa ne lüzum var, söylerim.

HEPSİ BİRDEN — Haydi, söyle bakalım, söyle bakalım.

FİLİZ — Peki, söyleyeyim. Bence Türk devriminin en büyük tarafı kadınlığı yükseltmesidir. Bunu hemen anlayıvermek için bir kere kendi kendimize bakmak yeter. örnek olarak ben bir günlük hayatımı size anlatayım. Bu sabah güneşle beraber kalktım. Yıkanıp tarandıktan ve kahvaltı ettikten sonra siyah göğüslüğümü giydim. Derslerimi bir kere gözden geçirdim. Çantamı ve yemeğimi alarak sokağa çıktım. Geze geze okula geldim. Bugün burada beş ders okuyup birçok şeyler öğrendikten sonra eve döneceğim. Çantamı bırakıp gezmeğe çıkacağım. Biraz kırları, biraz babamın dairesini, biraz da kütüphaneyi dolaşacağım. Akşam üstü koltuğumda bir sürü mecmua ve kitapla odama gireceğim. Artık bütün dünya benimdir. Böylece günler, aylar, yıllar geçecek. Ben ilkokulu, ortaokulu ve yüksek tahsili bitirerek iyi bir kafa sahibi olacağım. O zaman yıllardan beri düşündüğüm ülküme artık yaklaşacağım: Bir idarehane açacak, bir kadınlık gazetesi çıkaracağım. Milletimizi daha fazla yükseltmek için, kadınlarımızın daha çok yükselmesine çalışacağım ve Türk kadınının bütün dünya kadınlarından daha üstün olduğunu cihana tanıtacağım. Şimdi düşünün. Türk devrimi bana bütün bu fırsatları hazırlamamış, önüme bu yolları açmamış olsaydı bunu yapabilir miydim? Türk devrimi olmasaydı belki ben de haminnem gibi yedi yaşında çarşaf giyecek, dokuzunda hafız olacak, fakat iki kelimeyi bir araya getirip söyleyemeyecek ve yazamayacaktım. Üstümüzdeki yıldızlara baktıkça onları göklerin duvarlarına çakılmış altın çiviler zannedecek, dünya ve hayat hakkında en küçük bir meseleyi halledemeyecektim. Yani yaşayış itibariyle, benim meşe ağacından yahut araba atlarından farkım olmayacaktı. Hatta onlardan daha bedbaht olacaktım. Çünkü onlar hiç olmazsa, tabiatın en küçük hayvancıklara bile esirgemeden verdiği havadan ve güneşten istedikleri kadar istifade ederler. Ben kalın perdeler arkasında, bu en basit ve en tabii haklardan bile mahrum yasayacak, en acısı, bilgisizliğim yüzünden bu felaketin farkında olmayacaktım. Bunları düşündükçe haminnemin, hatta annemin yaşayışı hayret ve sevinçten çıldıracağım geliyor ve diyorum ki, Türk devriminin en büyük eseri kadınlığı yükseltmesidir.

HEP BİRDEN (Gülerek) — Oh... Oh... Filiz hiç hazırlanmamış.

FİLİZ (Fidan'a) — Haydi sen söyle bakalım, sen ne hazırladın?

FİDAN — Ben şapka devrimini hazırladım. Babama sordum. Birçok kitaplar okudum. öğrendim ki; biz eskiden şapka değil, fes, sarık, külah, kavuk ve daha bilmem neler giyermişiz. Bütün bunlar çok eski ve ilkel şeylermiş. İnsanlar arasında kıyafetin elbette bir tesiri var. Kafamızın içini ne kadar işlersek işleyelim, ona medeni bir kıyafet vermeden kendimizi tanıtamaz ve sözümüzü dinletemeyiz. Avrupalılar bizi öyle mısır koçanı gibi uzun püsküllü kıpkırmızı bir fesle, üç etek cübbelerle, yedi arşın mermer sahi sarıkla görünce pek haklı olarak önem vermez ve bundan yüz, üç yüz sene evvelki adamlar zannederlermiş. Ben bile bugün o eski kavuklu şalvarlı resimleri görünce ne kadar gülüyorum. Geçen gün bizim eski kıyafetimizde gezen iki doğulu seyyah gördüm de Karagöz'le Hacivat sokağa çıkmış sandım. Asıl mesele: Cahil ve dindar halk bu kıyafetin değişmesini eskiden beri istemezmiş. Bilhassa başına şapka geçirenler gavur sayılır ve öldürülürmüş. Bugün memleketimize gelen bazı yabancılar, karşılarında aynen, Berlin, Paris sokaklarındaki adamları görünce kendilerini henüz bir Avrupa şehrinde zannederek Türkiye'ye ne zaman çıkacaklarını soruyorlar.

MERAL (Fidan a) — Sen bunun sırrını şapka devriminde mi buluyorsun? Şüphesiz şapka devrimi çok büyük. Fakat onu da hazırlayan başka bir devrim var. Sen kafanın içini değiştirmeden dışım zor değiştirirsin. Bence Türk devriminin bundan daha büyük tarafı halka dini öğretmesidir. Halk dinin ne demek olduğunu öğrenince şapka giyene artık gavur demez. Eski devirde padişahlar halkı daha kolay soyabilmek için, onlara din namına birçok korkunç öğütler verir ve onları miskinleştirirlermiş. Bilgiden, teşebbüsten, insanlık gururundan mahrum kalan halk padişahı Allah'ın vekili sanır ve onun dediğine körü körüne kanaldı. Türk devrimi, bu yüzlerce yıldan beri kökleşmiş olan inanışları bir hamlede söküp attı. Millete dinin ve dünyanın ne demek olduğunu açıkça gösterdi.

ÇINAR (Meral'e) — İyi amma, tarih devrimi yapılmasaydı senin din devrimini de yarım kalırdı. Türk tarihinin tetkiki halka gösterdi ki hakiki din yüzyıllardan beri birçok masallarla karıştırılan din değildir. Ve gene Türk tarihinin tetkiki gösterdi ki Türk Milleti küçük bir sülalenin esiri değil, öyle yüzlerce sülale yetiştirmiş ve bütün dünyaya medeniyet tohumu atmış eski bir varlıktır. Bu büyük hakikati Türk devrimine kadar ne Türkler, ne de Avrupa biliyordu. Yeni Türk çocuklarına milletlerinin bu asil gururunu ve şuurunu veren Türk devrimi burada en büyük eserini göstermiştir. Çünkü yükselmek isteyen bir millete her şeyden evvel Milli gurur lazımdır.

CEYLÂN (Çınar'a) — Çok güzel söyledin, Çınar... Fakat bu tarihi halka okutmak ve bu milli gururu duyurmak için ne ister biliyor musun? Maarif... Bu memleketin asırlardan beri en büyük derdi bilgisizliktir... Milyonlarca halk en basit okuyup yazmayı bile bilmiyordu. Bugün okulsuz Türk köyü, öğretmensiz Türk çocuğu yoktur. İşte devrimin en şanlı tarafı.

BULUT (Ceylan'a) — Ceylan, ya dil? Maarif ne ile olur? Eski idare halk okuyup öğrenerek hakkını aramasın diye bilgi dilini, ancak kırk senede öğrenilebilen, acayip ve bize tamamıyla yabancı bir hale getirmişti. O dille halk bir şey öğrenebilir miydi? Türk devrimi, Türk milletine Türk dilini getirdi. İşte devrimin en sevimli tarafı...

COŞAN — Sorarım sana, Bulut, Arap harfleri varken Türk dili var mıydı? Bu devrimin en büyük tarafı harf devrimidir. Dilimiz zenginliğini ve güzelliğini yeni Türk harfleriyle göstermiştir.

YILDIZ (Hepsine birden) — Ben size bütün bunlardan daha büyük bir devrim göstereceğim: Ekonomi devrimi. Padişahlar zamanında Türk unsuru, asırlarca yabancı cephelerde ve şahsi menfaatler için süründürülmüş, ekonomide üstünlük, iş ve sanat yerli yabancıların elinde kalmıştı. Türk devrimi, medeni hayatın ekonomi mücadelesiyle kabil olduğunu bütün millete öğretti ve halka sanat, ticaret yollarını, istihsal kapılarını açtı. Bugün Türk askerliğinin Türk kahramanlığının yanında bir de Türk işçiliği vardır. Şu giydiğin şapka Türk malıdır. Bu elbisenin kumaşı Türk tezgahında dokunmuştur. Şu ayakkabı, iğneden ipliğine varıncaya kadar Türk fabrikasında yapılmıştır. İşte devrimimizin en canlı tarafı.

PINAR — Ben bütün bu eserlere bir ana buldum. Eğer Cumhuriyet olmasaydı bu saydıklarınızın hiçbiri meydana gelmezdi. Türk devriminin en ölmez temeli eski idareyi yıkarak Cumhuriyeti kurmasıdır. Saydığımız devrimlerin hepsi Cumhuriyetin eseridir.

GÜNDÜZ — Ben bundan daha büyük bir temel biliyorum ki, Türk devriminin en inanılmaz tarafı odur. O olmasaydı saydıklarınızın hiçbiri olmazdı. Hatta Cumhuriyet bile. Hatta siz ve ben bile... Bunu ihtiyar tarih de biliyor, bütün dünya da tanıyor. Fakat siz unuttunuz.

HEP BİRDEN — Söyle, sen söyle, söyle, söyle...

GÜNDÜZ — Kurtuluş Savaşı...

HEP BİRDEN — Yaşa, yaşa, doğru, doğru... (Gürültü üzerine öğretmen içeri girer.)



3. SAHNE


ÖĞRETMEN -— Çocuklar, ne var, ne oluyorsunuz?

GÜNDÜZ — Efendim, Türk devriminin en büyük tarafı nedir diye münakaşa ediyoruz.

ÖĞRETMEN — Çok güzel. Ne diyorsunuz bakayım?

GÜNDÜZ — Efendim, ben diyorum ki Kurtuluş Savaşıdır.

ÖĞRETMEN — Siz, ötekiler?

PINAR — Efendim, ben Cumhuriyet dedim.

ÖĞRETMEN — Sen, Coşan?

COŞAN — Harf devrimi, efendim.

ÖĞRETMEN — Yıldız sen?

YILDIZ — Ekonomi devrimi.

ÖĞRETMEN — an, sen ne dedin?

CEYLAN — Efendim, maarif devrimi.

ÖĞRETMEN (Meral'e) — Sen?

MERAL — Din devrimi, efendim.

ÖĞRETMEN (Fidana) — Sen?

FİDAN — Şapka devrimi, efendim.

ÖĞRETMEN — Sen Filiz?

FİLİZ — Kadınların yükselmesi, efendim.

ÖĞRETMEN —- Bulut sen?

BULUT — Dil devrimi efendim.

ÖĞRETMEN — Hepiniz güzel bulmuşsunuz, çocuklar.

GÜNDÜZ — Efendim, hangimizinki en doğru?

FİDAN — Hangisi en büyük, efendim, siz söyleyin.

PINAR — Efendim, hangimizin bulduğu en kıymetli?

ÖĞRETMEN — Hepinizin bulduğu da büyük, hepsi bir.

FİDAN — Hiç öyle olur mu, efendim, elbette birisi en kıymetli?

ÖĞRETMEN — Senin başka kardeşlerin var mı, Fidan?

FİDAN — Üç kardeşim daha var efendim.

ÖĞRETMEN — Babanıza hiç sordunuz mu, ona göre hanginiz en kıymetlisiniz?

FİDAN — Sorduk, efendim, hepiniz bence birdir diyor.

ÖĞRETMEN — Gördün mü? İşte Türk devriminin bütün bu kollarının da hepsi bir babanın çocuklarıdır. Hepsi aynı derecede büyük, aynı derecede kıymetlidir. Türk devriminin en büyük ve en kıymetli tarafı bütün bunları meydana getiren devrim babasıdır. Onu bulun bakayım. HEPSİ BİRDEN (Sevinçten haykırarak) — Atatürk, efendim. Atatürk, Atatürk... (Perde kapanır.)

Vasfi Mahir KOCATÜRK

 


CUMHURİYET ÇOCUKLARI TİYATROSU - GÜLTEN KARLI

(Yaş grubu 7-8)

Kişiler:

  • Cumhuriyet Perisi
  • Ayşegül
  • Derya
  • Enis
  • Mehmet
  • Barış
  • Keçi

CUMHURİYET ÇOCUKLARI
(Sahnenin ortasında görkemli bir ağaç vardır. Büyük bir bayrak ağacın gövdesine pelerin biçiminde sarılmıştır. Peri önde, çocuklar arkasında tek sıra halinde "lay lay" diyerek sahneye girerler. Sahnede iki tur atarlar. Perinin omuzlarında büyük bir Türk bayrağı (pelerin gibi), elinde ucu yıldızlı bir çubuk vardır.
Ayşegül ve Derya'nın elinde su kovası, Barış ve Mehmet'in omuzunda birer kürek, Enis'te gübre poşeti vardır.)

DERYA - Peri! Hani bize vereceğin ağaç?

PERİ - (Elindeki çubukla ağacı gösterir.) işte burada.

TÜM ÇOCUKLAR - Ne kadar güzelmiş! (Ellerindeki eşyaları bırakırlar.)

BARIŞ - (Ağaca sarılır.) Adı ne bunun Periciğim!

PERİ - Cumhuriyet!

AYŞEGÜL - Cumhuriyet kaç yaşında Peri?

PERİ - 75 yaşında.

BARIŞ - (Ağacı bırakır, geri çekilir. Ağaca bakarak.) Benden çok büyükmüş!

PERİ - Benden de büyük cumhuriyet.

MEHMET - (Zıplayarak.) Peri! Periciğim! (Ağacı gösterir.) Cumhuriyeti kim böyle güzel yapmış?

PERİ - (Oyundaki ve oradaki izleyici çocukları göstererek) Atatürk ve bu gördüğün çocukların, yani sizlerin, büyük büyük büyük babalan birlikte yapmışlar. Cumhuriyet artık sizlerin. Onu sizler koruyup yaşatacaksınız.

ENİS - Nasıl yaşatabiliriz cumhuriyeti?

PERİ - Cumhuriyet emek ister.

(Mehmet ve Barış, küreklerini alıp ağacın dibini kazarlar. Toprağı havalandırırlar. Ardından Enis, toprağı gübreler. Ayşegül ve Derya dibine su dökerler.)Teşekkür ederdim çocuklar. (Çocuklar ellerindekini bırakırlar.) Cumhuriyet'i korumak gerekir.

MEHMET- Ama Peri! Biz cumhuriyeti tek başımıza nasıl koruyabiliriz?

KEÇİ - (Sahneye girer.) Ay ay ay! Ne kadar güzel bir ağaç bu! öyle de acıktım ki, karnım zil çalıyor. (Çocuklara) Çekilin bakayım. Yiyeceğim ben bu ağacı!

PERİ - Koruyalım çocuklar cumhuriyetimizi! Haydi çocuklar, şimdi el ele!
(Peri ve çocuklar ağacın çevresinde el ele tutuşurlar. Keçi sırayla dener (toslar) ama, hiçbir eli açıp halkanın içine giremez. Sonunda yorgunluktan düşer. Kıpırtısız kalır.)
Teşekkürler çocuklar, (alkışlar) Cumhuriyetinizi çok güzel korudunuz. (Çocuklar sahne önüne birer birer gelerek.)

ENİS - Cumhuriyet emek ister! (Atatürk posteri çıkarır.)

DERYA - Cumhuriyet büyümek ister! (Bayrak çıkarır.)

BARIŞ - Cumhuriyet yaşamak ister! (Atatürk posteri çıkarır.)

MEHMET - AYŞEGÜL - Cumhuriyet korunmak ister! (Bayrak çıkarırlar.)

PERİ - Cumhuriyet el ele vermenizi ister! (Çocuklar el ele tutuşurlar.)

Gülten KARLI

 

 


CUMHURİYET TİYATROSU

(Sınıf İçi Piyes)

(Sahne: Bir salon... İki çocuk (Aydın, Behiç) Masa başında ellerindeki kâğıtlara bakarak bir şeyler ezberlemekle meşguller. Küçük bir kız (Güler) bir sandalye veya koltukta bebeği ile oynamaktadır. Perihan Abla (Hepsinden büyük) sonradan girer. Masanın üzerinde bir sürahi veya bardak vardır. Elbiseler, hareket ve konuşmalar piyesi oynatanlar tarafından düzenlenecektir. Aydın yerinden kalkar pencereden bakar, üzüntülüdür.)
AYDIN:
Saat üç oldu tamam,
Hala Perihan Ablam,
Bir türlü gelemedi.

BEHİÇ:
O, üç buçuk da dedi,
Gelir meraklanma hiç...

AYDIN:
Aman sen de hep Behiç
Onu korursun hemen.

BEHİÇ:
Biliyorum çünkü
O söz verince tutar,
Daha yarım saat var. (O sırada kapı çalınır. Yerinden fırlar.)
Muhakkak gelen odur. (Aydın eliyle Behiç'e işaret ederek)

AYDIN:
Ben açayım dur.
(Perihan Abla gülerek girer. Çocuklar etrafını alırlar. Onları okşayarak hemen koltuğa oturur.)

PERİHAN:
Günaydın sevgililer, Aydıncığım bir su ver Ama hava çok sıcak Yolum da epey uzak
(Aydın m verdiği suyu içer. Mendili ile kurulanır.) Annem, babam ve özden Hepsi gözlerinden Ayrı ayrı öptüler. (Bebeğinin yanına giden Güler'e dönerek.)
Ne o dalgınsın Güler? (Güler bebeği ile meşgul olarak.)

GÜLER:
Hayır dalgın değilim, Hep böyle benim halim...

PERİHAN:
Ben oraya gelirken Sizin bayan öğretmen Okula gidiyordu Sizleri bana sordu: "Aman çok çalışsınlar, Rollere alışsınlar, Şaşırmasınlar" dedi.

GÜLER:
Hepsi de ezberledi.
PERİHAN:
öyleyse çocuklar,
Zaten vaktimiz pek dar,
Durmadan başlayalım,
Behiç başla bakalım. (Behiç cebinden bir kâğıt çıkarır.)
Kâğıtla rol ne demek,
Ezbere söylenecek.

BEHİÇ:
Ezbere biliyorum.

PERİHAN:
Ezbere oku yavrum.

BEHİÇ:
A canım prova bu. (Perihan Abla omuz silkerek)

PERİHAN:
Nasıl istersen oku...
(Behiç kâğıdı elinde tutar, ezbere başlar, sonunu getiremezse kâğıda bakar ve sahnenin önüne yaklaşarak gür sesle okur.)

BEHİÇ:
Cumhuriyetten önce
Saltanat devri vardı.
Başta olan padişah, .
Ne isterse yapardı.
O sarayda yaşardı,
Her şeyin sahibiydi.
Yurt ve ulus hep onun
Malı, kulu gibiydi.
Sömürdü bütün yurdu
Senelerce bu tek baş,
Yurda kan ağlatmıştı.
Birinci genel savaş,
Bu savaşı bitirdik
Yorulup yıpranarak, Yer yer vatanımıza Basmıştı düşman ayak. Geçti Anadolu'ya Tamam işte bu zaman "Mustafa Kemal" adlı Kahraman bir kumandan. Bu kahraman, inançla Ulusunu yoğurdu Büyük Millet Meclisi Hükümetini kurdu Sonra birden kükreyip "Bu ulus ölmez" dedi, Şanlı ordumuz yurdu Düşmandan temizledi. Yapılan büyük savaş İstiklal savaşıydı. Yurduna kurban olan Koç yiğitler başıydı. Bu zaferle Türklüğün Tekrar namı yüceldi, Ordumuzun önünde, Düşmanlar dize geldi.
(Bitirince selam verir. Dönerek Perihan Ablaya bakar.) (Kâğıdı ile kalkar, sahnenin önüne yaklaşarak ezbere)

PERİHAN:
Ah ne güzel okudun eridim heyecandan Kurban olsun kardeşi Sana Perihan Ablan. Aferin aldın yine, Şimdi Aydın'da sıra.

AYDIN:
(Yüksek sesle başlar, takılırsa bakar.)
Peki, Perihan Abla.
Böylelikle bu yurda
Yeniden temel attık.
Kişisel egemenlik,
Yıkıldı gitti artık.
Ulusal egemenlik
Yasamızda yer aldı.
Ortada padişahın
Sade bir adı kaldı. O da yıkıldı gitti Ulus buldu huzuru parladı güneş gibi Cumhuriyetin nuru. Bin dokuz yüz yirmi üç Ve yirmi dokuz Ekim İşte bu günde doğdu Şanlı Cumhuriyetim. Yurdumuzda ulusal Bir bayramdır bu bayram. En büyük armağan bu Bize mutlu bu bayram. Cumhuriyet uğrunda Kanını Türktü döken Onu koruyacağım Bütün inancımla ben. (Behiç, Aydın Güler bir ağızdan) Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Cumhuriyet. (Perihan Abla neşeyle ayağa kalkarak.)

PERİHAN:
Yaşayacaktır elbet...
Mükemmel olmuş Aydın
Güzel okumasaydın
Ne pasta vardı, ne çay,

GÜLER:
Vay Perihan Abla vay.
Öğle yağma yok hemen
Fazla dayanamam ben
Artık gidelim yeter. (Perihan Abla Güler' i kucaklayarak)

PERİHAN:
Pek şekersin sen Güler.
Haydi, gidelim artık
Epeyce geçti vakit.
(Hep birden kapıya yürürler. Güler geriye dönerek bebeğine seslenir.)
Benim güzel bebeğim,
Çok çabuk geleceğim,
Sakın ağlama, sana
Lokum getireceğim.
(Eliyle bebeğine bir öpücük gönderir ve çıkar.)

(Perde iner.)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi