Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA - SUN SAGARI SAKİ BANA MESTANE DESİNLER 

Şeyhülislam Yahya 17. yüzyılın en önemli birkaç şairinden biridir. Kanunî çağından başlayıp, IV. Mehmed zamanına kadar devam eden bir şeyhülislamlar ailesinin beşinci üyesidir. Bir aile ki, ilim onlarda harmanlanıyor, her nesille yeniden filizlenip daima şeyhülislam yetişiyor. Beşik uleması bu aileden sonra biraz daha oturmaya başlıyor. Seçkin bir muhitte yetişen çocuklar da seçkin olur kuralı, üç aşağı beş yukarı bu ailede de geçerlidir. Çünkü bunlar İlmî ve dinî bakımdan aile içerisinde bulundukları ortam ve kültür seviyesi itibariyle hep babadan oğla aktarılan bilgiler ediniyorlar. Şeyhülislam Yahya, babası Şeyhülislam Zekeriyazâde’nin en değer verdiği evladı olarak 1552 yılında doğuyor ve 1644 yılına kadar doksan yılı aşmış bir zaman gök kubbenin altında ömür sürüyor. Bunun çoğu entrikalar arasında, birtakım sıkıntılı günler içerisinde, insanları biraz daha yatıştıran, onlara biraz daha umut veren bir gülümseyiş gibi geçiyor. Hayatı tüy kadar hafif yaşıyor. IV. Murad çağının pek çok entrikasında Topal Receb Paşa’nın kışkırttığı yeniçeriler, bunun da kellesini istiyor. Doğru adamlar bozuk ortamlarda istenilmeyen kişi ilan edilebilir. Çünkü onlar iyi bir örnek olarak orada durduğu sürece bozuk işleyen çark o işleyişini devam ettiremeyebilir.

IV. Murad on dört yaşında tahta geçmiş, on dört yıl hükümdarlık yapmış, yirmi sekiz yaşında da ölmüştür. O, genç yaşta tahta geçince hanım sultanların sultası altındaki saltanat kavgalarını yatıştırabilmek için Şeyhülislam Yahya Efendi tam bir iyi niyet merkezi olmuştur. Söyledikleriyle, yaptıklarıyla aydın fikirli bir adamdır. Osmanlı toplumunda yüz otuz bir şeyhülislam yaşamıştır. Bunlardan yirmi bir tanesi şairdir, beş tanesinin de divanı elimizdedir. Şeyhülislamlık ilmiye sınıfının en üst mertebesidir. İlimle uğraşan kadılar önce kazasker, sonra şeyhülislam olur.
Bağdat’ı önce Kanunî Sultan Süleyman, sonra da IV. Murad fethetmişti. IV. Murad Bağdat’ın fethinde, Şeyhülislam Yahya’ya çok itibar etti. Ona Abdülkadir Geylânî ile İmâm-ı Âzam türbelerinin restorasyonu işini verdi.

Sultan İbrahim devrinde Cinci Hoca’nın entrikalarına maruz kaldı. Cinci Hoca Osmanlı sarayının Rasputin’idir ve saray içerisinde entrikalarla hiç durmadan her yeri karıştıran, özellikle saraydaki kadınlarla birtakım çıkar ilişkileri içinde olup rüşvetler vererek herkesi birbirine düşüren bir tiptir. Cinci Hoca’nın Şeyhülislam Yahya ile problemi olmuş, onu kenara itebilir miyim diye çok uğraşmış ama Şeyhülislam Yahya dürüstlüğüyle de bir örnek şahsiyet olarak yerinde kalmıştır.

Çarşamba’da Kovacı Dede Mahallesi’nde babası Şeyhülislam Zekeriyazâde Efendi’nin yaptırdığı mescidin avlusuna defnedilmiştir. 1725 yılındaki Fatih yangınında mescitle beraber bütün Fatih yanınca o civarda her şey harabeye dönmüş. Büyükşehir Belediyesinin önünden Edirnekapı’ya kadar uzanan cadde yapılırken mezarları ortadan kaldırılmış, nereye taşındığını da kimsecikler bilmiyor.

Şeyhülislam Yahya edebî sanatlara pek itibar etmiyor. Söyleyişleri yalın ve ta Necâtî Beyden itibaren Bâkî’nin dilini, İstanbul Türkçesini kullanıyor. Daha sonra, bu dili Nedim kullanacak. Onu Nedim’in hocaları arasında sayabiliriz. Nitekim daha sonra Nedim şöyle bir beyit söylüyor:

Nef’i vâdi-i kasaidde sühan-perdazdır
Olamaz amma gazelde Bakî vü Yahya gibi
diye Şeyhülislam Yahya’nın hakkını teslim eder. Yani Şeyhülislam Yahya gazelleriyle ünlüdür. Biz ona gazelserâ diyebiliriz. Yazdığı gazeller gerçekten de muhteşemdir. Şeyhülislam olmasına rağmen naat, münacaat gibi konularda pek fazla kalem oynatmamıştır. Hem şeyhülislam olacak, hem de şaraptan, meyhaneden bahseden şiirleri çoğunlukta olacak ve dinî şiir de yazmayacak diye edebiyat tarihçileri onu çok sorgulamışlardır.

Bir de hikâyesini anlatalım: Nef’î ile aralarında şiir sürtüşmesi vardır, kişisel bir sürtüşme değil. Nef’inin kasideleri çok muhteşemdir. Şeyhülislam Yahya da gazelleri güzel söylüyor. Şairlerin kendilerine güvenleri ve övünmeleri biraz ön plandadır.
Bir gün Şeyhülislam Yahya, şöyle bir dörtlük yazmış:

Şimdi hayli sühanverân içre
Nef’i mânendi var mı bir şair
Sözleri seb’a-i muallakadır
İmruü’l-Kays kendisidir kâfir
Şimdi bu söz ustaları arasında Nef’i derecesinde güzel söz söyleyen bir şair var mı? Yazdıkları hep muallaka kadar üst şiirler, kendisi de İmruü’l-Kays gibi kâfirdir.
Cahiliye döneminde Araplarda şiir çok ön plandaydı. Her yıl Ukaz Panayırı’nda şiirler yarışırdı. Kuran’ın bir belagat mucizesi olarak indirilmesinin temelinde yatan o Arap belagatının en güzel çağında Kâbe duvarına o yıl seçilen şiirler asılır ve bu şiirler bir yıl boyunca bir sonraki panayıra kadar orada asılı dururdu. Sonraki panayırda eğer ondan daha güzelini söyleyen olursa o şiirler indirilir, yerine daha güzel şiirler asılırdı. Kâbe duvarına birkaç yıl üst üste İmruü’l-Kays adlı şairin şiirleri asılmıştı. Şiir açısından kimse onun seviyesine ulaşmamıştı.

Bu kâfir kelimesinin biliyorsunuz övücü bir anlamı da vardır. Buradaki kâfir bir övgü anlamı taşıyor. Fakat bir şeyhülislamın ağzından biri hakkında kâfir sözü çıkarsa, bu bir fetva hükmü taşır. Adam devrin şeyhülislamı ve şaire kâfir diyor. Zaten bir şeyhülislamdan beklenen terminolojiyle konuşuyor. Bunu duyunca bizim Nef’î, ona bir dörtlükle cevap veriyor.
Bize kâfir elemiş müftî efendi,
Tutalım diyelim biz âna müselman
Yarın varıldıkda rûz-i mahşere
Çıkarız ikimiz de o sözde yalan

GAZEL
Sun sâgarı sâki bana mestâne desinler
Uslanmadı gitti gör o dîvâne desinler

Peymanesini her kişi doldurmada bunda
Şimden gerü bu meclise meyhâne desinler

Dil hanesini yık, koma taş üstüne bir taş
Sen yap anı, eller ana virane desinler

Gönlünde senin gayrı sîvâ süreti neyler
Lâyık mı bu kim Kâbe ’ye büthâne desinler

Yahya’nın olup sözleri hep sırr-ı muhabbet
Yaran işitip söyleme yabâne desinler
                                Şeyhülislam Yahya

Sun sâgarı saki bana mestâne desinler
Uslanmadı gitti gör o dîvâne desinler
Kadehin mecaz yoluyla ve gerçek yolla pek çok ismi oluşmuş, ama buradaki kadeh 17. yüzyıldaki kadehtir ve artık camdan da imal edilmektedir. 15. yüzyılda kadehler topraktandır, kâse biçimindedir. 16. yüzyılda metalden, gümüşten imal edilmeye başlamıştır. 17. yüzyılın kadehlerinin çoğu billur kesme kadeh olarak biliniyor, hiç şüphesiz altından ve gümüşten kadehler de var. Meclisi bir gül bahçesinde yapacaksanız o zaman yine metal ve toprak imalatı olan kadehler götürülüyor.

Sakinin erkek yahut da kadın olması meclise ve çağa göre değişmiştir. Sakilik bir meslektir ve bunun hafifmeşreplikle hiçbir alakası yoktur. Bilakis sakiler tarih boyunca hep sözü çok iyi bilen, usta şiir dinleyicilerinden olmuştur. Ey saki, bana şu kadehi sun da varsınlar benim için sarhoştur desinler. İçkiye alışkın bir insanın bunu söylemesi çok kolaydır. Çünkü içki insan iradesini esir alan bir şey ve bunun arkasından da, hiç akıllanmayacak mı bu adam, çoluk çocuk sahibi de oldu türünden bir sürü laf söylerler artık.

17. yüzyılda içki yasağının sık sık tekrar edildiği bir dönemdeyiz. IV. Murad içkiyi yine yasaklamış. Osmanlı toplumunda Kanunî devrinden itibaren çeşitli dönemlerde içki yasaklanmıştır. Her padişah belirli bir süre, biraz halkı nizama sokmak, biraz da disiplini sağlamak için bunu uyguluyor. Ve sık sık içki yasağı konulduğu bir çağda devrin şeyhülislamı şöyle diyor. “Sun sâgarı sâkî bana mestâne desinler.” Herhalde şeyhülislamın biz burada bunu gerçek anlamda söylemediğini bilebiliriz. Bir şeyhülislam içki içerse, o makamda duramaz. Nitekim daha önceki haleflerinden olan Bâkî alkol kullandığı için, şeyhülislamlık makamına getirilmemiştir. Eğer siz şeyhülislamlığı Osmanlı ülkesinde İslam dünyasının gözbebeği olan bir makamda icra edecekseniz, içki kullanmak sizin için herhalde hiç de hoş olmaz. Onun için varsayalım ki içki içmiş olsun, bir şeyhülislam, bunu çok gizli yapacaktır. Şeyhülislam Yahya’nın şöyle bir beyti var:

Harabatı egerçi görmedik, amma görenlerden
İşittik bir neşât-efzâ makam-ı dilşâ derler
Biz meyhaneyi görmedik, görenlerden işittik. Çok güzel bir yermiş. Neşe neşe üstüneymiş, dünyanın bütün neşesi oradaymış.
Meyhaneye gitmediği için öğrenilen geçmiş zamanlı konuşuyor.
Muhtemeldir ki bizim Şeyhülislam Yahya Efendi yazdığı rindane şiirlerinden dolayı birileri herhalde dedikodu yaptı, ayıplandı ki, o da şiiri bir sâgar, şiiri bir sarhoşluk vesilesi görüp buradaki sâgar ve içki kelimesini tam anlamıyla söz için kullanıyor. Çünkü söz insanı sarhoş eder. Güzel bir söz, zamanında söylenmiş güzel bir şiir insan dimağını dondurur. Buna şöyle örnek verebilirsiniz, tekkelerde mürşidin söylediği sözler dervişlerin hepsini sarhoş eder. Dervişin yaşadığı sarhoşluk, içki sarhoşluğuyla hemen hemen aynıdır. Yıllarca belirli bir tavır göstermeye alışmış bir dervişin, çok güvendiği mürşidi tarafından uyarılması onda çok büyük bir sarhoşluk etkisi yapacaktır, yapar da. Onun için hep şöyle denir: Söz de insanı sarhoş eder, şiir de sarhoş eder, aşk da sarhoş eder, eşsiz bir güzellik de sarhoş eder. İçkiyle sarhoş olan biri iki görür. Ama aşkla ve söz ile sarhoş olan ikiyi bir görür. Sen ben kalkar aradan, aradaki fark budur. Aşk sarhoşluğu sen ben dedirtmez, sen dedirtir; sen varsın, başka bir şey olmasına gerek yok. Kendinden vazgeçmeyi temsil eder. Ama içki sarhoşluğu insanı evin yolunu bulamaz hale getirir.

Servi boylu, badem gözlü sakiler şarap testilerinden doldurdukları kırmızı kadehleri sedirlere bağdaş kurmuş şairlere bin naz ve işve ile dağıtırlardı. Her dönen kadeh yeni bir beytin ortaya çıkmasına vesile olur, nükteler söylenir, rakslar ve terennümlerle meyhanenin adeta kubbesi inlerdi. Onların düşünüşüne göre hayatın asıl manası bu mestlikten ibaretti. Kulaklarında ney ve rebabın iniltileri, ellerinde iri billur kadehler, şarap küpünün dibinde sabahlayan bu adamlar, yani gerçek ayyaş şairler öldükleri zaman topraklarından şarap testisi yapılmasını temenni ederler, mezarlarından şarap kokusu gelsin isterlerdi. Ömer Hayyam böyle der: “Ben ölünce toprağımdan şarap testisi yapın da, şaraba yine devam etmiş olayım.” Galiba aynı dergâhın mensuplarından olacak, bu binlerce sanatkârın rintleri, zikirleri de hep birbirlerinden farksızdır. Şarabı, sakiyi, laleyn kadehleri över dururlar ve zahitleri tavsif için hepsi aynı kelimeleri, aynı teşbihleri, aynı istiareleri kullanırlardı. Bunları ilk defa kullanan eski erenler, yani harabatın asıl temelini kuranlar çoktan toprak altında inzivagâhlarına çekilmişler, fakat nedense harabatın kubbesi altında daima ama daima onların sesi yükselip durmuştur. Harabat bezminin son erenlerinden Koca Ragıb Paşa “Harâbâtı görenler her biri bir haletin söyler” diyor. Kim bilir ne gibi sebepleri vardı ki, şairler meyhanede içki içiyorlardı. Şark edebiyatının ruhuna nüfuz edebilmek için, alelade şairlerin harabatıyla mutasavvıfların ve ariflerin -şimdi bu arifler zümresine Şeyhülislam Yahya’yı koyun- harabatı birbirine karıştırılmıştır. Hâlbuki aynı isim ile ifade edilen bu iki şey birbirinden tamamıyla ayrıdır. Şairle mutasavvıf zahide karşı isyan ettiği vakit, her ikisi de birer harabat kurdular. Şairin harabatı, yukarıda anlattığımız gibi hayatın hiçliğine karşı bir zevk işretgâhı ve ilticagâhı idi. Hâlbuki hayattaki gölgelerin arkasında asıl büyük hakikatin bulunduğunu bilen ve kendisinin ondan ayrı bir varlık olmadığına inanan, arif ve mutasavvıf için harabatın büsbütün başka bir manası vardı. Ummana karışan katre gibi mutasavvıf da faniliğinden geçerek Hak ile halk olmuş idi. İşte herkes bu ayrılığın farkına varamadığı için, zahide karşı isyanda müşterek olan şair-mutasavvıfın harabatını her vakit birbirine karıştırdılar. Yani içkiyi yasaklayanlara her ikisi de karşıydı.

Peymanesini her kişi doldurmada bunda
Şimden gerü bu meclise meyhane desinler
Bu dünya öyle bir dünya ki, her gelen burada kadehini dolduruyor. Çünkü dünyaya geldiğimizde elimizde ne peymane var, ne de içine dolduracak bir şey. Dünyaya bir tek can ile geliyoruz. Ama dünyada neler neler ediniyoruz, nelere sahip oluyoruz? Onun için ölümden korkuyoruz, çünkü onları bırakıp gitmek işimize gelmiyor. Dünya öyle bir yer ki bunda herkes kadehine bir şeyler dolduruyor. Kadehinin genişliği ölçüsünde, ama aynı kadeh eğer düşünce bazında, fikir anlamında yahut da kalp anlamında alınırsa bu sefer imanî noktadan, bilim noktasından, bilgelik noktasından yine kadehinizi doldurmanız mümkündür. Herkesin tercihi neye meyli varsa onadır. Kim neye meylediyorsa, dünya ona istediği şeyi sunacaktır. Ama meyledişler ve neyi istediğini iyi kestirmek burada çok önemlidir.

Mademki burada herkes eline bir kadeh almış onu dolduruyor, o zaman şu dünya denen yere meyhane desinler olsun bitsin. Çünkü burada herkes sarhoştur. Kimisi şöhret sarhoşu, kimisi para sarhoşu, kimisi güzellik sarhoşudur. Hiç durmadan bu sarhoşlukları devam ettirebilecek sebeplere yapışıyoruz. Ama o sebeplerin arkasında bize gerçekten bu sarhoşluktan ayıldığımız vakit hakikaten kendimizde olacak mıyız? Zihnimizde hâlâ sarhoşluk devam edecek mi?
Hafız diyor ki:
“Mest ân çünân hoşest ki gûyed be-rûz-ı haşr
Men kîstem şuma çe kesânit vü în çecâst”
Sarhoş öyle sarhoş olmalı, öyle sarhoş olmalı ki, tâ rûz-i mahşerde ayılmalı. Sonra da etrafına dönüp Allah Allah yahu burası neresi Allah aşkına, dostlar sizler kim oluyorsunuz, demeli.

Öyle bir sarhoşluk ki, İlahî sarhoşluk ancak bunu verebilir. Öyle bir sarhoşluk ki, İsrafil sûra üfürecek, sarhoşluktan uyanmayacak, ikinci defa üfürecek mahşer yeri kurulacak yine uyanmayacak, üçüncü üfürülüşte bu arada dünya yıkılacak, gezegenler birbirine çarpacak, yer içindekileri fırlatacak, gök içinde ne varsa boşaltacak, bu gümbürtü arasında sarhoş işte, sızıp kalmış olacak ve ancak o zaman uyanacak.

Nedim,
Meyhane mukassi görünür taşradan amma
Bir başka ferah, başka letafet var içinde
diyor. Meyhane dışarıdan bakıldığında kasvetli bir yer gibi görünür. Çünkü meyhaneler eskiden izbe yerlere yapılır ve gizli işletirdi. Hele akşam olunca zaptiyeler hiç durmadan dolaşırdı. Zaptiyeler dolaşırken yakalanmamak için bir erketede çocuk bekletirlerdi. Zaptiyeler o tarafa gelirken bir çocuk çıngırak çalardı. Çıngırak çaldığı an meyhanedeki herkes susardı. Meyhanenin kapısından içeri girer girmez karşıda bir peyke vardı. Peykenin yanında bir ocak, ocakta sıralanmış içki kabakları vardı. Şimdiki gibi böyle şişeler, modern içki kapları yoktu. Şarabı su kabaklarına doldururlardı. Kabak tadı vermek oradan gelir. İçki içinde çok bekleyince yahut yaşken konulursa tadı değişir. Meyhaneye gelenler yanlarında bir tane yolunmuş tavuk yahut üç tane lüfer balığı, birkaç çerez getirir. Meyhaneci sadece içki satar, meze satmaz, mezeyi herkes kendisi getirir. Onun için ayyaşlar arasında ceplerde leblebi taşımak âdettir. Çocuk çıngırağı çaldığı zaman çıngırağın sesini zaptiyeler de duyar ama girip yakalamazlar. Bak devlete hürmet gösteriyorlar, biz geçerken susuyorlar, diye memnun olurlar. Yani meyhanenin önünden geçerken içeriden ses gelmeyecek. Tabii meyhanede çok içip küfelik olanları evlerine götürmek için dışarıda sırtında küfeyle hamallar beklemektedir. Onların ceplerinde adresleri de yazılıdır çünkü sarhoşlar evini de tarif edemez.

Tasavvufta da aşkın galebe çalmasına “meyhane” ve aşkın heyecanına, coşkusuna da “mey” deniyor. Şiir ki aşkın has bahçesindeki sözdür. Bu halde kemal ehli amellerini aksatmaz. Yani aşk galebe çaldığı zaman, kemal ehli olanlar hâlâ Allah’a karşı kulluklarına devam ederler. Kulun aşk ve şevkle rabbine münacaat mahalline meyhane denir. Harabat, dostların sohbet meclisi, tekkedir. Yani kâmil mürşidin kalbi demektir. Demek ki, bu adamlar aslında içki içmek için değil, âriflik, bilgelik, şiirin üst katmanlarında bir şeyleri konuşabilmek için meclis kuruyorlar. Yani içki orada sadece bir vasıta, yoksa amaç değil. Meyhane de kâmil ârifin İlahî aşk, şevk ve marifetle dolu gönlü, lâhûtî (İlahî) âlem manasını taşımış. Mey, İlahî aşk tecellîsidir, cezbe ve coşku halidir.

Dil hanesini yık, koma taş üstüne bir taş
Sen yap anı, eller anı vîrâne desinler
Gönül Allah’ın evidir. Gönül, Kâbe’yle eştir. Bazı zamanlarda Kâbe gönlün yanında bir küçücük taş parçasından ibaret kalır. Çünkü gönül Kâbesi gerçek Kâbe’den daha önemlidir. Zaten Kâbe’ye gidip gönlü arıyorsunuz. Asıl gönül, kişinin içindeyse o zaman Kâbe’yi buraya getirmek lazımdır.

Hatâyı hal çağında,
Hak gönül alçağında
Kâbe yapmaktan yeğdir,
Bir gönül alçağında
Hatâyî mahlasını kullanan Şah İsmail bu dörtlüğünde “Hatâyî, hal çağında, hal ehli olmuş. Hak, gönül alçağında, yani Allah gönül denilen, senin kalbinin içine kadar alçalıyor. Vakti geldiğinde kırık bir kalbi onarmak, Kâbe’yi onarmaktan, Kâbe anahtarlarını elde etmekten yeğdir” diyor. Kâbe, kapısının duvarı 12, karşısı da 12, oluğun olduğu duvar 10, yüksekliği de 15 metre boyunda bir yapıdır. Eğer oraya siz gerçek manada bir uhrevîlik atfetmiyorsanız karşınızdaki bir taştan ibarettir. Ama siz ona bir mana giydirdiğiniz için o sizin gönlünüz gibidir. Orada öyle bir enerji çoğalmış ki, başka yerdeki taşlara benzemiyor.
Gönül hanesini yıkmak, yani falancanın kalbini kırmak değil, kendi gönlünü terbiye etmek, yıkmak anlamında kullanılmıştır. Taş üstüne taş koyarak, dünya nimetine taparak, dünyada şunum da olsun, bunum da olsun diyerek gönlünü ıskalama sakın, diye uyarmaktadır.
“Sen yap anı, eller ana vîrâne desinler” mısraıyla bize tam bir kaos yaşatıyor. Demin yık diyordu, şimdi yap diyor. Yani
Hatâyî’nin dediği gibi: “Çağında bir gönül al, Kâbe yapmaktan yeğdir”. Sen benim dediğimi yap da, taş üstüne taş koma, sen bu dediğimi yap da eller varsın ona virane desinler. Şair kelimelerle oynuyor.

Gönlünde senin gayrı sîvâ sureti neyler
Lâyık mı bu kim Kâbe ye büthâne desinler
Her gönülde bir güzel resmi bulunur. O resmin üstüne başka görüntüler bindirildiğinde, iş çığırından çıkar, insaniyet tabiatını kaybeder. Gönlünüzdeki hangi görüntüyse ona ihanet etmeyeceksiniz.

Mal mülk kaygısı, şöhret kaygısı, reklamlar vb. yani seni hiç durmadan sevdiğinden başka bir yere yönlendiren, sevilmesi gerekenden başka bir yere yönlendiren manasına sivâ. Dervişler dünyaya ait her şeyi sivâ olarak görürler ve onun için “sadece bir hırka, bir lokma” derler. Bir lokma ve bir hırkanın dışındaki her şey gayr ve sivâdır. Çünkü insan tabiatına, insan ruhuna uygun gelen bunlara sahip olmak değil, bunlara sahip olsa bile dağıtabilmek, bunlara sahip olsa bile sahip değilmiş gibi yaşayabilmektir.
Senin gönlün bir Kâbe’dir, o kadar değerlidir. Bütün herkesin dönüp durduğu yerdir. Bütün düşünceler gönlünün etrafında tavaf ediyor, dönüp dolaşıyor. Allah bizim sevgilimiz, yaratıcımız, her şeyimiz. Tasavvuf onu gerçek güzel ve güzellik olarak algılıyor. Allah güzeldir, güzeli sever yahut da güzelliği sever. Yarattıkları da onun için güzeldir. Yarattıklarında çirkin hiçbir şey yoktur. Bu çirkinlik bulunmadığı için de oraya en güzelinin görüntüsünün yansıması lazımdır. Kâbe ye puthane denilmesi dinimizce uygun mudur? Kâbe puthane olsaydı İslam peygamberi onu öyle saklardı. Mekke fethedilince önce içindeki putlar yıkıldı. Kâbe diye bir kalbimiz var ama içinde para, ihtiras, mevki, makam gibi putlar var. O zaman önemli olan bir şeyhülislamın ifadesiyle, Kâbenizi putlardan temizleyin. Bu şiirin özü ve özeti budur.

Yahya'nın olup sözleri hep sırr-ı muhabbet
Yaran işitip söyleme yabâne desinler
Yukarıdan beri söylediği bütün o içki, sâgar, saki, meyhane, harabat, meclis hepsi bir tek muhabbet içindi. Esas olan muhabbettir. Muhabbet ki insanın özüdür. Allah insanı muhabbet için yarattı. Muhabbet karşılıklı habib olma demek, sevgili olma demektir. Varlık muhabbet içindir. Onun için başka bir şair, “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl” diye söylüyor. Çünkü Allah, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim ve kâinatı yarattım” diyor.

Yahya’nın bütün sözleri hep aşkın sırrından ibarettir. Yukarıdan beri aşkın sırlarını anlattı. Okuduğunuz zaman bunların her birinde bir sır var. Sevenle sevilenin arasındaki aşk sırrı, yani kâinatın sırrı, özü ve özetidir. Şair işin özünü bilmeyenlere sakın bu sırrı söyleme, diye uyarıda bulunuyor. Çünkü sır layık olandan başkasına söylenmez, sonra yanlış değerlendirirler. Sır layık olan zamanda söylenmezse onun uğruna baş verilir. Hallâc’ın da, Nesîmî’nin de başı öyle gitmiştir. Onun için yârân işitip, yahu ne güzel sırlar söyledi. Ama bunu bilmeyenlere söyleme sakın. Derler ki, yahu bu Şeyhülislam Yahya meyhaneye mi gitmiş Allah aşkına, ne biçim şeyhülislam bu, herhalde içiyormuş. Başına gelecekleri de bilmiş. Söyleme yabana, yabancıya, bilgisize, layık olmayana yahut da yârân işitip söyleme ya bana desinler. Yani ya hiç söyleme yahut da sadece bana söyle. Yani senin sırrını ben anlarım. Dolayısıyla Yahya kendisine yönelik bir tecahül-i ârif sanatı da yapıyor, ya bana desinler, diyor.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İ.PALA, O.SEVİM

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA - HEMİŞE MERDÜM-İ ÇEŞMİN İZAR-I YARE BAKAR İNCELEMESİ

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA - LİSAN-I EHL-İ DİLDE AŞKA GÜLZAR-I BELA DERLER

ŞEYHÜLİSLÂM YAHYA - AŞKIN ODUNA EY GÜL YANSA CİHAN-I ŞEYDA

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA BEY - BEYİTLER

DİVAN ŞİİRLERİ

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA EFENDİ ŞİİRLERİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi