Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ŞİİR NEDİR?

Sözlükte şi'r "bir şeyi inceliklerini kavra­yarak bilmek, sezerek vâkıf olmak; uyumlu, ölçülü ve ahenkli söz söylemek" anlam­larında masdar; "seziş, hissediş, sezgiye dayanan bilgi; duygu ve heyecandan kay­naklanan uyumlu, ölçülü ve ahenkli söz" mânasında isimdir (Lisânü'l-'Arab, "şiir" md.; Kamus Tercümesi, "şiir" md.; el-Müncid, "şiir md.). Goldziher bu bağlamda şa­iri "tabiatüstü sihrî bir bilgiye dayanan sezişle bilen kimse" şeklinde yorumlar (Ab­handlungen, 1, 17). Şiir kelimesini İbrânîce şîr ile (şarkı, güfte, kaside, mûsiki, marş) ilişki­li kabul edenler de vardır. Kaynağında sihrî bir mâna sezilen şiirin terim anlamı "en­gin his, hayal ve ilham ürünü olup sanatkârane biçimde söylenmiş vezinli-kafiyeli söz"dür

(İA, XI, 530). Şiiri şiir yapan temel unsurlar his, hayal, ilham, lafız-mâna ilişki­si, vezin-kafiye, kasıt ve niyet şeklinde be­lirlenebilir. Şiir yazma kastı ve niyeti olma­dan vezinli ve kafiyeli söylenmiş sözler şiir sayılmaz. Bu sebeple bazı âyet ve hadisle­rin bir kısım aruz vezinlerine uygun veya ka­fiyeli olarak gelmesi onların şiir sayılması­nı gerektirmez. Şiirde mânalar lafızlara tâ­bi iken âyet ve hadislerde lafızlar mânala­ra tâbidir. Sözlükte "dizmek, ipe inci diz­mek" anlamındaki nazm kelimesi genellik­le şiir ve şiir telifi için kullanılırsa da his ve hayal boyutu olmayıp yalnız vezin ve kafiye unsurlarını taşıyan didaktik şiir türü nazım ve manzume diye anılır. Bu sebeple İbn Mâ­lik et-Tâî "Elfiyye" şairi değil "Elfıyye" nâzı­mı diye nitelendirilir. Aynı şekilde duygu boyutu bulunmakla birlikte vezin esasına dayanmayan kafiyeli metinler şiir değil ede­bî nesirdir. Şiirin ana malzemesinin çoğu­nu hayal teşkil eder, çünkü duygunun gü­cünü tasvir edebilmek için hayale ihtiyaç vardır. Bu sebeple bir kısım Araplar vezinli-kafiyeli olmasa da hayal içeren her söze şiir demişlerdir. Bu anlayış eski ve yeni Ba­tı şiir anlayışı ile mantıkçıların anlayışına uygun düşmektedir. Nitekim Hassan b. Sabit, oğlunun kendisini sokan yaban arısını tasvir ettiği (Sanki o, iki parça Yemen giysisine bürünmüştü) sözüyle ilgili olarak, "Kâbe’nin sahibine yemin olsun ki bu bir şiir" demiştir (İskender - İnânî, s. 42). Bazı Arap edebiyatçılarının Bedîüzzaman el-Hemedânî ile Harîrî'nin makâmeleri ve Kâdî el-Fâzıl'ın risaleleri gibi hayale dayanan seçili nesir ürünlerini mensur şiir kabul etmeleri de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kâfirlerin Kur'an'ı şiir, Hz. Peygamber'i şair diye nitelemeleri inat ve şaşkınlık eseri olduğundan gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü onlar Kur'an'a şiir nitelemesi yaptıkları gibi sihir, kehanet ve eskilerin efsaneleri gibi vasıflar da nisbet etmişlerdir. Temalara uygun biçimde seçilmiş kelime ve lafızlarla kurulup teşbih, mecaz, istiare, kinaye, cinas, tevriye gibi söz sanatlarıyla örülmüş şiir dili, vezin ve kafiye ile sağlanmış müzikal armoni, hayata ve olaylara akıl ve mantıkla değil his ve hayal penceresinden bakış şiiri şiir yapan temel niteliklerdir. Kafiye şartı klasik Arap şiirine özgü olup modem zamanda Batı şiirinin etkisiyle, özgür şiir (free verse), nesir kasidesi (poeme en prose) gibi kafiyesiz şiirler Arap şiirinde de yansıma bulmuştur.

Şiir, bütün uygarlıklarda dinî ritüeller ve müzikle ilgisi dolayısıyla en kadîm edebî ürün kabul edilir. Çünkü şiir hayalin, ne­sir ise düşüncenin ürünüdür. İnsanın psi­kolojik yapısında hayal düşünceden önce gelir. Edebî nesir şiirden doğmuştur. An­cak konuşmada kullanılan nesrin ihtiyaç sebebiyle daha eski olduğu şüphesizdir. Nitekim hiçbir kitap telif edilmeden ve hiç­bir edebî nesir ortada yokken Homeros'un şiirleri terennüm ediliyor, İslâm öncesi Arap şiiri panayır ve toplantılarda okunuyordu. Buna rağmen nisbeti şüpheli bazı kâhin ve hükemâ secileri dışında kadîm Arap ede­bî nesrinden günümüze herhangi bir şey ulaşmamıştır (Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, s. 118). Şairin eserini okurken birtakım sembolik hareketler yapması, il­hamını doğaüstü bir kaynağa bağlaması gibi hususları dikkate alan bazı yazarlar şair-kâhin, seci-şiir arasında bağ kurmuş ve seçili nesri nazma geçişte bir aşama kabul etmişse de bu doğru değildir (M, XI, 531). Aristo'nun Peri Poietikes (şiir sa­natı) adlı eseri şiir teorileri ve türleri hak­kında zamanımıza intikal eden ilk kitap olup bu alanda diğer dillerde yazılan eser­lerin ana kaynağını teşkil etmiştir. Âni il­hamın ürünleri olarak şiirle müzik arasın­da yakın bir ilgi bulunmaktadır. Bazı şiir vezinlerinin deve çobanlarının ve savaşçı­ların ezgilerinden doğduğu kabul edilir. Ninniler, ağıtlar, ilâhiler vb. şeyler müzi­kal şiir parçalarıdır. "Özel biçimde vezni gösteren bir ahenkle şiir okuma" anlamı­na gelen inşad kelimesinin asıl mânasının "sesi yükseltmek" olması, şiir çerçevesin­de geçen İbranice ve Türkçe kelimelerin müzikle ilgili anlamlar ifade etmesi şiirin kaynağındaki müzikal gerçeği teyit etmek­tedir.

Câhiz ve ondan etkilenen Nakdü'ş-şi'r sahibi Kudâme b. Ca'fer gibi edip ve eleş­tirmenler iyi şiirin niteliklerini harfler-kelimeler, lafız-mâna, vezin-kafiye ve armo­ni olarak cüzleri arasında tam bir uyum ve kaynaşma şeklinde belirlemişlerdir (el-Beyân, I, 67). Hasan b. Bişr el-Âmidî te­maya uygun biçimde seçilmiş lafızları, ma­kama uygun temsil ve istiareleri, gerek­siz uzatma ve kısaltmalardan arınmış, an­lamı ve amacı tam karşılayan nitelikte ol­mayı kaliteli şiirin vasıfları diye sayar. Buhtürî'nin, "Şiir işareti kâfi gelen bir telmihtir, o asla hitapları uzatılmış hezeyan değildir" dizesi de bunu doğrulamaktadır (Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, s. 119). Ni­telikli şiirin üretilebilmesi için şairde do­ğal yetenekle edebî zevki şart koşan İyârü'ş-şi’r sahibi Ebü'l-Hasan İbn Tabâtabâ el-Alevî bu olmadığı takdirde şiir ve aruz bilgisinin bir işe yaramayacağını söyler (a.g.e., a.y.). Mübalağa ve hüsn-i ta'lîl de güzel şiirin temel niteliklerindendir. İbn Tabâtabâ gibi bazı eleştirmenler şiirin gü­zelliğinde gerçekçiliği esas alırken Aristo'­dan itibaren Câhiz ve Kudâme b. Ca'fer gi­bi eski ve yeni eleştirmenlerin çoğu abar­tıyı güzel şiirin vazgeçilmez öğesi saymış, bu hususun önemini vurgulamak üzere söylenen, "En tatlı şiir en yalan olanıdır" sö­zü eskiden beri darbımesel vasfını koru­muştur. Şairin tabii hadiselerin gerçek se­beplerini görmezlikten gelerek onlar için bağlama uygun edibane ve şairane sebep­ler ortaya koyması (hüsn-i ta'lîl) birçok şi­irde güzelliğin ve zarafetin kaynağını oluş­turmuştur.

Câhiz şiirin başka bir dile tercüme ve naklinin mümkün olmadığını, bu durum­da onun değiştirilmiş ve başka bir şekle sokulmuş olacağını, beğenilen ve hayret uyandıran yanının ortadan kalkıp düz söz (mensur) seviyesine düşeceğini, baştan mensur olarak ifade edilmiş sözün şiirden dönüştürülmüş mansur sözden daha gü­zel ve etkili kabul edildiğini belirtir. Onun bu görüşü, vezin ve kafiyeden doğan mü­zikal armoniyi ve şeklî yapıyı esas alan şi­ir anlayışını savunan çevrelerce sürdürül­müştür. Ancak iç armoniyi ve sembolizmi savunan şiir anlayışını benimseyenler bu­na karşı çıkmış, şiirin ve sanat ürününün tercüme edilmesinin mümkün olduğunu, bazı tercümelerin orijinallerinden daha ba­şarılı görüldüğünü ileri sürmüştür. Şiiri orijinalindeki ibda' ve îkâ' seviyesinde ter­cüme etmenin imkânsızlığı hususundaki Câhiz'in görüşü geçerliliğini korumaktadır.

Kaynağı milâttan önce II. binlere kadar uzanan Hint şiiri I. binde kutsal Veda me­tinlerinde yer alan ilâhilerle zirveye ulaş­mış, daha sonra dünyevî kasideler, arya, gayatri, destan ve drama türünde birçok ürün verilmiştir. Yunan şiiri milâttan önce IX veya VIII. yüzyıllarda Homeros'un İliade ve Odissa adlı destanlarıyla başlamış, lirik şiir ve gazel, trajedi, komedi, hikemi-yat ve pastoral şiir türlerinde ürünler yi­ne İsâ'dan önce ortaya konulmuştur. La­tin şiiri Homeros'tan çevirilerle başlamış ve milâttan önce II. yüzyılda Ennius'un Annales'i ile (yıllıklar / havliyyât) kurulmuş, ardından drama, destan, gazel, felsefî ve pastoral şiir türünde eserler verilmiştir. Çin şiirinde en kadîm ürünler Tang çağın­dan (m.s. 618-906) zamanımıza gelenler­dir. İslâm öncesi döneme ait çok az ürün intikal eden İran şiiri, VII. yüzyılda İslâm'ın kabul edilip Arap yazısının benimsenme­siyle asıl ürünlerini vermeye başlamış, Arap aruzunun kullanılmasıyla IX. yüzyıldan iti­baren gelişme yoluna girmiştir.

 

   İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRDE ÖLÇÜ

ŞİİR

ŞİİR BİLGİSİ

ŞİİRDE YAPI

ŞİİR İNCELEMESİ

ŞİİR ve GELENEK

ŞİİR ve ZİHNİYET


□ TÜRK EDEBİYATI. Hemen bütün kavimlerde görüldüğü gibi Türkler'in de en eski edebî metinleri destanlardır. İlk Türk destan parçaları Çin, Fars, Moğol kay­naklarında bu dillere çevrilmiş halde bu­lunduğundan nesir halindedir. Ancak da­ha sonraki dönemlere ait, yazıya geçmiş destan metinlerinin nazım veya ölçülü ne­sir denilebilecek bir şekilde oluşu, ayrıca yer yer şiirsel bir ifade tarzı taşıması bun­ların ilk Türk şiirleri olarak kabul edilebi­leceğini gösterir. Nitekim Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânü lugâti't-Türk'te derledi­ği, bir kısmı daha önceki yüzyıllara ait des­tan parçalan olabilecek metinler manzum­dur. Buna göre yabancı dillerdeki çeviri örneklerden ve şifahî destanlardan hare­ket edip en eski Türk şiir örneklerinin mi­lâttan önceki yüzyıllara kadar gittiği söyle­nebilir. En eski yazılı metinler ise VIII. yüz­yıl Mani ve Budist kültürü ürünleri olup bazılarının mısra başı ve sonu kafiyeleri ve iç sesleriyle dinî âyinlerde müzik eşliğin­de okunduğu anlaşılmaktadır. Bu dönem­den başlayarak geniş anlamda şiir kav­ramı veya daha dar anlamda bazı şiir tür ve şekilleri için kullanılan, aynı zamanda ahenkle veya müzik eşliğinde okundukla­rını ifade eden "ir (yır), koşug, takşut, küg" gibi Türkçe adların bulunması şiirin kadîm ve millî bir söz sanatı olduğunu ortaya koy­maktadır. Kâşgarlı Mahmud'un eserinde­ki manzumelerin çoğu, daha sonraki yüz­yıllarda gelenekleşen Türk halk şiirinin şe­kil özelliklerini taşımaktadır; bir kısmı da derlendiği XI. yüzyılın gereği aruz vezniyle söylenmiştir. Bunlara yine XI ve XII. yüz­yıllarda kaleme alınmış, tam bir İslâmî dönem ürünü sayılan Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-hakayık gibi birçok yönüyle klasik dönemi başlatan eserler de eklen­melidir. Destan karakterinde olanların sa­vaş, kahramanlık, ağıt ve pastoral özellik­ler taşımasına karşılık Kutadgu Bilig siya-setnâmelerin, Atebetü'l-hakâyık ise dinî-hikemî tarzın ilk örneğini meydana geti­rir. Bunlarda pek çok teknik aksamaya rağmen nazım şeklinin, vezin ve kafiye­nin ihmal edilmemesi şiirin aynı zaman­da manzum bir metin olarak anlaşıldığını; göstermektedir.

Bu ilk örnekler ve sonraki yüzyılların edebî mahsulleri dikkate alındığında Türkler'-de şiir türünün nesir sanatına kıyasla ge­rek halk gerekse seçkinler arasında çok daha geniş bir rağbet gördüğü söylenebilir (yalnız divan şairlerinin zikredildiği Şuarâ tezkirelerinde hemen her meslekten ve sosyal tabakadan 3000 kadar şair adı­nın geçmesi şiire olan ilgiyi belirten bir husustur). Bu değerlendirme, edebî ürün­lerin büyük gelişme gösterdiği Anadolu coğrafyasında olduğu kadar Türkler'in ya­yıldığı Asya ve Avrupa toprakları için de geçerlidir. Şiirin gördüğü bu itibar, çeşitli nesir türlerinin yazılmaya başlandığı Ba­tılılaşma (Tanzimat) dönemine kadar de­vam edecektir. Edebiyat kelimesi bu dö­neme kadar telaffuz edilmemişse de ede­biyattan hemen sadece şiir türünün an­laşıldığı muhakkaktır. Nesir ise çok defa edebiyat dışı bir alanda kullanılmış, nes­rin edebî ürün sayılması Batılılaşma dö­nemine ait yeni bir bakış açısıyla müm­kün olmuştur.

Klasik Türk şiirinin en uzun ve zengin çağı XIV-XIX. yüzyıllar arasında devam eden divan şiiri dönemidir. Bu şiire karşı Tanzimat'tan itibaren başlayan ve Cum­huriyet yıllarında sürdürülen eleştiriler bir bakıma onun özelliklerini de verir. Bu şii­rin Fars şiirinden kaynaklanması veya aşı­rı derecede Fars şiirinin etkisi altında kalması, dilinin Arapça ve Farsça kelimelere çok açık olması bunların başında gelir. Di­van şiirinin İslâmî kültür çevresinde teşek­kül etmesi, Kur'an dili olan Arapçanın hem Farsçayı hem Türkçeyi etkilemesi ve özel­likle Türkler'in Farslarla yoğun temasları dolayısıyla bu etki bir açıdan tabiidir. Ni­tekim bundan önceki şiir için Buda ve Ma­ni etkileri, Tanzimat sonrası için de Batı şiiri etkisi söz konusudur. Öte yandan bu etki giderek azalmış ve divan şiiri daha millî, mahallî özellikler kazanmıştır.

Yine İslâmî kültür çevresinde teşekkül etmesi sebebiyle divan şiiri dinî bir karak­ter gösterir. Ancak bu özellik, divan şiirinin dinî bir edebiyat şeklinde algılanmasını ve bundan hareketle sanat değerinden uzak kabul edilmesini gerektirmez. Tekke ede­biyatı yani dinî, tasavvufî karakterli ve çok defa didaktik şiir bir tarafa bırakılırsa bir şairin divanında doğrudan doğruya dinî özellik taşıyan şiirler tevhid, münâcât, na't gibi birkaç kasideyle sınırlı kalır. Bunun dı­şında divan edebiyatının en muteber ve sayıca en yaygın biçimi olan gazel din dı­şı (lâdinî, profan) bir şiirdir. Ancak din bu şiirin ana unsuru ve önemli bir estetik öğesidir. Konu ister methiye ister aşk is­terse şarap veya tabiat olsun şair çağrı­şım psikolojisinden yola çıkıp bazan çok bilinen mazmunları, bazan da Doğu ve İs­lâm kültürünün daha az bilinen kaynak­larını kullanır. Böylece konu dinî olmasa da Kur'ân-ı Kerîm, hadis, fıkıh, akaid, siyer, İslâm tarihi ve coğrafyası, İslâm kültür ve yaşayışı etrafında sonradan teşekkül eden örf ve âdetler, hatta yanlış da olsa aynı kültürün başka kültürlerle birleşmesinin ürünü sayılan bâtınî ilimler şiirin arka pla­nındaki kaynağını meydana getirir. Bu du­rum, dinî ve tasavvufî hayata yakın şair­lerde olduğu kadar meselâ Nedîm gibi ha­vai mizaçlı şairlerde de böyledir. Divan şi­irinin yalnız arka plan kültürünün değil poetikasının esası da dinden kaynaklanır. İs­lâm dünyasında fesahat ve belagatta aşıl­maz bir zirve kabul edilen Kur'ân-ı Kerîm'in nazmı, ifadede mükemmelliğin örneği ola­rak şairin zihninde bir pusula gibidir. Ger­çi hiçbir âyetin benzerini söylemenin, tak­lit etmenin mümkün olmadığı Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilmiştir. Bununla beraber söz güzelliğinde yol gösterici de odur. Ni­tekim beyân ve bedî sanatlarının pek ço­ğunun kaynağını Kur'ân-ı Kerîm teşkil et­miş veya retorik kitaplarında bu sanatla­ra örnek Kur'an âyetlerinden verilmiştir. Bunun yanı sıra dönemin çeşitli alanları­na ait bilgiler de yine bir arka plan kültü­rü biçiminde bu şiirde yerini almıştır. Gaze­lin esasta bir aşk şiiri olması, ayrıca mes­nevilerin çoğunun aşk konusuna dayan­ması, genellikle divan şiirinde başta aşk temasının işlendiği yolunda bir değer hük­müne varılmasına sebep olmuştur. Bu te­manın birbirinden fazla uzaklaşmayan be­şerî ve ilâhî aşk olarak iki yönü vardır. Cin­siyeti belirlenmeyen ideal bir insan gü­zelliği üzerine çok defa platonik seviyede kurulan, mecazi aşk da denilen beşerî aşk bir köprü sayılarak hakiki aşka, ilâhî-tasavvufî aşka ulaştırır. Garamî adı da veri­len, duygusal / lirik özellikler taşıyan bu tarizin dışında şiirin düşünceye dayanan diğer bir kolu ise hikemî şiirdir.

Bütün klasik edebiyatlar gibi divan şiiri de geleneklere ve kurallara bağlıdır. Yüz­yıllar içindeki gelişme ve değişmeye rağ­men bir divanın tertibinden başlayarak ve­zin, nazım şekilleri, belagat kuralları, maz­munlar, mesneviler için konular hemen hiç değişmeyen, aykırılığa imkân vermeyen bir çerçeve içinde devam etmiştir. Şairin edası, üslûbu, dili ve mazmunları kullanış biçimi bu kurallar içinde şahsiyetini orta­ya koyar. XVIII. yüzyılın başlarında Nedîm farklı bir mizacın şairi olarak hayale kapıl­madan dünyevî yaşayışı, bedenî nazları ve mahallî gerçek hayatı terennüm etmek suretiyle bir dereceye kadar geleneğin dı­şına çıkar. Aynı yüzyılın sonunda sebk-i Hindî denilen daha karmaşık hayalleri, sembolik / alegorik ifade tarzı ve tasav­vufî derinliğiyle Şeyh Galib divan şiirinin son büyük ustası olmuştur (ayrıca bk. Dİ­VAN EDEBİYATI). Yine bu dönem içinde yer yer divan şiiri etkisinin de hissedildiği, ay­nı dinî ve millî kültür içinde teşekkül et­mesi sebebiyle bu şiirle ortak özellikleri bu­lunan, daha sade bir dille söylenmiş bir halk şiiri ve tekke şiiri geleneği vardır.

Batı'yı örnek alan siyasal ve sosyal re­formların başlangıcı kabul edilen Tanzi­mat'tan sonra XIX. yüzyıl ortalarında ede­biyatta, dolayısıyla şiirde tedricî bir de­ğişme başlamıştır. Bu yüzyılın sonuna ka­dar divan geleneğiyle yenileşme çalışmala­rı paralel yürümüş, birbirinden farklı ede­bî nesiller şekil veya muhteva bakımın­dan divan şiirini denemiştir. Bununla be­raber her nesilde klasik şiirden biraz da­ha uzaklaşılmıştır. Şinâsi eskinin belagat sistemini ve mazmunları tamamen terk ederek sağlam bir dil mantığına dayanan, makale görünüşlü, bu sebeple lirizmden hemen tamamen mahrum, buna karşılık Batı kaynaklı birtakım siyasî, hukukî kav­ramlara yer veren şiirleriyle dönemin ilk neslinin öncüsü olmuştur. Divan şiirinin hikemî tarzını devam ettiren Ziyâ Paşa ise kendisinden önce yokluğun ve bedbinliğin felsefesini yapan Akif Paşa'nın "Adem Ka­sidesi" deneyiminin ardından şiirinde ge­lenekten farklı bir felsefî azabı terennüm eder. "Adem Kasidesi"ne niteliğini veren "adem" kavramı tasavvufla bağlantılı şe­kilde yorumlanabilecek "hiç"likten büsbü­tün ayrıdır. Ziyâ Paşa protestocu tavrını, XVI. yüzyılda Bağdatlı Rûhî'nin yazdığı terkibibend formunda ve edasında bir şiirle ortaya koyduktan başka tevekkülden çok isyana doğru gelişen bir ifade tarzıyla ev­rendeki paradoksların sahibine seslene­cek biçimde genişletir. Kader ve irade ko­nusunda akla dayanarak bir çıkış yolu bu­lamayan karamsarlık, yarım yüzyıl sonra Mehmed Akif'in (Ersoy) kalemiyle Safa­hatın ilk şiirlerinden "Tevhid yahut Fer-yat'ta bir kere daha yankılanacaktır. Bu şairlerin yaşadığı karmaşık psikolojik tec­rübeler bütün anlamını iman dairesi için­de bulur. Siyaseti ve dünyayı açıklamada düşüncenin ve mantığın egemen olduğu bu dönemde daha çok duyguları ve ser­best ilhamıyla hareket eden Abdülhak Hâmid (Tarhan) Makber'de hayat, ölüm ve kader çevresinde tereddüt, isyan ve te­vekkülün iç içe geçtiği, birtakım metafizik meselelerin kapılarını zorlayan daha cü­retli bir psikolojik durum ortaya koymuş­tur.

Nâmık Kemal heyecan ve hiddet yüklü bir dille şiirdeki hürriyet, vatan ve millet odaklı romantizmi başlatır. Bir başka açı­dan bakıldığında Tanzimat'ın bu ilk dönem şiirini temsil eden Şinâsi-Ziyâ Paşa-Nâmık Kemal okulunun belirleyici niteliğinin siyasal-sosyal bir karakterin şiire giydiril­mesi olduğu görülür (toplum için edebi­yat). Onların ardından gelen Abdülhak Hâmid-Recâizâde Ekrem nesli ise öncekile­rin aksine politikadan, hatta toplum me­selelerinden uzak kalarak şahsî duygulan­malarını şiire yansıtmışlardır (edebiyat için edebiyat). Bunun sebebi mizaçlarında ve dönemin siyasî şartlarında aranmıştır. Bi­lim adamlarına ve daha sonraki kuşağın bazı şairlerine göre dilde, şekilde ve içe­rikte klasik yapıyı sarsıcı ve her türlü sınırı aşıcı deneyimleri gerçekleştiren şair Abdülhak Hâmid'dir: "Evet, tarz-ı kadîm-i şi'ri bozduk, here ü merc ettik." Hâmid şiirin­de tabiat karşısında yer yer olağan üstü bir vecd halini yansıtmış, serbest bir mu­hayyilede Doğu mistisizmiyle Batı'nın pan­teist ve spritüalist düşüncesini harman­lamıştır. Metafizik meselelerde şahsî duy­gularını dile getirmede daha yüzeysel ka­lan Recâizâde Mahmud Ekrem ise ger­çekçi tabiat tasvirlerini şiire sokmuştur. Onun edebiyat ortamındaki en önemli ro­lü hocalık yaptığı, kendisinden sonra Edebiyât-ı Cedîde veya Servet-i Fünûn adıyla anılacak edebiyat kuşağını hazırlamasıdır. XIX. asrın son yıllarında divan şiiri ge­leneğinden olduğu kadar yenileşmeci gru­bu meydana getirenlerden de farklı bir yerde duran Muallim Naci, yeniliklere ka­palı olmadığı gibi vezin-tema ilişkilerini ya­kalama yolunda aruzu uygun bir vasıta şek­linde kullanma başarısını göstermiştir. Çok defa lirik, samimi ve oldukça sade bir dile ulaşmış görünen Muallim Naci bu özellik­leriyle Tevfik Fikret, Mehmed Âkif ve Yah­ya Kemal'in ilk şiir çalışmalarında kendi­lerine model aldıkları şair olmuştur.

Türk şiirinin Batılılaşma sürecinde bir dönemin tamamlanıp daha disiplinli bir sa­nat anlayışına ulaşılması Edebiyât-ı Cedîde şiiriyle başlar. Akımın öncüsü ve kurucusu konumundaki Recâizâde Mahmud Ekrem'de olduğu gibi bu akımın diğer şairleri de estetik meselelerine ağırlık veren, içe kapanık, duygusal ve marazî yapılı kişiler diye algılanmıştır. Bu şairler insanın küçük dünyasını renklendiren sevimli konuları, merhamet uyandıran temaları, platonik aşkları, hüzünlü tabloları seçmişlerdir. Şiir cümlesinin birden çok dizeye yayılması, dize ortasında tamamlanması da (anjamban) onların uyguladığı Batı kaynaklı bir formdur. Bu akımın en güçlü temsilcisi ve sonraki kuşakların ilgiyle izlediği şairi Tevfik Fikret'in şiirini sosyal konulara açması II. Meşrutiyet sonrasında olmuştur. Bunu takip eden yıllardaki siyasal ayrışma, kamp­laşma ve şiddeti gittikçe artan mücadele ortamında her türlü estetik endişeden, sanat düşüncesinden yoksun bir anlayışın yayılmasına tepki olarak birçok bakımdan Edebiyât-ı Cedîde'nin devamı sayılan yeni bir edebî topluluk doğmuş, Fecr-i Âtî adını alan bu grup, "Sanat şahsî ve muhterem-lir" anlayışıyla kendilerine bir çeşit fildişi kule inşa etmeye yönelmiştir. Bir bildiri ya­yımlayıp çıkış yapan, ancak kısa süre son­ra dağılarak topluluk niteliğini yitiren bu grup, en iyi temsilcisi Ahmed Hâşim'de görüldüğü üzere semboiist-empresyonist akımlara eğilim göstermiştir.

Aynı dönemde yıldızı parlayan Türkçü­lüğün şiire yansıması dilde sadeleşmenin, vezinde aruzun yerine heceyi koymanın teşvik edilmesine yol açmıştır. Türkçü şiir ideolojik düzlemden estetik düzleme yükselememiş, buna rağmen konuşma diliy­le birlikte hece vezninin yaygın bir kulla­nım alanı bulmasını bu şiiri yazanlar sağ­lamıştır. Hece ölçüsüne estetik bir güç ve içerik kazandıracak olan kuşak Cumhuri­yet dönemi içinde gelecektir. Fakat II. Meş­rutiyetten sonraki ortamda asıl açılım Mehmed Akif, Yahya Kemal ve Ahmed Hâşim'in birbirinden bağımsız ve özgün eser­leriyle gerçekleşecektir. Mehmed Akif'in eseri Türk milletinin büyük badirelere gir­diği I. Dünya Savaşı günlerinin destanı ol­muş, Ahmed Hâşim "O Belde" şiirinde ya­şanan mekânı melal duygusunda simgeleştirmiş, Yahya Kemal başta "Açık Deniz" olmak üzere pek çok şiirinde biçimsel yet­kinlik örnekleri ortaya koymuştur. Bu şa­irler, kendilerinden önceki yüzyılın yenilik arzularının gelişmiş birer örneği olmaktan daha fazlasını getirmiş ve vaad etmiş, kendilerinden yola çıkılabilmiştir. Meselâ va­tan kelimesi Nâmık Kemal'de siyasî me­tinlerden gelen bir kavramken Yahya Ke­mal'de bütünüyle şahsî ve insanî duyumun ifadesi olmuştur. Şiir dilinin estetik bir me­sele olduğu anlayışı Yahya Kemal'de de­rin bir bilinç durumunu alır ve araştırma­cıların yakından ilgilendiği bir konu halin­de öne çıkar.

XX. yüzyılın başlarında doğan ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde eser vermeye başlayan şairler aruzu tanımakla ve hece vezniyle şiir yazmakla birlikte vezinleri me­sele yapmaktan kaçınmıştır. Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Muhip Dranas gibi şairler ve onların tarzında yazanlar derin duygulara, yakıcı derecedeki insanî kay­gılara öncelik vermek suretiyle XX. yüzyı­lın şiir, düz yazı ve düşünce algısını besle­mişlerdir. Yeni zamanlarda keşfedilen Yû­nus Emre, daha sonra gelecek olan me­tafizik algıya bağlı şairleri biraz da bu ilk dönem şairlerinin bıraktığı izlenimden yan­sıyarak biçimlendirmiş ve beslemiştir. Bu bakımdan 1930'lu yılların genç kuşağını etkileyen eserleri Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Muhip Dranas vermiştir. Bu şairlerin Batılı algıya açık olmaları kafiye, vezin çevresindeki tar­tışmalara girmemeleri, dünya şiirindeki yeni uygulamaların da etkisiyle Türk şii­rinde serbest şiirin doğmasına zemin ha­zırlamıştır. 1930 sonrasının şiirini belirle­yen, insanî ve duygusal gücünü memleket sevgisinde, romantik tondaki halkçılıkta bulan Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, hatta Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şa­irler üzerinde bunların etkileri önemlidir.

1940'ların başında, üç şairin kısa süre­li bir mutabakatıyla başta vezin ve kafiye olmak üzere eskiye ait her şeyin ve şairaneliğin reddini içeren ve darbe etkisi uyan­dıran bir çıkış yapılmıştır. Bu şiir, küçük olayların alelade bir dille anlatılmasına önem vermesiyle ve gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatmayı seçen söy­lemiyle şaşırtıcı ve tuhaf bulunmuştur. Or­han Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cev­det Anday belirtilen özellikteki şiirlerini bir araya getirdikleri ve başında bir yazıyla şiir anlayışlarını açıkladıkları ortak kitap­larına Garip adını vermişlerdir. Bu şiirin as­lında şairaneyi yok etmediği, sadece de­ğiştirdiği, yumuşak bir ironi ve hüzünle karışık yeni bir şairanelik ortaya koyduğu belirtildiği gibi (TDEA, III, 285-288; IV, 351-354) fazla şakada kalmak, şaşırtıcılığı is­tismar etmekle eleştirildiği de olmuştur. Buna rağmen cüretlerine bir çeşit çocuk saflığı katmayı bildikleri, edebiyatı şaira­ne modalardan kurtardıkları, Türk şiirinin hâkim vasfı olan müzikaliteyi sarstıkları şeklinde değerlendirmeler de yapılmıştır.

Dünyaya açıldıkça ve serbest seçimle­rin başlamasına bağlı olarak halkla yakın temasta derinleşmeye ihtiyaç duyuldukça şiirdeki insanın "tek tip"e ve "küçük adam"a sığmayacağı anlaşılmıştır. 1950'lerin ortalarında basit ve aleladenin yeri­ne imgeye kapılarını sonuna kadar açan, akıl ve tek çizgi üzerinde oluşan düz anlamın yerine duygu ve çağrışımdan güç alan çok kanallı bir şiir, bir manifesto et­rafında birleşmemiş şairlerin tek tek ara­yış ve sezgileri halinde uç vermiştir. 1950'li yılların sonlarına doğru ilk verimlerini ki­tap haline getiren Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ece Ayhan çevresinde tanımla­nan şiir girişimi "İkinci Yeni" diye adlandı­rılmıştır. İlhan Berk'i asıl temsilci sayan­lar olduğu gibi eski kuşaktan Oktay Rıfat da bu akımla ilgili görülmüştür. Esasen bu şairler ve onlarla doğan atmosfer da­ha sonraki kuşaklardan Ergin Günçe'den Güven Turan'a, Haydar Ergülen'e, Cahit Zarifoğlu'dan Ebubekir Eroğlu, Enis Batur'a ve çevresindeki isimlere kadar doğ­rudan bu akıma bağlanamayacak çok sa­yıda şairi etkilemiştir. 1960'lı yıllar, İkinci Yeni şairlerinin verimli olduğu ve üst ko­numlarını belirleyen eserlerini verdiği yıl­lardır. Bu şairler esas itibariyle Türkçe ve Batı dillerindeki şiirlerden yola çıkmış, ya­kın dönemdeki Türk şiirini örnekler üze­rinden değerlendirmiş ve eski şiir karşı­sında önceki kuşağın komplekslerinden uzak kalmaya çalışmıştır. "Divan" (meselâ Turgut Uyar) ve "Divançe" (meselâ Beh­çet Necatigil) adlı şiir kitapları o dönem­deki genişlemenin ve bu komplekssizliğin ürünü sayılabilir. Sezai Karakoç'un eski kültürle ilgi derecesi bağımsız, getirdik­leri ise besleyici niteliktedir.

1960 askerî darbesinin yol açtığı ortam­da uluslararası işçi hareketleriyle de ide­olojik bakımdan uyumlu, Marksist siyasal grupların desteğinde ve onların destekle­yicisi durumunda bir şiir anlayışı devreye girmiştir. Bu çerçevede "devrimci şair" sı­fatını ortak olarak kullanan gençler, İkin­ci Yeni şairlerini atlayıp Nâzım Hikmetle şahsen tanışan 1940 kuşağı şairlerinin de­vamı olmaya çalışmıştır. Şiirde Marksist girişimlerin kitle iletişim araçları üzerin­deki egemenliğinden dolayı İkinci Yeni şa­irleri de zaman içinde bu kanallar üzerin­den okuyucuya ulaşma çabasına girmiş­tir. Günlük hayatı tasvir ederken toplum­sal gerçekçi bakış yaygınlaşan bir tercih olmuştur. Siyasî dalganın iniş çıkışına bağlı şekilde İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve onların tarzında yazan şairlerin yer, ko­num ve söyleminde değişimler olurken Türk şiir ortamı her çevrede dışa dönük ve hareketli bir dil kazanmıştır. 1980'lere gelindiğinde toplu halde etkilerin devam etmesine rağmen tek şair bazında öncü çıkmamış olduğu görülerek İkinci Yeni şa­irlerine dönme ihtiyacı duyulmuştur. Nâ­zım Hikmet ise 1990'lardan itibaren ide­olojik benzetimlerden sıyrılmış halde gün­demde yerini almıştır.

Öte yandan İkinci Yeni şairleriyle bağ­lantılı ve dünya şiirine bu akım ışığındaki bir anlayışla bağlanan gelişmeler olmuş, Türkçedeki ve Batı dillerindeki edebiyat kültürüne dar siyasal kamplaşmanın dışın­da yaklaşmayı önemseyen ve bu anlayışı yeniden yaygınlaştıran edebiyat adamları çıkmıştır. 1980'ler dolayında dünya şiiri­ne tek kanallı olarak yaklaşma eğilimi Di­riliş, Papirüs ve Yeni Dergide somutla­şan tutumun yenilenmesi de sayılabile­cek şekilde Yazı, Adam Sanat, Yöneliş­ler gibi dergilerin öncülüğünde kırılmaya uğramıştır. Dergi yayımında perspektifin elden geldiğince geniş tutulması paylaşı­lan bir tutum olmuştur. İkinci Yeni şairle­rinin sağladığı deneyimler ışığında eski şi­ire de özgün ve yeni bakış imkânları doğ­masıyla eski şiirden beslenme çabası kla­sik gelenekçi tarzın önerdikleri dışında ye­ni formlar kazanmıştır. 1970'lere kadar İslâmî değerlere bağlılık edebiyatın dışında­ki konularda etkiliydi ve klasik şiirin gün­cel ortamı doğrudan etkilemesi bakımın­dan imkânlar zayıftı. Aslında Sezai Kara-koç'la birlikte geçmişteki İslâmî şiire da­ha derinden bakma imkânı doğmuştur. Dinî inanç dünyasından gelen hira, hal­vet, hicret vb. kelimeler, peygambere bağ­lılık, kardeşlik, dervişlik vb. durumlar şiir­de sıkça yer almıştır (Erdem Bayazıt, Arif Ay vb.). XX. yüzyılın ilk yarısında Faruk Na­fiz Çamlıbel, Arif Nihat Asya, Âsaf Halet Çelebi gibi şairlerin şiirinde görünen tasavvufî atıflar daha sonraki şairlerin verimleriyle geniş bir yelpazede serpintiler halinde şiire girmiş, metafiziğe yönelik al­gı yeni filizler vermiştir (Ali Günvar, İhsan Deniz, Kâmil Eşfak Berki). Şiiri başlangıç­ta yeni bir hikmeti arayış olarak nitelen­dirilen Cahit Zarifoğlu bu yolda eserini kur­muş, değişik çizgileri temsil eden gençler üzerinde etkili olmuştur. Eski şiir, Batı dünyasını merkez almış şairler tarafından da söz konusu eğilimler ortamında gelişen yeni bir gözle okunmuş, Ebubekir Eroğlu metafizik dünyaya göndermeleri olan şi­irler yazmış, İkinci Yeni sonrasındaki eski şiirle bağlantılı çizgiyi sürdürmüş ve yeni­lemiştir.

Geçen yüzyıllara ilişkin divan şiiri ve halk şiiri ayırımı bir yana Türk şiirinin uzak ve yakın geçmişteki verimleri birlikte göz önüne alındığında bu şiirde iki farklı gele­neğin mevcut olduğu görülür. Bunlardan biri XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlamış, halen dallanarak ve zenginleşerek sürmek­te olan modern şiir geleneğidir. Diğeri ise Türkçenin Anadolu'da şiir ve edebiyat di­li halinde kıvam tutmaya başladığı sekiz yüzyıl öncesinden gelen, Arap ve Fars şii­riyle ortak kültür temellerine dayalı zen­gin bir şiir dünyası oluşturan gelenektir. Modern öncesinin söylemi bir gelenek ola­rak sona ermişse de içindeki tarihsel bi­rikim ve bıraktığı miras modern gelenek içinde yetişen bazı şairler için güçlü bir be­sin kaynağı durumuna gelmiş, Türk şiirini beslemeye devam etmiştir.

1980'den sonra 2000'lere doğru bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de şiir or­tamı teknolojik gelişmelere bağlı şekilde iletişim araçları ve medyanın güçlü etki­sine mâruz kalmıştır. Şiirle kurulan bağ­lantıda okur algısının özgürlüğünü engel­leyen etmenlerin artması, şiirsel imgenin baş edilmez durumdaki görsellik karşısın­da nasıl bir yer bulacağı, nereye sığınaca­ğı herkes için bir mesele durumundadır.

Medyanın bu etki gücünden tek yanlı ya­rarlanmanın yolunu bulanların çoğunluğu şiirle kitlelere kitle olarak seslenmeyi ter­cih etmişlerdir. Öte yandan arayışı sürdü­renler tarafından özgün şiire duyulan öz­lem ve yedi bin yıllık kayıtlı şiir tarihinin yüksek eserleriyle kurulan, kurulması ge­reken bağlantılar da dile getirilmektedir. Türk şiiri, bir yandan medyatik ortamın görüntü bolluğu karşısında özgül niteliği­ni okur algısı üzerinde koruma mücade­lesi vermekte, öte yandan bin yıldan beri yüksek bir şiir verimine, en hassas insan duyarlığını kuşatacak bir şiir algısına ve dünya ölçüsünde şairlere sahip olduğu bi­lincini taşımaktadır.

 

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebi­yatı Tarihi (İstanbul 1956) (haz. Abdullah Uçman), İstanbul 2006, s. 19-38; a.mlf.. Edebiyat Üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1977; Reşid Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Ankara 1965; Dora d'lstria, Osmanlılarda Şiir (trc. Semay Taneri), İstanbul 1982; Sezai Karakoç, Edebiyat Yazılan II, İstanbul 1986; Talat Tekin, XI. Yüzyıl Türk Şiiri, Ankara 1989; Ebubekir Eroğlu, Modem Türk Şiirinin Doğası, İstanbul 1993; İnci Enginün, Cum­huriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul 2001, s. 17-133; a.mlf.. Yeni Türk Edebiyatı: Tanzi­mat'tan Cumhuriyete (1839-1923), İstanbul 2006, s. 449-642; a.mlf., "Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri", TDl. (Türk şiiri özel sayısı IV), sy. 481-482 (1992), s. 565-784; Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul 2004; M. Orhan Okay, Poetika Dersleri, İstanbul 2004; a.mlf.. Batılılaş­ma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 2005; Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle: Toplu Yazılar I, İstanbul 2006; M. A. Yekta Saraç, Osmanlı'nın Şi­iri, İstanbul 2006; Behçet Necatigil, "Garipçiler", TDEA, III, 285-288; a.mlf., "İkinci Yeni Şiiri", a.e., IV, 351-354.

M. Orhan Okay - Âlim Kahraman, TDV. İslam Ans. C.39

 

  İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRDE ÖLÇÜ

ŞİİR

ŞİİR BİLGİSİ

ŞİİRDE YAPI

ŞİİR İNCELEMESİ

ŞİİR ve GELENEK

ŞİİR ve ZİHNİYET


 ŞİİR HAKKINDA BİLGİ

  • Şiir, neredeyse dilin doğuşuyla beraber ortaya çıkan bir yazın türüdür. Şiiri tanımlamak için binlerce ifade kullanılmışsa da doğru ve değişmeyecek bir tanıma ulaşmak olanaksız gibi görünmektedir.
  • Ancak, kendine ait bir dil ya da söylem kullanması, müzik ve sesle yakın ilişki içinde bulunması ve estetik bir etkileme gücünün olması herkes tarafından kabul edilebilecek özelliklerdir.
  • Şiirin ortaya çıkışı, insanın sesini bulması ve özellikle konuşarak iletişim kurmasını sağlayan bir dil geliştirmesi ile yaşıttır. İnsan günlük konuşma dilinin yanı sıra özellikle değiştirebileceği ya da yansıtabileceğini düşündüğü doğayı etkilemek için bir büyü dili oluşturmuştu. Bu dilin ritmik özellikleri şiir dilinin öncülü olarak algılanabilir. Platon da şiiri tanımlarken "büyülü söz" ifadesini kullanmıştır.
  • Çağlar boyunca türküler şiirsel metinler olarak sözlü yazın örnekleri olarak yaşamışlardır. Her kültürün günlük dil kadar sık kullandığı türkülerin sosyolojik boyutu yazınsal boyutundan daha önde görülmüştür. İşlerini yaparken türkü söyleyen insanlar bireysel ya da grupsal gereksinimlerinden dolayı farklı türlerde şiir geliştirmişlerdir. Bu gereksinim sonucu ortaya çıkan türler Yunan kültürü etkisi altında gelişmiştir. Bu bağlamda ilk gelişen türler lirik, epik ve dramatik şiirdir. Bunların dışında pastoral, didaktik ve satirik diye adlandırılan türler de şiirde iç farklılaşmanın diğer örnekleridir.
  • Topluma ortak bir duyarlık ve bazen vicdan oluşturmak, insan-doğa ilişkisini düzene koymak, sıradan insanın gözlemleyebildiği halde ifade edemediği olayları ve olguları güzel ve farklı bir dil kullanarak gündeme getirmek ve böylece toplumun sözü olmak gibi işlevleri vardır şiirin. Şiirin işlevi yazıldığı ya da söylendiği döneme bağlı olarak farklılık göstermiştir. Topluma kazandırılmak istenen değerlerin sözcülüğünü yapmış, yenilikleri tanıtmaya çalışmış, demokrasi ve özgürlük kavramlarının kalıcı olmasında önemli pay sahibi olmuştur.
  • Şiir, kelimelerle oynanan bir ses oyunudur.
  • Şiirde aslolan sanattır; didaktik tarzda oluşturulacak şiirlerde bile bu kural değişmez.
  • Şiiri meydana getiren en küçük birim mısradır; ama küçüklüğüne bakmayın, iyi bir şairin elinde bir mısra hem ses hem de mana itibariyle içine bir dünya sığdırılacak büyüklüğe erişebilir.
  • Şiirde söylenilenler ile şekil arasında bir uygunluk olması lazımdır. Şair, şiirinde kullanacağı şekli seçme serbestliğine sahip olsa da, gerçekten şair olanlar hangi formun hangi şiirde daha güzel bir estetik meydana getireceğini bilenlerdir. Beyitlerle yazılması gereken bir şiiri, dörtlüklerle yazarsak ya da serbest tarzda kurulması gereken bir şiiri tutar da aruzla yazarsak hem söyleyeceklerimizin büyüsü bozulur, hem de mana yönünden şiiri zayıflatmış oluruz. Şiirde kullanacağımız şeklin doğruluğunu sezebilmek için, şiirin doğasını, değişik şiir örneklerini okuyarak öğrenmeli, her devirde okunan şiirlerin nasıl kurulduğu üzerinde düşünmeli ve ilhamla yakaladığımız şiir üzerinde mutlaka çalışmalı; ses oyunlarını şiirde manayı bozmayacak düzeyde kullanmalı, kafiye ve söylemdeki orijinalliğimizi şair olmak için gerekli olan, geniş bir kültürle desteklemeliyiz.
  • Dilin bütün incelikleri ile tanınması, şair için en elzem olandır. Dilini tanımayan ve kelime hâzinesi düşük olan şairler, gelenek içersinde tekrara düşerler. İyi bir şair, şiirin ne için yazılacağını, hangi metotlarla ve düzenle, hangi ritimle, hangi kafiyelerle ve hangi uzunlukta olacağını iyi hesap edebilendik
  • İnsan olarak dünyada dikkatimizi çeken öğelerin başında tabiat gelir. Aslında sanatkâr, bir anlamda tabiatın taklitçisi gibidir. Doğayı hem ses hem de objeleri ile taklit ederiz. Müşahede yeteneği olmadan şair doğayı çözemez ve onu kullanamaz. Şiirde ilhama yol açan ve kullanılan sadece doğa değildir. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve hissettiklerimiz de şiire katkı sağlar; ama yazdıklarımızı şiir haline sokan, bunları anlatırken kullandığımız teknikler, kelimeler arasında oluşturduğumuz oyunlar ve edebi dile hâkimiyetimizdir.
  • Şiirdeki öğeleri önem durumuna göre sıralarsak, ilk sırayı “ses”, ikinci sırayı “mana” alır. İkisinin uygun bir form içinde bir araya gelişi şiirde, güzel nameler ve derin bir anlam oluşmasını sağlar. Manası güzel olan bir şiirin sesi de güzel olmalıdır. Yalnız, bu sesin varolan ses oyunlarından hangisiyle yakalanacağı veya hangi kelimeler yan yana gelirse, hem ses hem de mana olarak oluşan güzelliğin, insanın hem zekâ, hem de ruhuna nasıl hitap edeceğinin bilinen bir kuralı yoktur.
  • Yaşadıklarımızın, hissettiklerimizin, hafızamızda biriken görüntü ya da şekillerin, bilinçaltından ya da gönülden dışa vurumu, kişinin psikolojisiyle ilgili olduğu kadar, bir sara nöbeti gibi ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan bir haldir.
  • Şiirde anlatılanların bizi kendine çekmesi manadan daha çok ses güzelliği ile açıklanabilir. Kafiye sistemi, bu ses güzelliğini sağlayan öğelerden sadece biridir. Tatlı içinde şekerin önemi neyse, şiirde de ses güzelliğini sağlayan ses unsurları (asonans, aliterasyon, redif, mısra tekrarı... vs.) aynı öneme sahiptir.
  • Şiir, zor olduğu kadar, dinleyenin ruhunu başka bir âleme götürecek kadar kuvvetli bir sanat dalıdır. Gerçek şairlerin arzuladığı tek şey, çok şiir yazmak değil, hafızalarda yer edebilecek birkaç şiir yazabilmektir."

 

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne 

allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar 

oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında 

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

dünyayı çocuklara verelim

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden

ölümsüz ağaçlar dikecekler.

NÂZIM HİKMET RAN

 

ŞİİR VE ZİHNİYET

  • Zihniyet kavramı, bir toplumda, bireyler arası farklılıklar bir yana bırakıldığında geride kalan istikrarlı psikolojik yapı ve tüm bireylerde ortak olan bir takım inançlar, yargılar ve temsiller bütünü olarak tanımlanabilir; zihniyet, toplum veya kültürlere özgü bir zihinsel yapıdır. Bu yapı bireysel planda, birbiriyle mantık veya inanç bağlarıyla bütünleşmiş entelektüel eğilimler ve fikirler bütünü olarak ortaya çıkmaktadır.
  • Zihniyetlerin bir diğer özelliği son derece istikrarlı ve kalıcı olmalarıdır; zihniyetler, kişilerin isteğine bağlı olarak değiştirilemezler.
  • Öte yandan zihniyet, sosyal yaşamın içselleştirilmiş yoğun bir özü gibidir, insanla dış dünya arasında yer alan bir prizmadır.
  • Zihniyet konusundaki literatür, zihniyet kavramının çerçeveleri (kozmoloji, moral, din, teknik, sosyal yaşamın kategorileri, yani değerler, kutsal inançlar, hiyerarşiler, dostluk ve düşmanlıklar, vb.); zihniyetin içeriği ya da bileşenleri; zihniyet tipleri (dogmatik zihniyet-pozitif zihniyet; ilkel zihniyet-modem zihniyet, vb.) gibi hususlar üstünde odaklaşmaktadır
  • Bir şiire bakarak, şiirin yazıldığı dönemin zihniyeti hakkında bilgi sahibi olabiliriz.
  • Bir şiiri veya metni:
  1. Sosyal ve kültürel yaşam
  2. Siyasi ve politik yaşam
  3. İnançlar, gelenekler, görenekler
  4. Ekonomik yaşam
  5. Askeri yaşam
  6. Teknik ve teknolojik yaşam yönlerinden değerlendirdiğimizde dönemin zihniyeti hakkında bilgi sahibi olmuş oluruz.

 

   İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRDE ÖLÇÜ

ŞİİR

ŞİİR BİLGİSİ

ŞİİRDE YAPI

ŞİİR İNCELEMESİ

ŞİİR ve GELENEK

ŞİİR ve ZİHNİYET

SON EKLENENLER

Üye Girişi