Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ZİYÂ PAŞA

(1829-1880)Tanzimat devri devlet ve fikir adamı, gazeteci ve şair

İstanbul Kandilli’de dünyaya geldi, asıl adı Abdülhamid Ziyâeddin’dir. Galata Gümrüğü kâtiplerinden olan babası Ferîdüddin Efendi, aslen Erzurum’un İspir kazasına bağlı Kerab köyündendir; annesi Itır Hanım’dır. Ziyâ, ilk eğitiminin ardından dönemine göre modern öğrenim veren Süleymaniye civarındaki Mekteb-i Ulûm-i Edebiyye’de, daha sonra Beyazıt Rüşdiyesi’nde okudu; bir yandan da Arapça ve Farsça öğreniyordu. Yaşıtlarına göre bilgisi ve el yazısının güzelliğiyle dikkati çekti. Henüz on altı-on yedi yaşlarında iken Dâire-i Sadâret-i Uzmâ Mektûbî Kalemi’ne kâtip olarak girdi. Fatîn Efendi, Leskofçalı Galib, Osman Şems Efendi, Osman Nevres ve Kâzım Paşa gibi şahsiyetlerle tanıştı, onlarla yakın dostluklar kurdu. Mekteb-i Ulûm-i Edebiyye’de başladığı şiir yazmayı burada biraz daha geliştirdi.

Defter-i A‘mâl adlı hâtıratında Sadâret Kalemi’ne intisap ettiği yıllarda aruzu ve şiir bilgisini Fatîn Efendi’den öğrendiğini söyler. Bu kalemde iken devrin tanınmış şairlerinin devam ettiği Tavukpazarı’ndaki meyhanelere, Mahmud Paşa Camii avlusundaki kahvehanelere ve edebiyat mahfillerinden biri olan Mehmed Lebîb Efendi’nin konağına devam etti. Yine bu sırada Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’e takdim ettiği bazı kasideleriyle onun takdirini kazandı. 1856’da Sadrazam Mustafa Reşid Paşa vasıtasıyla Mâbeyn-i Hümâyun beşinci kâtibi olarak girdiği sarayda, bir yandan Fransızca öğrenmek suretiyle Batı kültür ve edebiyatını daha yakından tanımaya çalışırken bir yandan da siyasette yükselme hırsına kapıldı. Mâbeyn-i Hümâyun feriki İbrâhim Edhem Paşa’nın Fransızca’dan çevirmeye başladığı Endülüs Tarihi’nin çevirisini onun teşvikiyle tamamladı, arkasından Engizisyon Tarihi’ni tercüme etti. Hâmisi Mustafa Reşid Paşa’nın 1858’de ölümü üzerine saraydaki itibarı biraz sarsılsa da Haziran 1861’de Sultan Abdülaziz’in tahta çıkışıyla birlikte padişaha sunduğu kasidelerle tekrar göze girmeyi başardı. Bu arada Âlî Paşa’ya karşı olumsuz bir tavır takınması, giderek büyüyecek ve kendi aleyhine gelişecek olan bir düşmanlığı başlattı. 1861’de Âlî Paşa’nın sadrazamlıktan azli ve yerine Fuad Paşa’nın tayiniyle yükselme hırsı yüzünden ortaya koyduğu bazı tuhaf davranışlarından dolayı Mâbeyn-i Hümâyun’daki görevine son verilerek Zaptiye Müsteşarlığı’na getirildi. İki hafta sonra siyasî rakipleri tarafından, bir an önce İstanbul’dan uzaklaştırılmak amacıyla Atina elçiliğine tayini çıkarıldıysa da Yunanistan’da ayaklanmanın başladığını ve kamuoyunun aleyhimize çevrildiğini ileri sürerek oraya gitmedi.

Nisan 1862’de, paşa unvanı verilip Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edilmek suretiyle İstanbul’dan uzaklaştırılan Ziyâ Paşa Kıbrıs’ta geniş çapta bir imar faaliyetine girişti. Ancak iklimiyle bir türlü uyuşamadığı Magosa’da sıtmaya yakalandı, bir çocuğu felç oldu. Bu arada babasının da ölümü üzerine yaptığı başvuru sonucunda ertesi yıl Meclis-i Vâlâ âzalığı ile İstanbul’a döndü. Ardından rütbesi mîrimîranlığın ûlâ sınıfına terfi ettirilerek beylikçiliğe yükseltildi. Müfettişlik göreviyle gittiği Bosna-Hersek’te suistimalleri dolayısıyla görevden aldığı defterdar ile Vali Topal Osman Paşa’nın Maliye Nâzırı Mustafa Fâzıl Paşa tarafından himaye edildiğini ve onların kendisinin azli için saraya başvurduklarını öğrenince istifa etti. Bosna’dan dönmesinin ardından Meclis-i Vâlâ âzalığına ve birkaç ay sonra da Deâvî Nâzırlığı’na tayin edildi (Eylül 1863).

Ziyâ Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırma kararlılığını sürdüren Âlî Paşa yaklaşık üç yıl sonra onu Amasya mutasarrıflığına tayin ettirdi. Ziyâ Paşa burada kaldığı iki yıl boyunca benzeri görülmemiş bir imar hareketine girişti; halkı ferahlatacak tedbirler almak suretiyle sevgi ve saygısını kazandı. Amasya’nın merkezine ve beş kazasına altı hükümet konağı, altı mektep, bir idâdî, altı saat kulesi, bir hapishane binası, bir bedesten ve iş yerleri inşa ettirdi; ayrıca şehir merkezinde yeni yollar açtırdı. Onun bu faaliyetleri Amasya ıslahatı olarak anılmaktadır. Ancak çıkarlarına dokunduğu Zile Müftüsü Feyzullah Efendi ile Hacı Hasan Ağa gibi bir kısım eşrafın çıkardığı suistimal söylentileri üzerine bu defa Canik mutasarrıflığına nakledildi (1865). Canik’te bazı sağlık sorunları yanında idarî çalışmaları ve hasımlarıyla uğraşması yüzünden edebiyatla ilgilenemediği anlaşılmaktadır. Ekim 1865’te Meclis-i Vâlâ âzalığı ile tekrar İstanbul’a döndükten sonra Muhbir gazetesinde yayımlanan yazılarında Bâbıâli’nin iç ve dış politikalarını açıkça eleştirmeye başladı.

Bu sırada Osmanlı Devleti’nin Suriye, Sırbistan ve Girit’te baş gösteren ayaklanmalar sonucu önemli ölçüde toprak kaybetmesi ve Avrupa devletleri nezdinde itibarının sarsılması, özellikle Belgrad Kalesi’nin bir oldubittiye getirilerek Sırbistan’a terkedilmesi üzerine birçok muhalif gibi Ziyâ Paşa da Sadrazam Âlî Paşa’ya karşı açıktan açığa muhalefete geçti. Bu esnada meşrutiyeti getirmek maksadıyla gizlice kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adını alan İttifâk-ı Hamiyyet Cemiyeti’ne girdiği tahmin edilmektedir. 1867 yılı başlarında hastalığını ileri sürüp tedavi amacıyla Paris’e gitmek için izin istediği Âlî Paşa, masraftan bahsederek Paris Sergisi’ne gönderilecek eşya komisyonuyla birlikte gitmesini tavsiye etti. Bunu düşünürken ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığına tayini çıktı. Kıbrıs’ta altı yıl önce görev yaptığını, iklimine bir türlü alışamadığı adada halen devam eden bir hastalığa yakalandığını, bir çocuğuyla babasının da burada öldüğünü belirterek başka bir yere naklini istedi.

Âlî Paşa tarafından siyasî bir tedbirle Erzurum vali muavinliğine tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılan Nâmık Kemal ve Muhbir’deki yazıları dolayısıyla Kastamonu’ya sürülen Ali Suâvi ile birlikte Ziyâ Paşa’nın da o zamana kadar henüz bilinmeyen Yeni Osmanlılar Cemiyeti’yle ilişkisi büyük bir ihtimalle aynı günlerde ortaya çıktı. Yeni görev mahalli Kıbrıs’tan Rodos’a çevrilince istifa eden Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal’le birlikte, o sırada Paris’te yaşayan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin hâmisi Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti ve Courrier d’orient gazetesinin sahibi Giampietri ile Fransız büyükelçisi Bouret’nin yardımıyla gizlice Paris’e kaçtı (17 Mayıs 1867). Ali Suâvi de Mesina’da onlara katıldı.

Ziyâ Paşa bir süre Paris’te kalarak diğer Yeni Osmanlılar gibi Mustafa Fâzıl Paşa’nın bağladığı maaşla geçimini sağladı. Yaklaşık bir ay sonra tarım ürünleriyle makinelerinin teşhir edildiği uluslar arası sergiye davet edilen Sultan Abdülaziz’in Paris’e gelmesi üzerine Fransız hükümetinin uyarısıyla cemiyetin diğer bazı üyeleriyle birlikte Londra’ya geçti (Temmuz 1867). Sultan Abdülaziz’in Paris’ten sonra İngiltere Kraliçesi Victoria’nın davetiyle bu defa Londra’yı ziyareti sırasında Ziyâ Paşa, mâsumiyetini belirtmek amacıyla kendisinin Avrupa’ya kaçışının sebeplerini “arz-ı hâl” başlıklı uzunca bir mektupla padişaha arzetti. Ali Suâvi’nin başlangıçta cemiyet adına Londra’da neşrettiği Muhbir gazetesinde dilediği gibi hareket etmesi üzerine cemiyet mensuplarının aldığı ortak kararla Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal’le birlikte Londra’da Hürriyet gazetesini çıkarmaya başladı (29 Haziran 1868). Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa’nın özel doktoru Simon Deutsch, Comte W. Plater, Kıbrıslı Mehmed Paşa’nın karısı Melek Hanım ve ünlü Türkolog Leon Cahun ile görüşme fırsatı buldu.

Hürriyet gazetesini yayımladıkları süre içinde Ziyâ Paşa, gazetede zaman zaman hükümetin iç ve dış politikalarını tenkit etmekle beraber dahil olduğu siyasî mücadeleyi hiçbir zaman şahsî bir mesele haline getirmedi. Ancak gazetenin 63. sayısından sonra Nâmık Kemal’in İstanbul’a dönmek üzere ayrılmasını müteakip, doğrudan doğruya Âlî Paşa’yı hedef alan ve ağır suçlamalarda bulunan makaleler yayımlamaya başladı. Gazetenin 67. sayısında çıkan bir yazısı dolayısıyla Bâbıâli’nin başvurusu üzerine İngiliz hükümeti tarafından tutuklandı. Kefaletle serbest bırakıldıktan sonra can güvenliğini tehlikede gördüğü için Londra’dan ayrılıp önce Paris’e, oradan da Cenevre’ye geçti ve 89. sayıdan 100. sayıya kadar Hürriyet’i burada litograf baskı ile çıkardı.

Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında padişahla anlaştıktan sonra İstanbul’a dönen Mustafa Fâzıl Paşa’nın cemiyet mensuplarına ödemekte olduğu tahsisat kesilince cemiyet de kendiliğinden dağılmaya yüz tuttu. Ziyâ Paşa bu defa Mustafa Fâzıl Paşa’nın siyasî rakibi Hidiv İsmâil Paşa’yı öven yazılar yazmaya başladı. Nâmık Kemal’in İstanbul’a dönmesinin ardından Avrupa’da kalan cemiyet mensuplarından sadece Reşad ve Nuri beylerle ilişkilerini sürdürdü. Âlî Paşa’nın 7 Eylül 1871’de ölümünü izleyen günlerde yeni sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın aracılığıyla Sultan Abdülaziz’e sunduğu bir kasidenin yumuşattığı havadan yararlanıp o da İstanbul’a döndü. 1872 yılı başlarında Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’de kurulan İcra Cemiyeti reisliğine getirildi. Ardından Adliye Nâzırı Midhat Paşa ile bir araya gelip adliye işlerinin yeni bir düzene konmasında büyük gayret sarfetti. Bu arada 1876 yılına kadar kalacağı Şûrâ-yı Devlet üyeliğine getirildi

Mayıs 1876’da ordunun desteğiyle Midhat Paşa ve ekibi tarafından Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip yerine V. Murad’ın tahta çıkarılmasından sonra Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğiyle Maarif Müsteşarlığı’na tayin edildi. Fakat bu görevinin daha ilk günlerinde, başta Nâmık Kemal olmak üzere siyasî sürgünlerin affı hususundaki padişah iradesini Sadrazam Rüşdü Paşa’ya bildirmekte aceleci davrandığı gerekçesiyle azledildi. V. Murad’ın üç aylık saltanatının ardından II. Abdülhamid’in tahta çıkması üzerine yeni padişah tarafından Nâmık Kemal’le birlikte bir süre Kānûn-ı Esâsî Encümeni’nde görevlendirildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Doksanüç Harbi) sırasında askerin kışlık ihtiyacını karşılamak için kurulan Hediyye-i Askeriyye Cemiyeti’ne başkanlık yaptı. Meşrutiyeti ilân edeceği vaadiyle tahta getirilen II. Abdülhamid’in, Doksanüç Harbi’ni bahane ederek Şubat 1878’de Meclis-i Meb‘ûsan’ı süresiz kapatmasından kısa bir süre önce İstanbul mebusluğuna aday olacağı söylentileri üzerine vezir rütbesi ve paşa unvanıyla Suriye valiliğine tayin edildi (1877).

Ziyâ Paşa, Suriye valiliği sırasında serbest düşünceleri dolayısıyla müslüman halkla, izlediği sıkı para politikası yüzünden hıristiyan ve yahudi tebaa ile arası açılınca görevi üç buçuk ay kadar sonra Konya’ya nakledildi. Burada bir yandan tefecilerle mücadele ederken diğer yandan imar faaliyetlerine girişti. Konya’dan bu defa tefecilerin şikâyeti üzerine görevinden alınarak 1878’de Adana valiliğine gönderildi. Ziyâ Paşa, Adana’da da ciddi imar çalışmalarına başladı. Önce bir tiyatro binası inşa ettirdi; temsiller vermek üzere İstanbul’dan bir tiyatro topluluğu getirtti. Şehirde yeni okullar açtı. Devlet memurlarının daha verimli çalışmasını sağlamak amacıyla zorunlu kurslar düzenledi. Ancak Kıbrıs’ta iken başlayan ve Amasya’da nükseden hastalığı burada yeniden ortaya çıktı. 17 Mayıs 1880 tarihinde henüz elli bir yaşında iken vefat etti. Cenazesi kalabalık bir cemaat tarafından Adana Ulucamii hazîresine defnedildi.

Ziyâ Paşa, Şinâsi’den sonra Nâmık Kemal ile birlikte, 1860’lı yıllardan başlayarak Fransız edebiyatı etkisi altında gelişen yeni Türk edebiyatının kurucularından biri kabul edilmektedir. Asırlardan beri devam eden bir edebî gelenek içinde yetişen Tanzimat sonrası edebiyatçılarının hemen hepsinde görülen bazı ortak özellikler, divan şiiri ile âşık tarzı geleneği ve Fransız edebiyatı etkisi Ziyâ Paşa’da da görülür. Defter-i A‘mâl’de rüşdiyede okurken lalası İsmâil Ağa’nın teşvikiyle gizlice Farsça öğrendiğini belirten Ziyâ Paşa, Harâbât mukaddimesinde henüz on beş yaşına gelmeden şiirle meşgul olmaya başladığını söyler. Yine lalasının teşvikiyle âşık tarzında birtakım şiirler kaleme alır. Okuduğu ilk eserler arasında Âşık Ömer Divanı ile Gevherî’nin bazı şiirleri bulunmaktadır. Ziyâ Paşa, doğrudan doğruya âşık edebiyatıyla ilgilendiği bu dönemde Âşık Garib ve Âşık Kerem gibi halk hikâyelerini de okuduğunu, Âşık Ömer ve Gevherî’nin bazı manzumelerine nazîreler yazdığını ifade eder. Ancak, Dâire-i Sadâret-i Uzmâ Mektûbî Kalemi’nde çalışırken Fatîn Efendi ile tanıştıktan sonra halk şiirinden çok daha zengin bir şiir dünyası olduğunu anlar ve eline geçen divanları okumaya başlar. Onun yine bu sırada Hâfız-ı Şîrâzî’yi tanıyıp Fars edebiyatıyla da ilgilenmesi dikkat çekicidir. 1861’de Encümen-i Şuarâ toplantılarına katılan Ziyâ Paşa, gerek burada gerekse o sırada devam ettiği kahvehane ve meyhanelerdeki arkadaşlarının da etkisiyle artık klasik tarzda gazeller, kasideler, şarkılar, nazîreler ve hicivler yazmaya başlar. İlk şöhretini kazandığı ve eski şiire âşinalığını ortaya koyduğu meşhur “Tercî-i Bend”ini yine bu esnada kaleme alır. Ziyâ Paşa, diğer Tanzimat dönemi aydınları gibi Batı’dan XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozoflarının etkisi altında kalır. Siyasal ve sosyal içerikli eserlerinde büyük ölçüde realizme yaklaşırken bir kısım manzumelerinde romantizme yer verir. Bir bakıma duygularıyla yerli kalmaya çalışırken şekilden ziyade fikir yönüyle eskilerden ayrılır. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatının karakteristik özelliğini meydana getiren bir yanıyla yerli, bir yanıyla da yeni olma gayreti onda açık biçimde görülür. Ziyâ Paşa’nın, kader arkadaşı Nâmık Kemal’den itibaren ele alınıp eleştirilen ve tutarsızlıkla itham edilmesine yol açan davranışlarının en önemlisi meşhur “Şiir ve İnşâ” makalesinde ileri sürdükleriyle bu tarihten altı yıl sonra yazdığı Harâbât’ın mukaddimesindeki görüşleri arasındaki tezattır. “Şiir ve İnşâ”nın baş tarafında biraz da yurt dışında bulunmanın verdiği rahatlıkla, Osmanlı şiiri denebilecek bir şiirle Türk milletinin gerçek anlamda saf bir dilinin olup olmadığını sorar. Divan edebiyatının ünlü şairleri Necâtî Bey, Bâkî ve Nef‘î’nin divanlarındaki manzumelerle Nedîm’in ve Enderunlu Vâsıf’ın şarkılarını bu anlayış doğrultusunda Türk şiiri kabul etmez ve divan şiirinin orijinal bir şiir sayılamayacağını iddia eder. Buna karşılık Türk edebiyatı tarihinde ilk defa gerçek Türk şiirinin halk şiiri olduğunu ileri sürer. Makalesinde Türk nesir dilini de ele alır ve bu konuda da ilginç görüşler ortaya koyar. Osmanlı sanatlı nesrinin birer şaheseri kabul edilen Veysî ile Nergisî’nin yazdıklarında ve Feridun Bey’in Münşeât’ında üçte bir nisbetinde bile Türkçe kelime bulunmadığı gibi burada bir tek cümleyi anlayabilmek için olağan üstü bir çaba sarfetmek gerektiğini yazar. Yine burada sade Türk nesrine örnek olarak Mütercim Âsım Efendi’nin Kāmus Tercümesi ile Muhbir gazetesinin yazı dilini gösterir; ancak bu makalesini, savunduğu bu dil anlayışına uygun anlaşılır bir dille yazamaz. 1874’te yayımlanan Harâbât’ın mukaddimesinde ise “Şiir ve İnşâ”da eleştirdiği divan şairlerinden Necâtî Bey ile Ahmed Paşa ve Zâtî’nin Türk dilinin temellerini attıklarını söylemesi, buna karşılık halk şairlerinin eserlerini eşek anırmasına (nühak) benzetmesi, Nâmık Kemal ile birlikte yeni edebiyatı savunan yazarlar tarafından uzun süre ağır biçimde eleştirilmesine yol açar.

Bir kısım manzumelerinde dönemin sade dil anlayışına uygun bir dil kullanmaya gayret eden Ziyâ Paşa, bazı gazelleri ile “Terkîb-i Bend”inde Tanzimat’tan sonra ülkede Batılılaşma adına yapılmaya çalışılan yenilikleri eleştirir. Bu tarz eleştiriler daha sonra doğrudan doğruya siyasî rakibi Âlî Paşa’yı hedef aldığı Zafernâme’de hiciv şeklinde doruğa çıkar. Buna rağmen Ziyâ Paşa’nın her devirde zevkle okunan ve en çok beğenilen eserleri yine eski tarzda yazdığı manzumeleridir. Bunlar arasında Avrupa’ya gitmeden önce kaleme aldığı “Tercî-i Bend”i bütün İslâm dünyasında asırlardır geçerli olan hayat felsefesini âdeta özetler; İslâm düşüncesindeki Cebriyye anlayışı doğrultusunda insanların ve bütün varlığın kader karşısındaki mutlak aczini dile getirir. Şark âleminde yüzyıllardır tartışılan belli başlı meselelerin konu edildiği bu manzumenin Türk edebiyatında Nâbî’den beri devam eden bir geleneğin son halkası olduğu öne sürülmüştür. Ziyâ Paşa’nın eski şiir vadisinde 1870’te Avrupa’da bulunduğu sırada yazdığı, birçok parçası atasözü haline gelen diğer ünlü manzumesi “Terkîb-i Bend”dir. Onar beyitlik on iki bentten meydana gelen ve yer yer sehl-i mümteni denilebilecek beyitlerle zenginleştirilen bu manzume de XVI. yüzyılda Rûhî-i Bağdâdî’nin açmış olduğu çığırın XIX. yüzyıldaki bir devamı kabul edilmiştir. Ziyâ Paşa’nın yaşadığı dönemin bütün duyuş ve düşünce tarzını ortaya koyduğu bu manzumesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle bütün harâbât neşvesine rağmen bir polemik eseridir.

Ziyâ Paşa’nın siyasî ve fikrî yazılarında yer yer Batılı serbest düşüncenin izlerine de rastlanmaktadır. Avrupa’da Hürriyet gazetesinde yayımlanan makalelerinde hak, adalet, hukukun üstünlüğü ve eşitlik gibi çoğu Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin gündemine giren konular üzerinde durduğu görülmektedir. Meşrutiyet hususunda Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensubu arkadaşları Nâmık Kemal ile Ali Suâvi’den pek farklı düşünmeyen Ziyâ Paşa, Hulefâ-yi Râşidîn devrini örnek göstermek suretiyle, Osmanlı Devleti yöneticilerinin meşveret usulüyle seçilmesinin İslâmî devlet geleneğinde mevcut olduğunu ileri sürerek Batılı parlamenter rejime İslâmî bir kisve giydirme gayreti içerisine girer. Ülkeye meşrutî rejimi getirmek gibi siyasî bir amaçla kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensubu olarak Ziyâ Paşa’nın dört yıl kadar Avrupa’da bulunması onun da Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında Şinâsi, Nâmık Kemal veya Abdülhak Hâmid gibi birtakım yenilikler gerçekleştirmiş edebiyatçılarla birlikte anılmasını sağlamış, ancak o, şekil ve muhteva bakımından bu dönemin edebiyat anlayışında herhangi bir yenilik hareketine teşebbüs etmemiştir. Gerek siyasî mücadeleleri gerekse resmî görevleri arasında, bir edebiyatçı olarak pek verimli olamayan ve kendisinden beklendiği kadar eser veremeyen Ziyâ Paşa’nın Muhbir ve Hürriyet gazetelerindeki yazıları henüz kitap halinde yayımlanmamıştır. Onun elde mevcut son eseri, Cebelibereket sancağı merkezi kabul edilen Yarpuz kasabasındaki hükümet konağının inşası için yazdığı tarih manzumesidir.

ESERLERİ:

1. Eş‘âr-ı Ziyâ (İstanbul 1881): Ziyâ Paşa’nın şiirleri ölümünden sonra damadı Hamdi Bey (Paşa) tarafından bir divan haline getirilerek yayımlanmıştır. Münâcât, na‘t, kaside, mersiye, gazel, kıta, şarkı, türkü, terciibend, terkibibend, müseddes, tahmîs, tesdîs ve tarih manzumelerinden meydana gelen eserde bütünüyle klasik şiirin havası hâkimdir. Bu küçük hacimli kitabın eksik ve hatalı basılan kısımları daha sonra Süleyman Nazif tarafından düzeltilmiş, bazı notlar ve açıklamalarla birlikte Külliyyât-ı Ziyâ Paşa adıyla yeniden neşredilmiştir (İstanbul 1924). “Tercî-i Bend” ile “Terkîb-i Bend” müstakil halde önce 1872’de, daha sonra Arap ve Latin harfleriyle pek çok defa basılmış, bir incelemeyle birlikte Hüseyin Yorulmaz tarafından da neşredilmiştir (İstanbul 1992).

2. Zafernâme: İzmit mutasarrıfı Fâzıl Paşa’nın ağzından Âlî Paşa için yazılan altmış altı beyitlik methiye tarzında bir kasideden, Karantina kâtibi Hayri Efendi adında birinin ağzından yapılan tahmîsten ve cahilliğiyle meşhur Zaptiye Nâzırı Hüsnü Paşa’nın ağzından yapılan tahmîsin şerhinden meydana gelmektedir. 1866’daki Girit isyanı ve Sadrazam Âlî Paşa’nın, işi Girit’e muhtariyet vererek bir oldubitti ile halledip muzaffer bir eda ile İstanbul’a geri dönüşünün anlatıldığı eser tehzîl sanatının bütün özelliklerini ortaya koyan bir örnektir. Ziyâ Paşa 1867’de Paris’te yazmaya başladığı eseri 1870’te Cenevre’de tamamlamıştır. Yazıldığı sıralarda baskı yeri ve tarihi belirtilmeden taş baskısı yayımlanan Zafernâme’yi Fikret Şahoğlu yeni harflerle neşretmiştir (İstanbul 1975).

3. Rüyâ (İstanbul 1910): Divan edebiyatının hâbnâmeleri tarzında kaleme alınan eser, önce 1869’da Hürriyet gazetesinin 68 ve 69. sayılarında çıkmıştır. Doğrudan Âlî Paşa’yı hedef alan eserde bir yandan memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durum anlatılırken diğer yandan bütün bunların sebebi olarak Âlî Paşa’nın kötü yönetimi gösterilmiş ve görevinden azli istenmiştir. 1932’de yeni harflerle basılan bu eser de Türk edebiyatında siyasî tenkidin ve yeni nesrin başarılı ilk örneklerinden biri kabul edilmektedir.

4. Arz-ı Hâl (İstanbul 1910): Ziyâ Paşa, Londra ziyareti sırasında Sultan Abdülaziz’e takdim ettiği bu eserinde daha önce saraydaki görevinden niçin uzaklaştırıldığını, kendisinin arzu etmediği yerlere tayin edilmesinin sebeplerini ve Avrupa’ya neden kaçtığını anlatmaktadır.

5. Harâbât* (İstanbul 1874-1875): Üç büyük ciltten meydana gelen bir şiir antolojisidir.

6. Verâset-i Saltanat-ı Seniyye Hakkında Mektup (Londra 1868): Verâset usulünün Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa ve çocukları aleyhinde değiştirilmesi münasebetiyle onun haklarını savunmak için kaleme alınmıştır. Eserde zaman zaman kardeşi Şehzade Abdülaziz’i tahttan uzak tutmak isteyen Sultan Abdülmecid’in, oğlu V. Murad’ı veliaht olarak tayininden de söz edilmektedir.

7. Endülüs Tarihi (I-II, 1276-1280; I-IV, İstanbul 1304-1305): İbrâhim Edhem Paşa’nın Viardot’dan tercüme etmeye başladığı, ancak tamamlayamadığı eseri, Ziyâ Paşa Mâbeyn-i Hümâyun’a girdikten sonra edebî bir dille yeni baştan tercüme etmiştir. Eser Yasemin Ödük, Kâzım Masumi ve Fatma Şahin tarafından yeni harflerle neşredilmiştir (İstanbul 2004).

8. Riyânın Encâmı (İstanbul 1881): Ziyâ Paşa’nın daha Avrupa’da iken Molière’den çevirmeye başladığı, ancak hayatının son yıllarında Adana valisi iken burada kurduğu tiyatroda temsil edilmek üzere tamamladığı beş perdelik manzum bir komedidir. Türk edebiyatında manzum tiyatronun ilk örneği kabul edilen eser daha sonra Tartuffe yahut Riyânın Encâmı adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1887).

9. Engizisyon Tarihi (İstanbul 1882): Ziyâ Paşa’nın gençlik yıllarında biraz da yabancı dilini geliştirmek üzere Théophile Lavallée ile Chéruel’den çevirdiği bu eserde daha çok Ortaçağ İspanyası’ndaki engizisyon işkenceleri ve özellikle Mûsevîler’e yapılan eziyetler anlatılmaktadır.

Ziyâ Paşa’nın bunların dışında, yayımlanamayan veya müsveddeleri kaybolduğu tahmin edilen birkaç eserinden daha söz edilmektedir. Bunlar, Avrupa’da bulunduğu sırada Jean-Jacques Rousseau’dan çevirdiği Emile (“Defter-i A‘mâl” adlı hâtırat türündeki önsözü, “Ziyâ Paşa’nın Âvân-ı Tufûliyyetine Dâir Bir Makalesi” adıyla ölümünden sonra Ebüzziyâ Mehmed Tevfik tarafından yayımlanmıştır: Mecmûa-i Ebüzziyâ, nr. 13-15, 2 Şubat-20 Mart 1881), Les Confessions (İtiraflar) ile Fénelon’dan çevirdiği Télémaque’tır (on iki defter halindeki Emile tercümesi yakın zamanda Ankara’da bir sahafta bulunmuş, ancak henüz tamamı yayımlanmamıştır).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, Numûne-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, İstanbul 1302, s. 262-292; Gibb, HOP, V, 41-111; Süleyman Nazif, İki Dost, İstanbul 1343/1925; İsmail Hikmet [Ertaylan], Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1925, I, 161-202; a.mlf., Ziya Paşa: Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1932; Murat Uraz, Ziya Paşa, İstanbul 1938; a.mlf., Ziya Paşa: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1946; Taha Toros, Ziya Paşa’nın Adana Valiliği, Adana 1940; İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 777-857; a.mlf., “Ahmet Vefik ve Ziya Paşa’ların ‘Tartuffe’ Tercümeleri”, Tercüme, sy. 4, Ankara 1940, s. 372-381; sy. 6 (1941), s. 558-571; Şükrü Kurgan, Ziya Paşa: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1953; Kenan Akyüz, Ziya Paşa’nın Amasya Mutasarrıflığı Sırasındaki Olaylar, Ankara 1964; Köprülü, Edebiyat Araştırmaları I, s. 299-304; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1967, s. 279-321; Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri: Tanzimat’dan Cumhuriyet’e Kadar, İstanbul 1969, s. 32-53; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1970, s. 1983-2014; M. Kaya Bilgegil, Harâbât Karşısında Nâmık Kemal, İstanbul 1972; a.mlf., Ziyâ Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Ankara 1979; Sabri F. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Ankara 1983, s. 28-38; H. Fethi Gözler, Ziya Paşa’nın Tercî-i Bend’i ve Terkîb-i Bend’i Üzerine Düşünceler, Ankara 1987; Metin Kayahan Özgül, Türk Edebiyatında Siyâsî Rûyâlar, Ankara, ts. (Akçağ Yayınları), s. 21-30; Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi, İstanbul 1994, s. 186-209, 244-265, 784; a.mlf., “Hürriyet”, DİA, XVIII, 505-507; Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (trc. Mümtaz’er Türköne v.dğr.), İstanbul 1996, s. 373-397; Birol Emil, Türk Kültür ve Edebiyatından 2: Şahsiyetler, Ankara, ts. (Akçağ Yayınları), s. 37-72; İsmail Parlatır, “Ziya Paşa’nın Emil Çevirisi”, TDl., sy. 573 (1999), s. 772-773; Mustafa Apaydın, Türk Hiciv Edebiyatında Ziya Paşa, Ankara 2001; Nurullah Çetin, “Ziya Paşa”, Tanzimat Edebiyatı (ed. İsmail Parlatır), Ankara 2006, s. 127-199; Hasan Kolcu, Ziya Paşa’nın Zafernâme’sine Reddiyye ve Tekzîbiyye, İstanbul 2007; Ali Budak, Ziya Paşa’nın İroni ve Parodi Şaheseri Zafernâme (Çağdaş Kuramlarla Bir Satir Analizi), İstanbul 2013; Nejdet Sançar, “Ziya Paşa’nın Eserleri ve Eserlerinin Çeşitli Basımları”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, V/1, Ankara 1956, s. 1-14.

Abdullah UÇMAN (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ- cilt: 44,  sayfa: 475-478)

 

 


ZİYA PAŞA- HAKKI SÜHA GEZGİN

Resmi, rind bir ruhun çizgi ve renkten örülmüş çerçevesidir. Kemerli gür kaşlarının altındaki iç dünyasını fethetmiş bir cihangirin gözleri parlar. Fakat bu parıltı yumuşaktır. Ne korkutur ne incitir. Bakışlarında karanlık bir uçurum derinliği değil, bulutsuz bir gök sonsuzluğu sezilir. Kapakları azıcık şiştir. Bebekleri biraz yukarı kayarak baygınlaşmalardır.

Bu kadarı da:

Bir şaire müntehâ-yı maksad

Bir şişe şarâb ve bir semen-had

diyen bir büyük kalendere çok görülmez sanırım. 0, Altın Oluk, Halkalı, Gümüş Selvi meyhanelerinde dünyayı dolu bir billûr kadehin arkasından seyretmişti. İçkiye gönül kanadı diyenlerdendi. Ama ayıplamayalım. Çünkü bu geniş çaplı zekâ, Mektubî Kalemi’nin duvarları arasında coşkun bir çağlayandı. Kendi yatağını kendi kazan ve derinliği arttıkça darlığı daha kuvvetle duyan bir çağlayan.

Bu taşkın yürek bilgiye de susayıp kanınca, Frenklerin kriz entelektüel dedikleri iç kasırgasına tutulmuştu. İçkide şifa değilse bile avunma arayışı bu yüzdendir. Nitekim Reşit Paşa’nın himmetiyle Mabeyn’e girince Ziya yepyeni ve bambaşka bir adam olmuştu. Putperest Ömer’le Müslüman ve Halife Ömer arasında ne kadar fark varsa, bu iki Ziya arasında da o kadar engin bir ayrılık göze çarpar. Mektubî Kalemi’nin Ziya’sı, muhitini aşmış ve gururunu doyuracak üstünlüklere ermişti. Bu âlemin içinde ona yeni ihtiraslar verecek bir rekor derecesi yoktu.

Fakat girdiği yeni hayat Ziya’yı bir başka pencerenin önüne götürdü. Orada ufuk yeni, renk yeni, hudut sonsuz ve örnekler yamandı. Zekâsının balonu, eski Ziya’yı ağır bir safra gibi atarak birdenbire yükseldi. Şarap döküldü ve kadeh kırıldı. Hayata renk vermek için içkinin yalancı menşuruna ihtiyaç kalmamıştı. İçini sızlatan hakikat aşkı, gittikçe artarak vecd haline geldi. Bu aşkın potasında benliğinin posası eridi. Kendi cevheriyle baş başa kaldı.

Mabeyn Müşiri Edhem Paşa’nın yıllanmış Fransızcasıyla beceremediği Engizisyon Tarihi'ni o, altı aylık bir çalışma sonunda Türkçeye çevirmişti. Altı ayda bir dil elde edebilmek için günde kaç saat çalışmak lâzım geldiğini artık siz düşünün.

Yalnız Ziya’nın o zaman için kusur sayılan bir büyük tarafı daha vardı. Hoşa gideni değil, inandığını söylüyordu. Lâfla iş çıktığı ağza ve ele göre değil, onların kıymet derecelerine göre ondan hüküm alıyordu. Bu hükümlerin bazıları, çağın devletlilerine dokundu. Kibirler şahlandı, derinden derine incinmiş gururlar homurdanmaya başladı.

Reşit Paşa düşünce, onu da gözden düşürdüler, saraydan attırdılar ve yere vurdular. Paris’e padişah maiyetinde değil, yeni bir fikir bayrağı altında gitti.

Garp dünyasına ruh ve fikirden sonra, gövde ile giriş, onu daha çok besledi. Paris, Londra, Cenevre gibi üç ayrı medeniyet kutbunu bütün varlıklarıyla tanıdı.

Nâmık Kemal ona hücum ederken bile:

Söz var ise nâme-i zaferdir 

Ya şerhi ne dil-nişîn eserdir

demekten kendini alamamış ve “Veraset Mektupları” için de:

Küttaba risâle-i veraset 

Olmuşdu nümûne-i belagat

hükmünü vermişti.

Tanzimat çağını gözden geçirirken, Ziya Paşa’da bir merhale vasfı bulmamak mümkün değildir. Bu devrin en geniş kavrayışlı, en bilgili adamı olduğundan şüphe edilemez.

Ondaki sağlam görüşe bakın ki seksen sene evvel bediî ve İnsanî hakikati sezmiş ve meşhur “Şiir ve İnşa” makalesinde, “Bizim dilimiz Osmanlıca değil Türkçedir. Şiirimiz de divanları dolduran gazelle kaside değil, bazılarının nâmevzun diye beğenmedikleri kayabaşı, üçleme ve çöğürlerdir. İstidat sahiplerimiz hele bir kere bu yola himmet etsinler, az vakitte ne kudretli şahsiyetler yetişir görürsünüz,” demişti.

Eserlerine gelince: Kin iyi bir şey değildir, fakat edebiyat tarihimiz, Ziya’nın kiniyle zenginleşti. Onun Âli Paşaya karşı duyduğu hınç, zekâ pertavsızından geçince göz kamaştırıcı bir şiir oldu:

“Terkib-i Bend”inin en güzel yerleri bu hıncın mısradan şimşeklere çaktığı parçalardır. Zamanın ukalaları bu şiirin sonundaki:

Uğrarsa sabâ râhın eğer semt-i Irâk’a 

Bağdat iline doğru dahî azm u hıram et 

Merdân-ı sühandânı ziyaret kılup andan 

Var ravza-i Rûhî’ye hemen arz-ı selâm et 

Tahsînini arz eyleyüp evvelce Ziyâ’nın 

Bu beyti huzurunda oku hatm-i kelâm et 

Meydân-ı sühande yoğ iken sen gibi bir er 

Bir şair-i Rum oldu sana şimdi berâber

parçasını küstahlık saymışlardı. Yalnız Muallim Naci, kendisi de böyle bir terkip yazdığı halde, “Bu beraberlik dâvasında gurur değil, tevazu var. Ziya, Rûhî’yi geçmiştir,” demek insafında bulundu.

Zafemâme, kasidesi, tahmisi, şerhiyle gerçekten hicvin bir âbidesidir. Böyle bir zekâ mimarîsine ortada onun gibi bir örnek varken bile işte yetmiş seneden beri hâlâ eremedik.

Rüyası, Veraset Mektupları, Muhbir' de, Hürriyet'te çıkan makaleleri fikir tarihimizin, yenilik cereyanlarımızın basamakları, yatakları sayılabilir.

Harabat'ın üç cildi, gerçi bir seçme eserler silsilesidir. Fakat Ziya'nın üç dildeki derin bilgisini ve zevkini araştıranlara daha çok zaman ışık tutacaktır.

Zafemâme ve Ziya Paşa

Mizah edebiyatımızın sayılı simalarını araştırırken, Ziya Paşayı belli başlı bir merhale gibi mütalâa etmek bir idrâk borcudur.

Ziya, Tanzimat’ın en olgun bir şahsiyeti diye tanınır. Terci ile Terkib’ine göz gezdirenlerin hemen hepsi, bu inanıştadır.

Ziya, bilhassa Terci’inde bütün felsefî düşünüşün, fikir talihinin ana çizgilerine dokunur. Hem bu dokunuş gelişigüzel sezişlerden de ibaret değildir.

Paşa’nın bu eserleriyle manevî varlığına da paşalık hilati giydirdiğini görüyoruz. Ağırbaşlının şakası daha çok hoşa gider. Gülmeyenin nüktesi daha çok güldürücü olduğu gibi. Sözle yüz arasındaki bu tezatta, insanı silken bir hal vardır.

İşte bu yüzdendir ki “Zafernâme ve Şerhi”ni okurken neşemiz çoğalıyor ve keyfimizin katmerlendiğini duyuyoruz. Nâmık Kemal bile:

Söz var ise nâme-ı zaferdir 

Ya şerhi ne dilnişin eserdir!

demekten kendini alamamıştı. Hakikaten bu eser, bütün edebiyat tarihimizce tek kalmış, eşsiz tanınmış tanzir’inin imkânsızlığında birleşikmiş bir yaratmadır.

Mevzuu şu: Girit’te isyan var. Vaziyet naziktir. İşi kökünden halletmezsek dâva büyüyecek, düvel-i muazzama heyulâsının kâbusu altında kalacağız. İşte bu sebeple Sadrâzam Âli Paşa, yirmi beş parçalık bir donanma ile denize açılıp adayı kuşatıyor. Eşkıyaya silâh ve cephane gelmemesine çalışıyor.

Bir senelik bir didişmeden sonra, Girit’e Hıristiyan mutasarrıflar tayin ediyor, isyan gûya bastırılıyor; fakat hakikatte, Türk ve Müslüman halk ezilmektedir.

Bilânço büyük zararlarla kapandığı halde, Âli Paşa, saraya verdiği lâyihada ortalığı güllük gülşenlik göstermiş ve bu sefere bir zafer süsü vermiştir.

Ziya Paşa, davaya bu noktadan başlar:

İdelim dikkat ile cümle tevârîhe nazar 

Matla-i Şark’dan aksâ-yı ekalime kadar 

Gerçi geldi nice sâhib-haşem ü feth ü nazar 

Kimseler olmadı bu feth-u mübine mazhar 

Ne Sikender ne Hulâgû ne Sezâr u Anibal

kıtası, kazanılan zaferin dünya cihangirlerine nasip olmadığını iddiaya kadar gider.

Sıcacık halvet iken câriyeler ile yeri 

Turfa-gûyâlık ederken geceler bendeleri 

Bî-sebep terk ederek böyle huzûr-ı hazeri 

İhtiyar eyledi bu kışta şu müşkül seferi 

Yoksa kim etmişti kendisini istiskal

Kışla-i fikri olup ceyş-i zaferle memlû 

Kal’a-i zihnine endîşe-i feth etti gulüvv 

Kılıcın çekti kınından diyerek: “Kande adüvv”

Bu ne gayret ne hamiyyet ne şecâ’attir bu 

Hiç görülmüş mü tevârîh-i selefde emsal

 

Ten-i nâzendesi ne nâzik iken pek de ne kart 

Kendine mânî-i azm olmadı Kânun ile Mart 

Ana nisbetle cebândır şüce ’ân-ı Ispart 

Askere verdi kumandayı misâl-i Bonapart 

Gerçe kim gelmedi hiç silsilesinde ceneral

 

Yirmi beş kıt’a sefîne idi hükmünde Fidel 

Tuttu bir Rûm vapurun bir sene ikdâma bedel 

Hiç Bahriyye ’den âgâh değilken evvel 

Vermedi ablukada şân-ı Donanma’ya halel 

İngiliz devletine olsa sezâdır amiral.

Ne yazık ki bu muhteşem hicviyenin tamamını buraya almak imkânına malik değiliz. Kıtaların her biri ötekinden güzeldir. Her kıta kıyıya koşan dalgalar gibi birbirini destekler. Ayrı bir kuvvet kaynağı olur.

Mizahî şahsiyetlere başlarken, mizahçının acı bir ömür sıratından geçtikten, çile çektikten, ıstırabın ne olduğunu anladıktan sonra keskinleştiğini söylemiştim. Dünyanın meşhur hicviyecilerinin hayatlarını tetkik edenler, bu hükümde birleşirler.

Fakat Ziya Paşa’ya Zafernâme'yi yazdıran âmil ıstırap değil, kindir.

Hınç küçük, âdi bir his sayılır. Bu kadar bayağı bir duygudan böyle parlak ve ihtişamlı bir eserin çıkışını belki yadırgayanlar olacaktır. Fakat unutmayalım ki kin de bir gönül azabı, bir iç testeresi, yani ıstıraptır.

Zafernâme böyle biraz dolaşık bir iç acısından doğdu. Paşa’nın kinindeki sönmez ateşi şundan anlıyoruz ki eser, ilkin bir tek kaside iken tahmis ile her beyit beş mısraa çıkarıldı. Bununla da kanmayarak bir de şerh ekledi. Bütün bunlar, döne döne sövmek, tekrar tekrar vurmak için yapılmıştır.

Ziya, can yakacak sandığı hiçbir noktayı ihmal etmedi. Meselâ kasideyi İzmit mutasarrıfına mal eder. Eserin altında, “Bende-i âli el-fakir Fâzıl Bosnevî-i Mevlevî Mutasarrıf-ı İzmit” imzası vardır. Bu adam da, tahmis’in sahibi diye öne sürülen Karantina Kitabeti’nden mütekait Hayri Efendi de Âli Paşa’nın kulları diye tanınmışlardır.

Dostun attığı çiçeğin, düşman taşından daha acıtıcı olduğu düşünülürse, Ziya’nın tuttuğu yol açıkça görülür. Zafernâme'de her şey ölçülüdür. Mübalağa tatlı bir imkân sahasına sokulmuştur. Mevzu sade Girit seferi olduğu halde, hiçbir tariz fırsatı kaçırılmamış, Âli Paşa’nın mahrem hayatı, siyaseti, sarraflarla münasebeti, hasisliği, dinsizliği, uzvî kusurları, vücut ayıpları, her şeyi, her şeyi karıştırmıştır.

Etti teshîr dirayetle şeh-i devrânı 

Yaradı kendisine saltanat-ı Osmânî 

Zâtına dense seza şâh-ı cihân-ı sânî 

Kendi sultân değil ammâ ki nice sultânî 

Maksadı üzre eder bende gibi isti’mâl

kıtası, sadrâzamın en korktuğu telmihlerle doludur. Ziya da bu tarzdaki tarizlerinin korkunç kuvvetini bildiği için, hemen arkasından:

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

mısraı ile bu hükmü perçinliyor.

Belgrad’ın Sırbistan’a terki, Şam valisinin katli, Karadağ hudut kulelerinin yıkılışı, Suriye katliâmı, hülâsa o zamana ait ne kadar felâket varsa, hepsini sadrâzama yükler.

Hele dua kıtası tam bir şaheserdir. Malûm olduğu üzere Âli Paşa’nın boyu kısa, hasisliği meşhurdu. Dindar olmadığı da halk arasında söylenen dedikodulardandı. Ziya bunları toplayarak dua yerine eserini müthiş bir beddua ile bitiriyor:

Olmayup kendisi âzürde-dil-i bûd ü nebûd 

Kıla Hak kendini vâreste-i ta’rîz-i hasûd 

Kadd-i matbû’u boyunca ola zilli memdûd 

Lûtf u ihsânı gibi ömrü ola nâ-ma’dûd 

Dîn ü îmanı kadar kesb ede feyz ü ikbâl

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi