Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ZİYA PAŞA- HAKKI SÜHA GEZGİN

Resmi, rind bir ruhun çizgi ve renkten örülmüş çerçevesidir. Kemerli gür kaşlarının altındaki iç dünyasını fethetmiş bir cihangirin gözleri parlar. Fakat bu parıltı yumuşaktır. Ne korkutur ne incitir. Bakışlarında karanlık bir uçurum derinliği değil, bulutsuz bir gök sonsuzluğu sezilir. Kapakları azıcık şiştir. Bebekleri biraz yukarı kayarak baygınlaşmalardır.

Bu kadarı da:

Bir şaire müntehâ-yı maksad

Bir şişe şarâb ve bir semen-had

diyen bir büyük kalendere çok görülmez sanırım. 0, Altın Oluk, Halkalı, Gümüş Selvi meyhanelerinde dünyayı dolu bir billûr kadehin arkasından seyretmişti. İçkiye gönül kanadı diyenlerdendi. Ama ayıplamayalım. Çünkü bu geniş çaplı zekâ, Mektubî Kalemi’nin duvarları arasında coşkun bir çağlayandı. Kendi yatağını kendi kazan ve derinliği arttıkça darlığı daha kuvvetle duyan bir çağlayan.

Bu taşkın yürek bilgiye de susayıp kanınca, Frenklerin kriz entelektüel dedikleri iç kasırgasına tutulmuştu. İçkide şifa değilse bile avunma arayışı bu yüzdendir. Nitekim Reşit Paşa’nın himmetiyle Mabeyn’e girince Ziya yepyeni ve bambaşka bir adam olmuştu. Putperest Ömer’le Müslüman ve Halife Ömer arasında ne kadar fark varsa, bu iki Ziya arasında da o kadar engin bir ayrılık göze çarpar. Mektubî Kalemi’nin Ziya’sı, muhitini aşmış ve gururunu doyuracak üstünlüklere ermişti. Bu âlemin içinde ona yeni ihtiraslar verecek bir rekor derecesi yoktu.

Fakat girdiği yeni hayat Ziya’yı bir başka pencerenin önüne götürdü. Orada ufuk yeni, renk yeni, hudut sonsuz ve örnekler yamandı. Zekâsının balonu, eski Ziya’yı ağır bir safra gibi atarak birdenbire yükseldi. Şarap döküldü ve kadeh kırıldı. Hayata renk vermek için içkinin yalancı menşuruna ihtiyaç kalmamıştı. İçini sızlatan hakikat aşkı, gittikçe artarak vecd haline geldi. Bu aşkın potasında benliğinin posası eridi. Kendi cevheriyle baş başa kaldı.

Mabeyn Müşiri Edhem Paşa’nın yıllanmış Fransızcasıyla beceremediği Engizisyon Tarihi'ni o, altı aylık bir çalışma sonunda Türkçeye çevirmişti. Altı ayda bir dil elde edebilmek için günde kaç saat çalışmak lâzım geldiğini artık siz düşünün.

Yalnız Ziya’nın o zaman için kusur sayılan bir büyük tarafı daha vardı. Hoşa gideni değil, inandığını söylüyordu. Lâfla iş çıktığı ağza ve ele göre değil, onların kıymet derecelerine göre ondan hüküm alıyordu. Bu hükümlerin bazıları, çağın devletlilerine dokundu. Kibirler şahlandı, derinden derine incinmiş gururlar homurdanmaya başladı.

Reşit Paşa düşünce, onu da gözden düşürdüler, saraydan attırdılar ve yere vurdular. Paris’e padişah maiyetinde değil, yeni bir fikir bayrağı altında gitti.

Garp dünyasına ruh ve fikirden sonra, gövde ile giriş, onu daha çok besledi. Paris, Londra, Cenevre gibi üç ayrı medeniyet kutbunu bütün varlıklarıyla tanıdı.

Nâmık Kemal ona hücum ederken bile:

Söz var ise nâme-i zaferdir 

Ya şerhi ne dil-nişîn eserdir

demekten kendini alamamış ve “Veraset Mektupları” için de:

Küttaba risâle-i veraset 

Olmuşdu nümûne-i belagat

hükmünü vermişti.

Tanzimat çağını gözden geçirirken, Ziya Paşa’da bir merhale vasfı bulmamak mümkün değildir. Bu devrin en geniş kavrayışlı, en bilgili adamı olduğundan şüphe edilemez.

Ondaki sağlam görüşe bakın ki seksen sene evvel bediî ve İnsanî hakikati sezmiş ve meşhur “Şiir ve İnşa” makalesinde, “Bizim dilimiz Osmanlıca değil Türkçedir. Şiirimiz de divanları dolduran gazelle kaside değil, bazılarının nâmevzun diye beğenmedikleri kayabaşı, üçleme ve çöğürlerdir. İstidat sahiplerimiz hele bir kere bu yola himmet etsinler, az vakitte ne kudretli şahsiyetler yetişir görürsünüz,” demişti.

Eserlerine gelince: Kin iyi bir şey değildir, fakat edebiyat tarihimiz, Ziya’nın kiniyle zenginleşti. Onun Âli Paşaya karşı duyduğu hınç, zekâ pertavsızından geçince göz kamaştırıcı bir şiir oldu:

“Terkib-i Bend”inin en güzel yerleri bu hıncın mısradan şimşeklere çaktığı parçalardır. Zamanın ukalaları bu şiirin sonundaki:

Uğrarsa sabâ râhın eğer semt-i Irâk’a 

Bağdat iline doğru dahî azm u hıram et 

Merdân-ı sühandânı ziyaret kılup andan 

Var ravza-i Rûhî’ye hemen arz-ı selâm et 

Tahsînini arz eyleyüp evvelce Ziyâ’nın 

Bu beyti huzurunda oku hatm-i kelâm et 

Meydân-ı sühande yoğ iken sen gibi bir er 

Bir şair-i Rum oldu sana şimdi berâber

parçasını küstahlık saymışlardı. Yalnız Muallim Naci, kendisi de böyle bir terkip yazdığı halde, “Bu beraberlik dâvasında gurur değil, tevazu var. Ziya, Rûhî’yi geçmiştir,” demek insafında bulundu.

Zafemâme, kasidesi, tahmisi, şerhiyle gerçekten hicvin bir âbidesidir. Böyle bir zekâ mimarîsine ortada onun gibi bir örnek varken bile işte yetmiş seneden beri hâlâ eremedik.

Rüyası, Veraset Mektupları, Muhbir' de, Hürriyet'te çıkan makaleleri fikir tarihimizin, yenilik cereyanlarımızın basamakları, yatakları sayılabilir.

Harabat'ın üç cildi, gerçi bir seçme eserler silsilesidir. Fakat Ziya'nın üç dildeki derin bilgisini ve zevkini araştıranlara daha çok zaman ışık tutacaktır.

Zafemâme ve Ziya Paşa

Mizah edebiyatımızın sayılı simalarını araştırırken, Ziya Paşayı belli başlı bir merhale gibi mütalâa etmek bir idrâk borcudur.

Ziya, Tanzimat’ın en olgun bir şahsiyeti diye tanınır. Terci ile Terkib’ine göz gezdirenlerin hemen hepsi, bu inanıştadır.

Ziya, bilhassa Terci’inde bütün felsefî düşünüşün, fikir talihinin ana çizgilerine dokunur. Hem bu dokunuş gelişigüzel sezişlerden de ibaret değildir.

Paşa’nın bu eserleriyle manevî varlığına da paşalık hilati giydirdiğini görüyoruz. Ağırbaşlının şakası daha çok hoşa gider. Gülmeyenin nüktesi daha çok güldürücü olduğu gibi. Sözle yüz arasındaki bu tezatta, insanı silken bir hal vardır.

İşte bu yüzdendir ki “Zafernâme ve Şerhi”ni okurken neşemiz çoğalıyor ve keyfimizin katmerlendiğini duyuyoruz. Nâmık Kemal bile:

Söz var ise nâme-ı zaferdir 

Ya şerhi ne dilnişin eserdir!

demekten kendini alamamıştı. Hakikaten bu eser, bütün edebiyat tarihimizce tek kalmış, eşsiz tanınmış tanzir’inin imkânsızlığında birleşikmiş bir yaratmadır.

Mevzuu şu: Girit’te isyan var. Vaziyet naziktir. İşi kökünden halletmezsek dâva büyüyecek, düvel-i muazzama heyulâsının kâbusu altında kalacağız. İşte bu sebeple Sadrâzam Âli Paşa, yirmi beş parçalık bir donanma ile denize açılıp adayı kuşatıyor. Eşkıyaya silâh ve cephane gelmemesine çalışıyor.

Bir senelik bir didişmeden sonra, Girit’e Hıristiyan mutasarrıflar tayin ediyor, isyan gûya bastırılıyor; fakat hakikatte, Türk ve Müslüman halk ezilmektedir.

Bilânço büyük zararlarla kapandığı halde, Âli Paşa, saraya verdiği lâyihada ortalığı güllük gülşenlik göstermiş ve bu sefere bir zafer süsü vermiştir.

Ziya Paşa, davaya bu noktadan başlar:

İdelim dikkat ile cümle tevârîhe nazar 

Matla-i Şark’dan aksâ-yı ekalime kadar 

Gerçi geldi nice sâhib-haşem ü feth ü nazar 

Kimseler olmadı bu feth-u mübine mazhar 

Ne Sikender ne Hulâgû ne Sezâr u Anibal

kıtası, kazanılan zaferin dünya cihangirlerine nasip olmadığını iddiaya kadar gider.

Sıcacık halvet iken câriyeler ile yeri 

Turfa-gûyâlık ederken geceler bendeleri 

Bî-sebep terk ederek böyle huzûr-ı hazeri 

İhtiyar eyledi bu kışta şu müşkül seferi 

Yoksa kim etmişti kendisini istiskal

Kışla-i fikri olup ceyş-i zaferle memlû 

Kal’a-i zihnine endîşe-i feth etti gulüvv 

Kılıcın çekti kınından diyerek: “Kande adüvv”

Bu ne gayret ne hamiyyet ne şecâ’attir bu 

Hiç görülmüş mü tevârîh-i selefde emsal

 

Ten-i nâzendesi ne nâzik iken pek de ne kart 

Kendine mânî-i azm olmadı Kânun ile Mart 

Ana nisbetle cebândır şüce ’ân-ı Ispart 

Askere verdi kumandayı misâl-i Bonapart 

Gerçe kim gelmedi hiç silsilesinde ceneral

 

Yirmi beş kıt’a sefîne idi hükmünde Fidel 

Tuttu bir Rûm vapurun bir sene ikdâma bedel 

Hiç Bahriyye ’den âgâh değilken evvel 

Vermedi ablukada şân-ı Donanma’ya halel 

İngiliz devletine olsa sezâdır amiral.

Ne yazık ki bu muhteşem hicviyenin tamamını buraya almak imkânına malik değiliz. Kıtaların her biri ötekinden güzeldir. Her kıta kıyıya koşan dalgalar gibi birbirini destekler. Ayrı bir kuvvet kaynağı olur.

Mizahî şahsiyetlere başlarken, mizahçının acı bir ömür sıratından geçtikten, çile çektikten, ıstırabın ne olduğunu anladıktan sonra keskinleştiğini söylemiştim. Dünyanın meşhur hicviyecilerinin hayatlarını tetkik edenler, bu hükümde birleşirler.

Fakat Ziya Paşa’ya Zafernâme'yi yazdıran âmil ıstırap değil, kindir.

Hınç küçük, âdi bir his sayılır. Bu kadar bayağı bir duygudan böyle parlak ve ihtişamlı bir eserin çıkışını belki yadırgayanlar olacaktır. Fakat unutmayalım ki kin de bir gönül azabı, bir iç testeresi, yani ıstıraptır.

Zafernâme böyle biraz dolaşık bir iç acısından doğdu. Paşa’nın kinindeki sönmez ateşi şundan anlıyoruz ki eser, ilkin bir tek kaside iken tahmis ile her beyit beş mısraa çıkarıldı. Bununla da kanmayarak bir de şerh ekledi. Bütün bunlar, döne döne sövmek, tekrar tekrar vurmak için yapılmıştır.

Ziya, can yakacak sandığı hiçbir noktayı ihmal etmedi. Meselâ kasideyi İzmit mutasarrıfına mal eder. Eserin altında, “Bende-i âli el-fakir Fâzıl Bosnevî-i Mevlevî Mutasarrıf-ı İzmit” imzası vardır. Bu adam da, tahmis’in sahibi diye öne sürülen Karantina Kitabeti’nden mütekait Hayri Efendi de Âli Paşa’nın kulları diye tanınmışlardır.

Dostun attığı çiçeğin, düşman taşından daha acıtıcı olduğu düşünülürse, Ziya’nın tuttuğu yol açıkça görülür. Zafernâme'de her şey ölçülüdür. Mübalağa tatlı bir imkân sahasına sokulmuştur. Mevzu sade Girit seferi olduğu halde, hiçbir tariz fırsatı kaçırılmamış, Âli Paşa’nın mahrem hayatı, siyaseti, sarraflarla münasebeti, hasisliği, dinsizliği, uzvî kusurları, vücut ayıpları, her şeyi, her şeyi karıştırmıştır.

Etti teshîr dirayetle şeh-i devrânı 

Yaradı kendisine saltanat-ı Osmânî 

Zâtına dense seza şâh-ı cihân-ı sânî 

Kendi sultân değil ammâ ki nice sultânî 

Maksadı üzre eder bende gibi isti’mâl

kıtası, sadrâzamın en korktuğu telmihlerle doludur. Ziya da bu tarzdaki tarizlerinin korkunç kuvvetini bildiği için, hemen arkasından:

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

mısraı ile bu hükmü perçinliyor.

Belgrad’ın Sırbistan’a terki, Şam valisinin katli, Karadağ hudut kulelerinin yıkılışı, Suriye katliâmı, hülâsa o zamana ait ne kadar felâket varsa, hepsini sadrâzama yükler.

Hele dua kıtası tam bir şaheserdir. Malûm olduğu üzere Âli Paşa’nın boyu kısa, hasisliği meşhurdu. Dindar olmadığı da halk arasında söylenen dedikodulardandı. Ziya bunları toplayarak dua yerine eserini müthiş bir beddua ile bitiriyor:

Olmayup kendisi âzürde-dil-i bûd ü nebûd 

Kıla Hak kendini vâreste-i ta’rîz-i hasûd 

Kadd-i matbû’u boyunca ola zilli memdûd 

Lûtf u ihsânı gibi ömrü ola nâ-ma’dûd 

Dîn ü îmanı kadar kesb ede feyz ü ikbâl

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi