Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ŞİNASİ’NİN MÜNACAAT ŞİİRİNİN TAHLİLİ

MÜNÂCAAT

Hak Teâlâ azamet âleminin pâdişehi
Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi (1)

Hâsdır Zât-ı İlâhisine mülk-i ezelî
Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezeli (2)

Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyâdı
Dolu boş cümle yed-i kudretinin îcâdı (3)

İzzet ü şânını takdis kılar cümle melek
Eğilir secde eder pîş-i celâlinde felek (4)

Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket
Değişir tâzelenir mevsim-i feyz ü bereket (5)

Pertev-i rahmetinin lem’asıdır ayla güneş
Tâb-ı hışmından alır alsa cehennem âteş (6)

Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Anların şûlesi gök kubbesini yaldızlar (7)

Kimi sâbit kimi seyyar be-takdîr-i Kadîr
Tanrı’nın varlığına her biri bürhân-ı münîr (8)

Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile (9)

Göremez zâtını mahlûkunun âdî nazarı
Hisseder nûrunu amma ki basiret basan (10)

Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım
Can ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım(11)

Neş’e-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var Hâlik’ima gayri ne yapmak dilerim (12)

Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar
Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar (13)

Eder isyanıma gönlümde nedâmet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye’s ile afvım talebe (14)

Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir
Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir (15)

Nûr-ı rahmet niye güldürmeye rû-yi siyehim
Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim (16)

Bî-nihâye keremi âleme şâmil mi değil
Yoksa âlemde kulu âleme dâhil mi değil (17)

Kulunun za’fına nisbet çoğ ise noksanı
Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı (18)

Sehvine oldu sebeb acz-i tabiî kulunun
Hem O’dur âlem-i ma’nîde şefî’i kulunun (19)

Beni afvetmeğe fazl-ı ilâhîsi yeter
Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenâhîsi biter (20)
Şinâsi

Şiirin Tahlili

Şinâsi, Reşid Paşa hakkında yazdığı kasîdelerde ve nesirlerinde Tanzimat devrine has yeni fikirler ortaya koyar. Bu şiirinde ele aldığı tem dinîdir. Tem eski olduğu için burada yeni bir şey yok sanılır. Fakat Namık Kemal’in sözleri bu şiirde yeni bir şeyin bulunduğuna kuvvetli bir delildir. Zira o eski edebiyatın içinde idi, onu biliyor ve eskiler gibi şiir yazıyordu. Bundan dolayı onun, Münâcât karşısında, çok yeni bir şey önünde kalmış olmaktan doğan bu hayranlık duygusunun mânâsı vardır. Namık Kemal’in hayat yolunu ve onunla birlikte edebiyatımızı değiştiren, başka bir ufka doğru götüren bu şiirin değerini ölçmek için, onu eski münâcâtlarla mukayese etmek lâzım gelir. Böyle bir mukayese Münâcât ile gerçekten yeni bir edebiyatın başladığını açıkça gösterir. Biz başka bir yazımızda bu mukayeseyi geniş surette yaptığımız için burada şiirin kendisini tahlil etmeğe çalışacak, onu eski ile teferruat bakımından değil, umumî olarak mukayese edeceğiz.

Namık Kemal’in de belirttiği üzere, Münâcât eskiye bilhassa üslûp bakımından zıttır: “Sadelik”, bu şiirin en mühim hususiyetini teşkil eder. Fakat burada muhteva da değişmiştir. Her eserde olduğu gibi burada da muhteva ile üslûp arasında sıkı bir münasebet mevcuttur. Bundan dolayı başta muhtevayı ele alıyoruz.

Münâcât, muhteva bakımından iki kısma ayrılabilir:
1) 1-20. beyitlerde şâir, Tanrı ile kâinat arasındaki münasebetten,
2) 10-20. beyitlerde kendisi ile Tanrı arasındaki münasebetten bahsediyor.

1. Tanrı, azamet âleminin pâdişâhıdır; fakat ondan ayrıdır ve mekânın ötesindedir. Varlık, onun eseridir; onun emirlerine mutlak surette boyun eğer. Yer onun emriyle gece gündüz hareket eder. Mevsimler, onun emrine göre değişir. Güneş onun merhamet ışığının bir şûlesidir. Yıldızlar onun yüce heybetinin kıvılcımlarıdır. Kimi yerinde duran, kimi dolaşan bu varlıkların her biri, onun mevcudiyetini ispat eden ışıklı birer delildir. Melek ve cehennem gibi gözle görünmez varlıklardan da bahsetmekle beraber, Şinâsi, daha ziyade gözle görülen âlem ve umumiyetle astronomik varlıklar üzerinde duruyor. Onların nizamında bir güzellik ve Tanrı’nın mevcudiyetinin bir delilini buluyor.

Eski Münacaatlar İle Karşılaştırma

Bu muhteva eski münâcâtlarla mukayese olunursa, arada büyük bir fark görülür. Eski münâcâtlara giren malzeme çok kalabalıktır. Bunlarda bilhassa yeryüzüne ait varlıklar üzerinde durulur. Fuzûlî Dîvanı’nın başındaki tevhide bu gözle bakarsak, şâirin nebatlar âlemi içinde kaybolduğunu görürüz. Bir sürü teferruat, manzume boyunca ortaya dökülür. Şâir bunlardan her biri ile ayrı ayrı oynar, teşbihler, mecazlar, bütün bu yapmacık teferruat ve mazmun yığını içinde Tanrı fikri kaybolur. Şâirin maksadının dinî bir duyguyu anlatmaktan ziyade maharet göstermek olduğunu kuvvetle hissederiz. Şinâsi, her şeyden önce, eski münâcâtları dolduran malzeme yığınını ayıklıyor. Tanrı fikrini yeryüzüne ait teferruat ile değil, kâinatın bütünlüğü içinde ortaya koyuyor. Gayesi, sanat göstermekten ziyade, Tanrı ile kâinat arasındaki münasebeti anlatmaktır. Bundan dolayı, fikri örten ve dağıtan kelime oyunlarını da bırakıyor. Minyatürlere çok benzeyen eski münâcâtların karşısında Şinâsi’nin Münâcât’ı sade çizgilerle yapılmış bir desene benzer. Birinde teferruat üzerinde ince işleyen bir kalem, ötekinde birkaç karakteristik hatla bütünü vermek isteyen bir düşünce vardır.
Şinâsi’nin bir düşünceyi ortaya koymak ve bir fikri aklıyla da kabul etmek istediği besbellidir. Bu fikir, Allah’ın varlığı ve birliğidir:

Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım

mısraı bu maksadı açıkça ortaya koyar. Kâinatın varlığı ve onda görülen nizam, Tanrı’nın varlığını gösteren bir delildir. Aklî bir tip olan Şinâsi’nin Tanrı’yı ispat için “objektif’ bir delil olarak kâinatı göstermesi, eskilerden ayrı bir davranış tarzını ifade eder. Eskiler için, Tanrı aklî olarak ispat edilemez. Eski edebiyatımız, akla karşı aşkı savunur. Onlara göre kalbin şahâdeti aklın şahâdetinden üstündür. Fuzulî bir münâcâtında:

Ammâ çü sana kadîmdir zât
İdrâk sana yeter mi heyhât
İdrâkimize kemâl-i hayret
Tevhidine besdürür delâlet
Endîşe-i zât kılmak olmaz,
Bilmek bu yeter ki bilmek olmaz.

der. Şinâsi’nin Allah’ın birliğine “aklınca şahâdet” araması ve bunu “objektif’ bir varlık olan kâinata dayandırması kanaatimizce, Avrupa’da XVIII inci yüzyıldan sonra gelişen aklî ve İlmî dinciliğin tesirinde kalmış olmasından ileri gelir. Fakat o, bu delilin çürüklüğünü hissetmiş gibi, dış dünyadan insana dönüyor; dış gözün Allah’ı göremeyeceğini, fakat iç gözün onun nûrunu “hissedeceğini” söylüyor:

Göremez zâtını mahlûkunun âdî nazarı,
Hisseder nûrunu ammâ ki basîret basarı

Neticede, şarkın eski fikrine dönmekle beraber, şiirde objektif âlemin tasviri, kâinat ile Allah arasında bir münasebet bulunduğu düşüncesi, büyük bir yer tutuyor. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında, Batı medeniyetinin tesiriyle, din ile ilim, akıl ile imân, görünen ile görünmeyen âlem arasında bir çarpışma başlar. Abdülhak Hâmid’in eserlerinde bu tezat, panteizm ile hal çaresini bulur. Fakat tezadın fırtınası kendini kuvvetle hissettirir. Tamamıyla İlmî, objektif, pozitif fikirlere sahip olan Beşir Fuad’ın ruhî buhranı ve intiharı, bu devir Türkiye’sinin medeniyet trajedisini çok açık bir şekilde gösterir. Şinâsi’nin “aklımca şahâdet lâzım” sözü ve objektif âleme bakması, hafifçe bu trajedinin başladığını gösterir. Servet-i Fünun’a kadar gizli veya açık bir uzlaştırma hareketi vardır. Beşir Fuad’dan sonra Tevfik Fikret’te dinî buhran tekrar ve çok kuvvetli bir surette patlak verir. Fakat onun karşısında imânı müdafaa eden Mehmet Âkif vardır. Varlığı yok etmek isteyen Âkif Paşa ile Tanrı’yı varlıkta arayan Şinâsi arasındaki gizli ve gayrişuurî tezat, zaman geçtikçe artacak, büyüyecek ve muazzam bir medeniyet buhranı olarak bugüne kadar gelecektir. Devrin ruhu ferde ve fertten eserine aksediyor. Adem Kasidesi ile Münâcât’ta biz sadece Âkif Paşa ile Şinâsi’yi değil, iki devri, iki medeniyeti, iki kâinat anlayışını görüyoruz.
Şinasi’nin Pişmanlıkları ve Tanrı’nın Sonsuz Keremi

2. Şiirin ikinci kısmında Şinâsi, günahlarından, pişmanlıklarından ve Tanrı’nın sonsuz kereminden bahsediyor. Allah’ın ispatı gayesini güden ve dış dünyadan bahseden birinci kısım ile bu kısım arasında bir tezat var gibidir. Allah’ın ispatından bahseden şâir, kâinattan sonra insanı bu açıdan ele alabilirdi. Böyle yapmıyor. Hiç bir hazırlığa lüzum görmeden, korkusunu ve günahını anlatmağa başlıyor. Birinci kısmın tasvirî ve zihnî olmasına karşılık, ikinci kısım, hissî bir karakter taşımaktadır. Bu kısımda Şinâsi, duygusunu canlı ve hareketli bir şekle sokuyor. Tanrı korkusunun içini dağladığını söyleyen şâir, içi ile dışı arasındaki tezadı belirttikten sonra, zikzaklı bir ruh halini anlatıyor. İsyanı nedamet takip ediyor. Arkasından ümitsizlik geliyor. Sonra huzura kavuşuyor. Şâirin huzura bir muhakeme neticesi ulaşması da dikkate değer. 12-18 inci beyitler, içten yapılan bir diyalogun, bir konuşmanın ifadeleridir.

Şinâsi’yi isyana götüren şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. Bize sadece onun doğurduğu ruh hali anlatılmıştır. Fakat bu trajedi derin ve sürekli değildir. Tanrı’nın lutfu ve keremi hakkındaki sualler, Hâmid’de olduğu gibi şüphe değil, bilâkis iman ve emniyet ifade ederler.

Ne dedim, tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir!

mısraında en iyi ifadesini bulan bu iç konuşması, kanaatimizce, edebiyatımızda yeni bir şeydir. Eski edebiyatımızda da isyan, günah, nedamet ve yakarış duyguları vardır. Fakat bu cinsten bir iç konuşmasına pek rastlanılmaz. Diyalog tarzında şiirler yazan Şinâsi’nin bu ifadesinde de biz, Batı (Fransız) şiirinin tesirini görüyoruz.

Üslup Bakımından Tahlil

Şinâsi manzumesinde, eskilerde de bulunan bir temi yeni bir şekilde kullanmıştır. Fakat üslûp bakımından yapmış olduğu yenilik daha çok göze çarpar. Bu üslûbun, Namık Kemal’in de dikkatine çarpan birinci hususiyeti, sade ve açık olmasıdır. Divan şiiri tesadüfen sade ve açık olur. Onda gaye sade ve açık olmak değil, “edebî sanatlar” yapmak suretiyle maharet göstermektir. Divan şiirinin esasını teşkil eden “mazmun” fikri, mecazlar arkasında gizlemekten ibarettir. Açık teşbihlerle başlayan Divan şiiri, gelişerek, zamanla çok ince, çok karışık bir mecaz sanatına varır. Şinâsi bu gelenekten uzaklaşıyor. Ne söyleyecekse onu düz ve açık olarak söylüyor. İşe muhtevada bir temizlik yapmakla başlıyor. Lüzumsuz teferruatı ortadan kaldırıyor. Bir veya iki fikri alıyor, onları genişletiyor. Münâcât’ın iki kısmı, iki basit fikirde toplanabilir:

1 — Tanrı kâinata hâkimdir; yahut kâinat Tanrı’nın varlığını isbat eder.
2 — Tanrı insanı bağışlar. Şâir, manzumesinde bu anafikirleri ortaya koymağa, açıklamağa çalışıyor. Teferruatı ana fikre bağlıyor. Muhtevanın böyle ana fikir etrafında düzenlenmesi bir kompozisyon cehdini gösterir. Şinâsi’nin sadelik ve açıklığı elde etmek için başvurduğu ikinci yol mazmunları ortadan kaldırmak oluyor. Bu hususta Şinâsi o kadar ileri gidiyor ki, içinde hiç bir benzetme, mecaz, “edebî sanat” bulunmayan çıplak mısralar yazıyor. Münâcât’ta benzetme ve mecazların sayısı dördü geçmez. Bütünü ile şiir, fikir ve duyguların yalın olarak ifade edilmelerinden ibaret gibidir. Divan şiirinin hususiyetlerinden biri de günlük dilde konuşulmayan kelimeleri kullanmak, ikizli, üçüzlü v.s. Farsça terkipler yapmaktı. Şinâsi konuşma diline gidiyor. Farsça terkipleri son derece azaltıyor. Bütün bu hususiyetler Şinâsi’nin nesirlerinde de vardır. Şinâsi nesirde de özlü düşünceye, süssüze, yalına ve konuşma diline gider; onun dil hakkında hususî fikirler taşıdığını biliyoruz. Şinâsi sadeleştirme işini tesadüfi olarak değil, şuurlu bir şekilde yapıyor. Bu hareketin arkasında bir kültür ve bir ideoloji vardır. Namık Kemal’in, Şinâsi’nin Münâcât’ını Yunus İlâhîsine benzetmesi dikkate değer. Şinâsi’nin bu manzumesini yazarken Yunus’u göz önünde bulundurduğunu zannetmiyoruz. Fakat hareketi ile onun yoluna girmiş bulunuyor: Halka ve halk diline gidiş. Yunus gibi o da yeni bir edebiyat kuruyor. Edebiyatta teşbihe ve istiareye tahammül edemeyen Beşir Fuad ile edebiyatsız bir edebiyat yaratmak isteyen Orhan Veli, Şinâsi’nin açtığı yoldan gelmişlerdir.

http://bendelimiyim.com

SON EKLENENLER

Üye Girişi