Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SÜRGÜNDE - ANTON ÇEHOV

İhtiyar Senyon takma adıyla Nasihatçi ve ismini hiç kimsenin bilmediği genç bir Tatar, nehrin kenarında yaktıkları kamp ateşinin başına oturmuşlardı. İşleri nehrin bir kıyısından diğerine mavnayla yolcu götürüp getirmek olan diğer üç mavnacı ise biraz ilerdeki kulübenin içindeydiler. Dişleri dökülmüş, avurtları çökmüş, sıska yapılı altmışlık bir ihtiyar olan Senyoriun o yaşına rağmen geniş omuzlarıyla dinç bir gösterişi vardı. Ve şu anda sarhoştu. Aslında çoktan yatmaya gitmiş olması lazımdı ama cebinde bir şişe içkisi vardı. Henüz yatmadıkları belli olan yoldaşlarının kulübeye girer girmez votkasının başına üşüşeceklerinden korkuyordu. Hasta ve bitkin gözüken Tatar ise bir taraftan kendisini yırtık pırtık paçavralarla sarmaya çalışırken bir taraftan da geldiği Simbirsk köyünden bahsediyordu. Evini özlediği belliydi. Dediğine göre, güzel ve zeki karısını yalnız bırakarak buraya gelmek zorunda kalmıştı. Yirmi beşten fazla göstermiyordu. Hele ateşten yükselen alevler hasta, sapsarı, solgun yüzünü, kederli çehresini aydınlattıkça genç bir çocuğu andırıyordu.

“Şüphesiz burası bir cennet sayılmaz.” diye Nasihatçi söze başladı. “Zaten söylemeye de lüzum yok ya.

İnsan nehirden, dikenli otlardan, killi çamurdan başka bir şey görmüyor. Nereye baksan killi çamur... Paskalya geçeli ne kadar oluyor, hâlâ nehrin suyunda buzlar var... Ve bu yetmiyormuş gibi bir de bu sabah kar yağmaya başladı.”

Nehri, killi çamurlu çıplak araziyi yorgun gözleriyle baştan aşağıya şöyle bir tarayan Tatar, kederli kederli:

“Kötü! Kötü!” diye mırıldandı.

Birkaç metre ötede ise bulanık renkli, buzlu nehir azgın dalgalarla kil tutmuş sete çarpıyor, uğultulu bir ses çıkararak hızla akıyor, uzaktaki denize ulaşmak üzere etrafını yırtarcasına ilerliyordu. Nehrin hemen kenarında, mavnacıların Karbas dedikleri kocaman bir mavna ise korkunç bir hayalet gibi duruyordu. Ta karşıda, nehrin diğer kenarında ise birileri geçen yıldan kalmış kuru çalıları, otları yakıyordu. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla çıkan alevler, bir parlayıp bir sönerek gecenin karanlığında ışıklı şekiller çiziyordu. Fakat alevlerin ötesi ise zifiri bir karanlık içindeydi. Kalıp hâline gelmiş buz parçalarının dalgalar hâlinde durup durup mavnaya vurmasıyla çıkardığı sesi duymak mümkündü. Hava müthiş soğuk ve korkunç rutubetliydi...

Tatar başını kaldırıp göğe baktı: Gök aynı gök, yıldızlar aynı yıldızlar, karanlık aynı karanlık diye düşündü. Ama nedense köyündeki gökte yıldızlarda da, karanlıkta da bir başkalık varmış gibi geliyordu ona. Burada her şey farklıydı.

“Kötü! Kötü!” diye tekrar söylendi.

Nasihatçi gülerek;

“Alışırsın, sen de alışırsın.” diye karşılık verdi. “Sen daha çok gençsin, toysun. Dur bakalım ağzın daha süt kokuyor. Bu acemilik içinde zannediyorsunuz ki dünyada senden daha bahtsızı yok. Ama bir gün gelecek, hâline o kadar şükredeceksin ki; ‘Tanrı herkese de benimki gibi bir hayat ihsan etsin diye dua edeceksin, İşte karşında canlı misali var: Bana bak, benim hâlimi gör. Bir haftaya varmaz nehrin azgınlığı diner. Buzlar erir erimez mavnayı çalıştırmak mümkün olacak, işte o zaman her biriniz Sibirya’nın bir tarafına gideceksiniz. Fakat ben burada kalacağım. Bu kıyıdan karşı kıyıya adam taşı dur. Tam yirmi iki senedir bu işi yapıyorum. Dile kolay. Yirmi iki senedir, gece gündüz demeden git gel, git gel... Turna balıkları, som balıkları, alabalıklar nehrin dibinde; ben ise nehrin yüzünde, bir o yana bir bu yana işin yoksa git git gel... Fakat şikâyet ediyor muyum? Asla! Tanrı’dan bundan fazla bir şey istemiyoruz. Hâlime bin şükür. Tanrı herkese de benimki gibi bir hayat ihsan etsin.”
Tatar ateşe biraz daha çalı çırpı fırlattı. Ateşe biraz daha sokuldu ve:

“Babam hasta bir adam. Eğer ölürse annem ve karım buraya geleceklerine söz verdiler.” dedi.

“Anayı, karıyı ne yapacaksın?” diye Nasihatçi tersledi. “Seninkisi budalalıktan başka bir şey değil, arkadaşım. Şeytan dürtüyor seni! Lanet olsun gözüne! Sakın şeytanın sözüne kanma! Aman onun lafına kanayım deme! Hele bilhassa kulağına kadınlardan bahsederse nefretle lanet oku ona, ‘istemiyorum!’ diye tersle. Hiçbir şey istemiyorum! Ne ana, ne baba, ne karı, ne hürriyet, ne ev, ne sevgi! Hiçbir şey istemiyorum diye haykır. Tanrı hepsinin belasını versin. Lanet olsun topuna!”

Nasihatçi aceleyle bir yudum içki çekip devam etti:

“Bana bak kardeşim, ben senin bildiğin adi köylülerden değilim. Köle gibi çalıştırılanların sınıfından değilim. Sakın şu hâlime bakıp aldanma. Aslında ben bir papaz oğluyum. Buraya düşmeden evvel, yani hürken, Kursk’ta yaşardım. İyi elbiseler, redingotlar giyer, en âlâ yemekleri yerdim o zamanlar. Fakat şimdi o hâle geldim ki; toprağın üstünde çıplak yatarım, ot da yerim. Ama her şeye rağmen yine de Tanrı herkese de böyle bir hayat nasip etsin.’ diye dua ederim. Hayattan hiçbir şey istediğim yok. Hiç kimseden de korkum yok. Ve bana sorarsan da dünyada benden daha hür, daha zengin adam da yok derim. Rusya’dan buraya sürdükleri zaman, daha ilk günümde kendi kendime ant içmiştim. ‘Hiçbir şey istemeyeceğim.’ diye. Ve verdiğim sözden de asla çıkmadım. Fakat arada bir şeytanın dürtmediği olmadı değil ha! Ama her ne zaman o kulağıma karımdan, çocuklarımdan, hürriyetten fısıldadıysa ben inatla aynı şeyi tekrar ettim: ‘Hiçbir şey istemiyorum!’ Ve asla fikrimden caymadım. İşte bak, görüyorsun; mesut bir hayat sürüyorum. Ne şikâyet ediyorum ne de mızmızlanıyorum. Onun için kulağına küpe olsun: Her kim ki şeytanın sözünü dinler, ona uyar, mahvolduğunun resmi demektir. Artık onun için kurtuluş çaresi yoktur. Gırtlağına kadar bataklığa saplanır ve de onu kimse kurtaramaz.

Hem yalnız senin gibi cahil köylülerin değil; asil, tahsilli bir sürü insanın şeytanın sözüne uyup nasıl mahvolup gittiklerine gözlerimle şahit oldum. On beş sene kadar evveldi, buraya Rusya’dan asil bir beyefendi sürgüne geldi. Bir vasiyetnameyi mi ne tahrif etmiş, kardeşlerinin mirastan pay almalarına engel olmak istemiş. Halk arasında onun prens veya baron olduğunu söyleyenler bile vardı. Belki de sadece yüksek bir devlet memuruydu, kim bilir? Her neyse, buraya gelir gelmez kendisine bir ev ve Mukhortinskof da bir tarla satın aldı. ‘Artık bileğimin kuvvetiyle iş görmem lazım.’ diyordu. ‘Hayatımı alnımın teriyle kazanmam icap ediyor. Zira ben artık bir asil değil, bir sürgünüm...’ Ben de ‘Tanrı yardımcın olsun, böylesi daha iyi.’ demiştim. O zamanlar bu beyefendi genç bir delikanlı sayılırdı. Güçlü, kuvvetli, eline çabuk, dinamik, becerikli bir genç. Ekinini kendi eker, kendi biçer, balığa çıkar, durup dinlenmeden altmış milden fazla at sürerdi. Fakat bir tek kusuru vardı: Daha ilk gününden itibaren sık sık Gyrino’daki postaneye gitmeye başlamıştı. Ben onu mavnamla karşı kıyıya geçirirken konuşurduk. O içini çekerek: ‘Ah, Semyon, yine uzun zamandır evden para göndermediler.’ diye yakınırdı. Ben ise; ‘Parayı ne yapacaksın, Vasily Sergeich, parasız olmak daha iyi.’ diye nasihat ederdim, unut gitsin geçmişi, eskiye ait şeyleri sil gitsin kafandan. Geçmişi bir rüya olarak kabul et, yeni bir hayata başla.’ diye öğüt verirdim. ‘Sakın şeytana uyma!’ diye ihtar ederdim. ‘Sonun iyi olmaz. Şeytanı dinlemekle boynundaki ilmiği daraltmış olursun, başka bir şey değil. Şimdi para istiyorsun, bir müddet sonra hiç farkında olmadan başka bir şey istemeye başlayacaksın. Onu da elde ettin mi, bu sefer daha başka bir şey. Bir türlü gözün doymayacak. İsteyeceksin de isteyeceksin. Bir türlü sonu gelmeyecek.’ diye kulağını çekerdim. ‘Eğer hakikaten mesut olmak istiyorsan ilk yapacağın şey, hiçbir şey istememek olsun. Ve de eğer, felek sana kahpe bir oyun oynarsa da sakın ayaklarına kapanıp, merhamet dileneyim deme. Hiç lüzumu yok. Hiç faydası yok. Senin yapacağın en akıllı şey; vur feleğin kıçına tekmeyi ve onun hâline sen gül... Yoksa fırsat verirsen o sana gülecektir, seninle o alay edecektir.’ İşte hep bunları nasihat eder dururdum ona...”

Aradan iki sene geçmişti. Bir gün onu yine mavnamla karşı kıyıya geçiriyordum. Son derece sevinçliydi. Gülüp, neşeyle ellerini ovuştururken; “Gyrino’ya gidiyorum, karımı karşılamaya.” demişti. “Karım bana acımış, buraya benimle kalmaya geliyor. Ne iyi yürekli, ne iyi kadın yarabbi!” Zevkten nefes nefeseydi. Ertesi gün karısıyla beraber geldi. Karısı genç ve güzel bir hanımefendiydi. Başında şapka, kucağında küçük bir kız çocuğu vardı. Bir sürü de bavulu. Ve zavallı Vasily Sergeich kadının etrafında dört dönüyor, karısının yüzünü seyretmeye bir türlü doyamıyor, minnet dolu, sevgi dolu sözlerinin ardı arkası gelmiyordu. Ve bu arada bana dönmüş: “Evet Semyon kardeşim, Sibirya’da bile insanlar mesut olabilir!” demişti... “Görüşürüz!” demiştim ben kendi kendime. “Hele biraz geçsin, o zaman görüşürüz seninle. Böyle birdenbire sevinmek iyi değil.” Ve o günden itibaren, hemen hemen her hafta, bizim beyefendi Gyrino postanesine Rusya’dan para gelip gelmediğini öğrenmek için gitti, geldi. O kadın için ne kadar para harcadığını Tanrı bilir. Ona soracak olursan; “Karım böyle Sibirya gibi yerde, gençliğini, güzelliğini sırf benim yüzümden ziyan ediyor, sırf benim kötü talihimi benimle paylaşmak için fedakârlıkta bulunuyor. Ona her rahatlığı sağlamak, her eğlence vasıtasını bulmak benim boynumun borcudur.” diyordu. Karısını daha fazla mesut edebilmek, eğlendirebilmek için buradaki resmî memurlarla dostluklar kurdu, ayak takımından bir sürü serseriyle arkadaşlıklar peydah etti. Tabi bu kalabalığı eğlendirmek için de partiler... İçki, yemek, müzik!..

Ve bu kalabalığa gösteriş yapmak için de oturma odası için koskocaman bir piyano aldı, sedirin üstüne uzun tüylü bir süs köpeği oturtturdu; geberesice şey!.. Kısacası alabildiğine lüks bir hayat, sefahat. Ama bütün bunlara rağmen karısı fazla kalmadı. Nasıl kalabilirdi ki? Killi toprak ve nehirden başka bir manzara yok. Ne sebze bulunur ne meyve. Etraf cahil, terbiye görmemiş bir sürü ayyaş, serseri dolu. Bütün bunların arasında onun gibi bolluk içinde ferah bir hayat yaşamaya alışmış Moskovalı bir hanımefendi... Gayet tabi, kadıncağızın sonunda ne sabrı kaldı ne de tahammülü, iyice sıkılmıştı. Ve işin kötüsü kocası da artık asil bir beyefendi sayılmazdı; adi bir sürgün. Hani pek de şerefli bir durum değil.
Üç sene sonraydı. İyi hatırlıyorum. Meryem Ana Yortusunun arife günüydü. Yine her zamanki gibi nehrin karşısına geçecek yolcu bekliyordum. Bir ses işittim. Bir de dönüp baktım, kimi görsem beğenirsin; bizim hanımefendi, kürk mantosunu giymiş, tanınmamak maksadıyla da yüzünü gözünü iyice sarmış, sarmalamış. Yanında da genç bir beyefendi, bir devlet memuru. Ve bir troyka... Karşı kıyıya geçtikten sonra troykaya binip rüzgâr hızıyla toz olup gözden kaybolup gittiler. Onları en son görüşüm de o oldu. Sabaha doğru Vasily Sergeich pürtelaş mavnanın olduğu yere geldi. ‘Semyon, benim karım buradan yanında gözlüklü bir beyefendiyle geçti mi?’ diye sordu... ‘Evet, geçti.’ diye cevap verdim. ‘Rüzgârdan hızlı gitmen lazım yetişmen için!’ Kalbinden vurulmuş gibi dörtnala arkalarından gitti. Tam beş gün beş gece durup dinlenmeden arkalarından at koşturmuş, aramış, durmuş. En sonunda, tekrar karşı kıyıya geçirirken hâlini gördüm: Perişandı. Kafasını mavnanın kenarlarına vuruyor, köpek gibi uluyarak ağlıyordu. ‘Yaaa...’ dedim: ‘Gördün mü!’
Güldüm ve ona kendi sözlerini hatırlattım: ‘Sibirya’da bile insanlar mesut olabilir!’ Ve o kafasını daha hızlı vurmaya devam etti.

Aradan bir müddet geçti, bu sefer de ‘Hürriyet’ diye tutturdu. Sürgünden kaçıp kurtulmayı, Rusya’ya dönmeyi arzulamaya başladı. Sebebi de aşikârdı tabi: Karısı buradan kaçıp Rusya’ya gitmişti. Onu görebilmenin, âşığının elinden kurtarabilmenin tek yolu Rusya’ya gitmekti. Bunu başarabilmek için de her Tanrı’nın günü postaneye gidiyor, ilgililere dilekçeler gönderiyor, telgraflar çekiyor, suçunun affedilmesi için ricalarda bulunuyor, hatta buradaki yüksek memurları şahsen görerek Rusya’ya dönebilmek için yardım dileniyordu. Sırf bu iş için çektiği telgraflara iki yüz rubleden fazla para harcadığını kendi ağzıyla söylüyordu. Sonunda paralar suyunu çekince tarlasını satmak zorunda kaldı. Evini de bir Yahudi’ye rehine bırakıp borç para aldı. Bu sonu gelmez mücadelesine para dayanmadığı gibi can da dayanmamıştı. Saçları ağarmaya başlamış, kamburu çıkmıştı. Yüzü bir veremlinin yüzü gibi sapsarı kesilip incelmiş ve uzamıştı. Konuşurken kötü kötü öksürmeye başlamıştı. Hatta o kadar ki; bazen tutan öksürük nöbetleri, gözünden yaş getirecek kadar uzun sürüyordu. İki laf ancak söyleyebiliyor ve hemen arkasından başlıyordu: Köh köh köh... Fakat her şeye rağmen hürriyetine kavuşabilmek için tam sekiz sene dilekçeler yolladı, telgraflar çekti, sağa yalvardı, sola yalvardı, didindi durdu. Sonunda birden canlanıverdi, eski neşesine kavuştu: Hürriyetini mi elde etmişti? Yoook! Ama onun yerine yeni bir iptilaya yakalanmıştı: Kızı. Evet, kızı büyümüş, bayağı bir hanımefendi olmuştu. Artık Vasily Sergeich’in varı yoğu gözünün bebeği kızıydı. ‘Kızım’ diyordu, başka bir şey demiyordu. Ve doğrusunu da istersen kızı karakaşlı, kara gözlü, şirin yüzlü ve zeki bir hanımcıktı. Her pazar beraberce Gyrino’ya, kiliseye gitmeye başlamışlardı. Ben onları her seferinde mavnayla kıyıya geçirirdim. Ve bizim beyefendi kızıyla beraber yan yana ayakta dururken yüzünde son derece mesut bir ifade kızını seyreder ve bana dönerek de: ‘Evet, Semyon Sibirya’da bile hayat var. Sibirya’da bile insanlar mesut olabilir.’ der, kızını işaretle: ‘Bak, görüyorsun ne güzel, ne iyi bir kızım var! Böyle melek gibi bir kızı bin mil uzaklara gitsen yine bulamazsın...’ diye övünürdü. Ben ise ‘Kızınız çok iyi bir hanımefendi, bu çok doğru, şüphesiz...’ der ve kendi kendime şöyle düşünürdüm: Sen hele biraz sabret. Kız genç, kanı ateşli. Gezmek ister, görmek ister, yaşamak ister. Böyle lanet bir yerde genç bir kız için yaşanacak hayat mı var sanki? Ve arkadaşım düşündüğüm de çıktı. Kız gün geçtikçe sararıp solmaya, kararıp kurumaya başladı. O kadar zayıfladı ki; bir iğne bir iplik kaldı. Ve sonunda da hastalanıp yatağa düştü. Verem olmuştu.

İşte senin Sibirya’ndaki saadet bu kadar olur. Tanrı belasını versin! Ve işte Sibirya’da yaşayanların sonu!.. Fakat bizim beyefendi hâlâ yılmamıştı. Başladı eve doktor arkasına doktor getirmeye. Kızını göstermedik doktor kalmadı. İki veya üç yüz kilometre uzakta bir doktor -veya sahte bir tabip- adı duysun, atma atladığı gibi gidip buluyor, palas pandıras getirip kızını muayene ettiriyordu. Dünyanın parasını harcadı doktorlara. Bana sorarsan o paralarla içki alsaydı çok daha iyi ederdi... Çünkü kızın öleceği besbelli. Ne yapsa faydasız. Kimse kurtaramaz artık kızını. Ve göreceksiniz, nitekim de öyle olacak. Kızı sonunda ölecek. Ve işte o zaman bizim beyefendinin hâlini görmek isterim. O zaman ne yapacak? Asmaya teşebbüs edecek kendisini. O da olmadı mı, Rusya’ya kaçmayı deneyecek. Fakat ne olacak? Yakalayacaklar. Arkasından mahkeme, arkasından kürek cezası, kamçı, eziyet...”
Tatar soğuktan çeneleri titreyerek:

“İyi, iyi!” diye mırıldandı.

“Bunun neresi iyi?” diye sordu nasihatçi.

“Karısı ve kızı... Varsın kürek cezası yesin, varsın kamçı yesin, eziyet çeksin. Karısını gördü ya, kızını gördü ya, zararı yok... Sen diyorsun: Hiçbir şey isteme. Fakat hiçbir şey istememek -Kötü! Karısıyla üç sene yaşamış.- Tanrı’dan nasip o kadarmış. Fakat üç sene hiçten daha iyi. Hiçbir şey istememek; kötü. Nasıl bunu anlamıyorsun?”

Bir taraftan soğuktan tir tir titrerken bir taraftan da dura dura konuşan Tatar, hislerini, düşüncelerini ifade edebilecek Rusça kelimeleri bulabilmek için kendini zorlayıp duruyor, zira Rusçayı pekiyi bilmiyordu ve kekeleyerek konuşuyordu:

“Tanrı insanı yabancı bir memlekette hasta düşüp ölmekten, soğuk ve çamurlu toprağa gömülmeden korusun. Yoksa bir insanın, karısını bir gün, hatta bir saat görebilmek için kazanamayacağı işkence, dayanamayacağı eziyet olamaz. Ve öyle bir fırsat verdiği için de Tanrı’ya şükür eder. Bir günün mutluluğu hiçten daha iyidir.”

Hemen arkasından Tatar başladı köyünde bıraktığı güzel ve akıllı karısından bahsetmeye. Sonra başını iki elinin arasına alarak ağlamaya, Semyon’a suçsuz olduğunu anlatmaya. Günahsız olduğunu, işlemediği bir suç yüzünden haksız yere sürgün edildiğini yana yakıla izah etmeye. Aslında iki kardeşi ve amcası bir köylünün atlarını çalmışlar ve köylüyü de neredeyse öldürünceye kadar dövmüşler. Sonunda mahkeme üç kardeşi suçlu bulmuş ve üçünü de Sibirya’ya sürmüş. Zengin olan amcası ise yakasını kurtarmış.

Hikâyeyi umursamaz bir edayla dinleyen Semyon:

“Bütün bunları çok çabuk unutursun. Alışırsın!” dedi.

Tatar derin bir sessizliğe gömüldü. Yüzündeki korku ve şaşkınlık ifadesi, niçin burada, bu karanlık, soğuk, rutubetli diyarda olduğunu; Simbirsk’te köylüleri arasında olması gerekirken burada bu yabancı adamlar arasında ne işi olduğunu hâlâ anlayamadığını gösteriyordu. Nasihatçi ise ateşin yanma uzanmış, arada bir kendi kendine gülüyor, hafif bir sesle bir şarkı mırıldanıyordu.

“Demek karın babanla beraber kalıyor ha?” diye Nasihatçi bir müddet sonra lafı tekrar açtı. “Fakat genç bir kadının, hayatını ihtiyar bir hastaya bakmakla geçirmesi de pek mutlu bir hayat sayılamaz. Şüphesiz karın babanı seviyor ve acıyordun Karın da baban için bir teselli kaynağıdır. Bunlara hiç şüphe yok. Fakat bahse girerim ki baban sert, otoriter bir adamdır. Ve genç kadınlar da sertlikten pek hoşlanmazlar... Sevilmek, okşanmak, gülmek isterler biraz. Onların isteyeceği nasihat veya disiplin değildir. Tam aksine biraz ha ha ha, biraz ho ho ho ister canları. Giyinip kuşanmak, esanslar sürünmek, takıp takıştırmak, gezmek dolaşmak isterler! Evet... Ahhh! Hayat! Yaşamak...” diye Semyon derinden bir iç geçirdi, zorlukla ayağa kalktı ve:

“İçecek votka da kalmadı! Gidip kafayı vurup yatmalı. Ha? Gidiyorum oğlum, yatmaya gidiyorum.”

Koyun derisinden kaputlarını sırtlarına geçiren kürekçiler, kaba ve kalın sesleriyle küfürler savurarak nehrin kıyısına doğru yürüdüler. Hepsinin de soğuktan ilikleri titriyordu. Tatlı ve sıcak uykudan kalkıp nehirden esen kurşun gibi delici soğukla karşılaşmışlardı. Bu yüzden nehre korku ve nefret dolu nazarlarla bakıyorlardı. Tatar ve diğer üç kürekçi, karanlığın içinde yengeç kıskaçlarına benzeyen, uzun, geniş palalı kürekleri yüklendiler. Semyon mavnaya çıktı, karnıyla mavnanın dümen tahtasına yaslanıp durdu. Öte yanda ise aynı ses hâlâ kayıkçılara sesleniyordu. İki tabanca sesi duyuldu. Herhâlde yolcu, hâlâ kayıkçılar uyanmamış zannediyordu. Yahut da kasabanın meyhanesinde sabahladıklarını tahmin ederek telaşa düşmüştü.

“İşittik, işittik. Aceleye lüzum yok.” diye söylendi nasihatçi. Sesinde, dünyada acele etmeye değer hiçbir şey olmadığına inanmışlığın ifadesi vardı. Ona göre iş olacağına varırdı. Telaş etmek anlamsızdı.

Ağır, hantal mavna yavaş yavaş kıyıdan uzaklaştı. Geçtiği yerlerde su yüzüne çıkmış sazlıkları ikiye bölüyor ve ancak bu yüzden hareket hâlinde olduğu anlaşılıyordu. Kürekçiler yavaş fakat aynı tempoda kürekleri çekiyor; Nasihatçi vücudu yarı çember çizecek şekilde dümen tahtasının üstüne abanmış, bir bu yana, bir o yana çekerek mavnaya yön veriyordu. Gecenin karanlığında onların bu hâli bazı zamanlar gördüğümüz kâbuslu rüyaları andırıyordu. Tarihten önce yaşamış, dev vücutlu, elleri, kolları uzun bir deniz canavarının üzerine oturmuşlar da soğuk ve korkunç bir adaya yollanıyorlar gibi görünüyorlardı.
Sazlıkların arasından kurtulup açığa çıktılar. Akıntının yardımıyla şimdi daha hızlı gidiyorlardı. Küreklerin aynı anda kalkıp aynı anda suya inmesiyle çıkardığı şap şup sesleri karşı kıyıdan duyuluyordu. Nehrin karşı tarafındaki ses tekrar haykırdı:

“Daha hızlı! Daha hızlı!”

Aradan on dakika kadar geçti ve mavna bütün ağırlığıyla küt diye kıyıya vurdu.
Nasihatçi bir taraftan yüzünde birikmiş karları silerken bir taraftan da söylendi:
“Hiç durmadan yağ Tanrı, yağ! Bu kadar kar nereden geliyor, bir tek Tanrı bilir!”
Zayıf yapılı, kısa boylu, ihtiyar bir adam kıyıda durmuş bekliyordu. Yakası kürklü bir palto giymiş, başına da koyun derisinden yapılmış bir şapka geçirmişti. Bir kenara çekilmiş atlı arabanın hemen önünde kımıldamadan duruyordu. Sanki bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi son derece düşünceli görünüyor, fakat zayıflamış hafızasının kendisine hiç de yardımcı olmadığı gergin yüzünden anlaşılıyordu. Semyon, dudağında tebessüm ona doğru yaklaşıp başından şapkasını çıkararak selam verince adam konuştu:

“Acele Anastasyevka’ya gitmem lazım. Kızımın hâli yine fenalaştı. Anastasyevka’ya yeni bir doktorun gelmiş olduğunu duydum.”

Hep beraber atlı arabayı mavnaya bindirdiler ve karşı kıyıya geçmek üzere küreklere asıldılar. Semyon’un Vasily Sergeich diye hitap ettiği adam yolculuk boyunca çıt çıkarmadan ayakta dikilip durmuştu. İnce dudaklı ağzını sıkı sıkıya kapamış, gözlerini sabit bir noktaya dikmiş kalmıştı. Arabacı, efendisinin yanında sigara içebilmek için kendisinden izin istemiş, fakat o sanki hiç işitmemiş gibi cevap dahi vermemişti. Semyon, dümenin üstünde iki büklüm olmuş, alaylı bir tebessümle ona doğru bakarak sırıttı ve:

“Sibirya’da bile insanlar yaşayabilir. Yaşayabilir!” dedi.

Nasihatçinin yüzünde, tahmini doğru çıkmış, iddia ettiği şeyi ispat etmiş insanların muzaffer ifadesi vardı. Kürk paltonun içindeki adamın mutsuzluğu, yüzündeki ıstırap ona büyük bir sevinç veriyordu.

Atlı arabayı kıyıya çıkardıktan sonra Semyon:

“Yollar müthiş çamurlu, Vasily Sergeich. Bu havada araba sürmek imkânsız.” dedi. “Yollar kuruyun-caya kadar, bir iki hafta beklesen çok iyi edersin...” diye akıl verdi. “Bana kalırsa hiç gitmesen daha iyi olur ya... Sen daha iyi bilirsin... Gece gündüz bir sürü adam gidip geldiği için yolların vaziyetini biliyorum. Gerçek bu.”

Vasily Sergeich hiç cevap vermeden Semyon’un eline bahşişi bıraktı, arabasına atladı ve çekti gitti.

“Görüyorsunuz ya, işte bizim beyefendi yine doktor peşinde.” diye arkasından söylendi Semyon. “Böyle bir yerde doğru dürüst bir doktor bulmak demek rüzgârla yarış etmek gibi çılgınca bir şey veya şeytanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi delice bir şey. Fakat bizim beyefendinin aklına girmez ki! Tanrı belasını versin! Şeytan çarpsın bu çeşit kafadan kontakları! Ve böyle söylediğim için de Tanrı günahlarımı affetsin.”

Tatar, yüzünde nefret dolu bir ifade, gözlerinde kinci bakışlar Nasihatçi’ye doğru yürüdü, öfkesinden Tatarca kelimelerle, yarım yamalak bildiği Rusça kelimeleri karıştırarak başladı haykırırcasına konuşmaya:

“O iyi bir adam, iyi. Ve sen... kötü! Sen çok kötü! Beyefendinin iyi ruhu var, çok iyi. Ve sen hayvanın birisin! Sen kötüsün! Beyefendi canlı ve sen ölü. Tanrı insanlar yaşasınlar diye, hem neşeli, hem elemli, hem kederli olsunlar diye yarattı. Fakat sen hiçbir şey istemiyorsun. Çünkü sen yaşamıyorsun. Taştan farkın yok senin! Killi çamursun sen! Taş da bir şey istemez; sen de bir şey istemiyorsun! Sen taşsın. Taş! Tanrı seni sevmez, ama beyefendiyi Tanrı sever!”

Hepsi birden ona gülmeye başladılar. Tatar hepsine kaşları çatılmış, nefret dolu bakışlarla baktı; çaresizlik içinde ellerini salladı; soğuktan titremekte olan vücudunu yırtık pırtık olmuş paltosuyla sarmaya çalışarak ateşin olduğu yere doğru ilerledi. Sem-yon ve diğer kürekçiler de kulübenin yolunu tuttular.

Kürekçilerden biri, üzeri samanla örtülmüş rutubetli yere uzanırken kaba sesiyle konuştu:
“Çok soğuk.”

“Evet, ılık diyen de yok zaten... Zor bir hayat buradaki.” diye diğerlerinden biri karşılık verdi.
Hepsi de yere uzandı. Şiddetli bir rüzgâr gelip kulübenin kapısını açtı. Yağan karlar kulübenin içine birikmeye başladı. Fakat kalkıp da kapıyı kapatmak hiçbirisinin içinden gelmiyordu. Soğuk onları iyice uyuşturmuştu.

“Ben hâlimden memnunum!” dedi Semyon uykuya dalarken: “Tanrı herkese de böyle bir hayat nasip etsin.”

“Biz senin ne çetin ceviz olduğunu biliyoruz. Şeytanın ta kendisisin sen! Seni şeytan bile almaya tenezzül etmez.”

Dışarıdan acı bir ses geliyordu. Adeta bir köpek uluyor gibiydi.

“O ses de ne? Kim var dışarıda?”

“Tatar ağlıyor.”

“Amma da uğursuza çattık ha!”

“Alışır. O da alışır.” diye cevap verdi Semyon ve uykuya daldı.

Kısa bir müddet sonra hepsi de derin uykuya dalmıştı. Kapı öyle açık kalmıştı.

 

İLGİLİ İÇERİK

BAHİS - ANTON ÇEHOV

MEMURUN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

ÜNLEM İŞARETİ - ANTON ÇEHOV

ISTIRAP-ANTON ÇEHOV

BUKALEMUN -ANTON ÇEHOV

ÖDLEK -ANTON ÇEHOV

BİR KATİBİN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

MAHKUM SAVCI - ANTON ÇEHOV

İHTİYAR KURT - ANTON ÇEHOV

ESKİ EV - ANTON ÇEHOV

KÖTÜ KADER - ANTON ÇEHOV

VANKA - ANTON ÇEHOV

İTİRAF - ANTON ÇEHOV

SON EKLENENLER

Üye Girişi