SÛFİ ŞAİRLER
Osmanlı saray çevresinde biçimlenen şiir anlayışının yanı sıra XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da çok önemli temsilciler yetiştiren dinî-mistik şiir de çeşitlenerek gelişmiştir. Anadolu coğrafyasında değişik dinî-mistik tecrübelerin bir arada yaşadığı, birbirlerinden etkilendiği ve zaman zaman siyasi otoriteye eklemlenerek, bazen de siyasallaşarak otoriteyi tehdit etmek suretiyle egemenlik sağladığı çok renkli bir tasavvuf ortamı vardır (Köprülü 1966:157- 317; Ocak 1996). Yönetici zümrenin, siyasal bir tehdit oluşturmamak kaydıyla, sufi muhitleriyle kurdukları karmaşık ilişkiler, kültür ve sanatın gelişmesinde etkili olmuştur. Sufi çevrelerin değişen iktidar şartlarına ayak uydurma konusundaki esneklikleri, yerel idarecilerin iktidarlarını sufi ve sanatkâr zümrelerin desteğiyle takviye etme arzularıyla örtüşünce heterodoks zümrelerin değişik adlar altında faaliyet göstermeleri kolaylaşmıştır.
Böyle bir ortamda doğal olarak sufi ve derviş şairler mistik düşünce ve tecrübelerini hitap ettikleri kitlenin anlayacağı bir dille anlatmaya yönelmişlerdir. Dolayısıyla saray ve çevresinde Fars edebiyatındaki örnekleri doğrultusunda biçimlenen şiir dilinin yanı sıra tekke-tarikat muhitlerinde aynı mecaz ve istiare sistemini kullanmakla birlikte daha yalın, geniş kitleler tarafından anlaşılabilir bir dil gelişmiştir. Bu sembolik dil, Selçuklulardan beri Anadolu’da faaliyetlerini sürdüren sufilerin yanı sıra Osmanlı kültür muhitleriyle sürekli iletişim içindeki diğer tekke ve tasavvuf erbabının dolaylı katkılarıyla çok katmanlı bir yapıya bürünmüştür.
Klasik Dönem Osmanlı şiirinde dinî-mistik düşüncenin kurumsallaşmış yapıları olan Bayramilik, Hurufilik, Nakşibendîlik,-Halvetilik ile bunların çeşitli kolları yaygınlık kazanmıştır (Öngören 2000). Bayramiliğin ve Hacı Bayram Veli’nin Fatih’in hocası Akşemsettin’den başlayarak pek çok sufinin yetişmesinde doğrudan veya dolaylı etkisi vardır. Hacı Bayram Veli’nin de Somuncu Baba aracılığıyla Safevi Tekkesi ile ilişkisinin olduğu bilinmektedir. Şöyle ki Somuncu Baba olarak bilinen Hamid-i Aksarayi, Erdebil Tekkesi’nin şeyhlerinden Hoca Ali’ye (Ö.1427) intisap etmiştir (Erünsal 1995: 304). Somuncu Baba ile tasavvuf edebiyatının 15. yüzyılda yetişen en önemli temsilcilerinden olan Ümmi Kemal’in (Ö.1475) ilişkileri bilinmektedir.
Fatih döneminin en önemli sufi şairlerinden Eşrefoğlu Rumi (Ö.1469) de tasavvuf yoluna girdiğinde Emir Sultan tarafından ilkin Hacı Bayram’a gönderilmiştir. Onun yanında on bir yıl kaldıktan sonra Hama’ya gitmiş, orada Abdülkadir Geylani’nin torunlarından Hüseyin Hamavî’den hilafet alarak İznik’e dönmüştür. Eşrefoğlu, Bayramiliği ve Kadiriliği bağdaştırarak geliştirdiği Eşrefiliği, memleketi Bursa ve İznik çevresinde yaymıştır. Özellikle Yunus Emre ile Âşık Paşa’nın etkilerinde kalarak yazdığı şiirleri, tekke-tasavvuf muhitlerinde sevilerek okunmuştur. Bu, Eşrefoğlu Divaninin ve onun tasavvufi görüşlerini içeren Müzekki’n-Nüfus adlı eserinin yazma ve matbu nüshalarının fazlalığından da anlaşılmaktadır.
Türk tasavvuf şiirini etkileyen dinî-mistik tecrübelerden biri de Hurufilik’tir. 15. yüzyılın başlarından itibaren İran’dan kovulan Hurufilik, Anadolu’ya girme fırsatını bulunca kendisine en emin sığmak olarak Kalenderi zümrelerini seçmiştir. Bektaşi ve Kalenderi zümreleri arasında kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam bulan Hurufiler, Fatih Sultan Mehmet zamanında saraya kadar sızmışlar, ancak bu girişimleri Mahmut Paşa’nın ve Molla Fenari’nin gayretleriyle engellenebilmiştir (Ocak 1992: 154). Alman bütün önlemlere karşın Fazlullâh Esterabâdî’nin görüşleri, Nesimi aracığıyla çok geniş bir alanda yayılmıştır. Nesimi’nin de mürşidi gibi feci şekilde öldürülmesi ve bu olayın batini zümreler arasında Hz. Hüseyin, Hallâc ve Fazlullâh ile süreklilik kazanan mazlum şehit imajıyla örtüşmesi Hurufi şairlerin eserlerinde Nesimi imajını o denli ön plana çıkarmıştır ki ilhamına güç veren Fazlullâh onun gölgesinde kalmıştır. Seyyit Nesimi, üstün şairlik kabiliyetiyle Anadolu ve Rumeli’de yetişen pek çok şairi etkileyerek güçlü bir Hurufi edebiyatının serpilip gelişmesinde etkili olmuştur (Melikof 1994:183-198). Hurufilik, Anadolu ve Rumeli’de yayılışı sırasında Bayrami Melamilerini, Kalenderileri, Bektaşiliği ve bazı Halvetiye çevrelerini, hatta Kızılbaşlığı çok derinden etkilemiştir (Ocak 1998: 135). Hatta Mevleviliğin de zaman içerisinde Hurufilikle karşılıklı etkileşim içine girdiği bilinmektedir (Gölpınarlı 1983: 310-317).
Nakşibendiliğin Anadolu ve Rumeli’de yayılması ise Abdullah İlahî (Ö.1491) ve Emir Buhari (1443-1516) sayesinde olmuştur. Molla İlahî, Nakşibendî geleneğinin vahdet-i vücutçu yorumcusu Molla Câmî’den (Ö.1492) esinlenmiştir (Algar 1991: 1-20; Kara 1998: 365-392). Molla Câmî’nin eserlerini Türkçeye çevirdiği için Câmî-i Rum diye anılan Lamii Çelebi (ö. 1532) genç yaşta Nakşî şeyhi Emir Buhari’ye bağlanarak ondan hilafet almıştır (Kurnaz-Tatçı 1999:10-11).
Halvetiliğe gelince, özellikle klasik dönem Osmanlı tasavvuf hayatım ve sanatını anlamak için mutlaka üzerinde durulması gereken bir tarikattır. Halvetilik de Seyyid Yahya Şirvani’nin (Ö.1464) müridi Dede Ömer Ruşeni aracılığıyla yaygınlık kazanmıştır. Özellikle onun şiirinin ve mistik tecrübesinin en önemli mirasçısı İbrahim Gülşeni (ö. 1584), Halvetiliğin Gülşeniyye kolunu kararak Azeri, Anadolu ve Rumeli sahasında pek çok şairi etkilemiştir. İbrahim Gülşeni, Anadolu ve Rumeli’de takipçilerini yetiştirmiş ve şiirleri bestelenerek tekkelerde asırlarca okunmuştur (Ergün 1942-1948; Kara 1999: 8-11). Başta Vardar Yeniceli Usuli olmak üzere Rumelili şairleri derinden etkilemiştir.
Edebiyata yansıyan boyutlarıyla kısaca değinilen Osmanlı tasavvuf edebiyatının gelişiminde Şebusterî, Mevlana, Attâr ve Muhyiddîn Arabî’nin görüşleri etkili olmuştur. Şebusterî’nin Gülşen-i Râz adlı eserine yazılan şerhler, Mesnevi ve Mantıku’t-Tayr'ın ilhamla yazılan tasavvufi metinler ve pek çok ilmi tartışmaya zemin hazırlayan Füsûs, bu coğrafyadaki tasavvuf edebiyatını vahdet-i vücut anlayışı doğrultusunda biçimlendirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı düşüncesinin, bilhassa şiirinin vahdet-i vücutçu bir karakter taşıdığı söylenebilir. Fakat Osmanlı tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücut felsefesi farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bunlardan ilki Nakşibendilik geleneği içerisindeki sufilerin yorumudur. Bu yorumun en önemli temsilcisi Molla İlahî’dir. İkinci olarak vahdet-i vücudun felsefi bir nitelik taşıyan panteist yorumudur. Şeyh Bedrettin örneğinde gördüğümüz bu yorum bilhassa Bayramiyye Melamiliği ve Halvetiye tarikatı içindeki zümrelerin itibar ettikleri bir anlayıştır. Bu anlayışta ön plana çıkan kutb telakkisinin Hurufi etkilerle yakından bağlantılı olduğu bilinmektedir. Üçüncü olarak ehl-i sünnet çerçevesine sadık bir yorumdur. Bu yorumun en dikkate değer temsilcilerinden biri, Celvetiliğin kurucusu Aziz Mahmut Hüdayi’dir. Hüdayi (ö.1623), zahidane bir tasavvuf anlayışının taraftarı olarak vahdet-i vücudu olabildiğince şeriat çerçevesinde yorumlamaya çalışmıştır (Ocak 1998: 130-131).
KÜLTÜR BAKANLIĞI TÜRK EDEBİYATI TARİHİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
YUNUS EMRE TÜM ŞİİRLERİ
TASAVVUF HALK ŞİİRİ
YUNUS EMRE İLAHİ İNCELEMESİ