Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Dinî-tasavvufî muhteva taşıyan bestelenmiş şiirlerin genel adı.

Türk edebiyatında nazım türleri belir­ginleşmeden önce dinî muhteva taşıyan her türlü şiire ilâhi denirken daha sonra tasavvufî temaları işleyen ve Türk din mûsikisinin makam ve usulleriyle beste­lenerek dinî toplantılarda okunan şiirle­re ilâhi adı verilmiştir. Bu şiir türü ve dinî mûsiki formu hakkındaki bilgiler oldukça dağınık ve karışıktır.

Dolaylı da olsa ko­nuyla ilgili ilk ciddi araştırmaları yapan M. Fuad Köprülü ve Reşit Rahmeti Arat en eski Türk şiiri örneklerinin ilâhiler ol­duğunu söylemişlerse de hakkında fazla bilgi vermemişlerdir. Bir edebiyat terimi olarak ilâhiyi "mutasavvıf şairler tarafın­dan yazılan, dinî ve ilâhî fikirleri ihtiva eden şiirler" diye tanımlayan Tâhirülmevlevî tevhid. münâcât, na't ve istigâseyi de bu tür şiirler grubu içinde ele almış­tır. Arapçada ise ilâhi "en-neşîdetü'd-dîniyye, el-egâni'd-dîniyye, el-mevâlîd" gi­bi adlarla anılır (Mecdî Vehbe- Kâmil Mü­hendis, s. 56).

Özellikle şiirde tür ve şekillerin müsta­kil isim ve vasıflar kazanmasından önce ilâhi kelimesiyle hemen her türlü dinî şiir kastedilmiş: tevhid, na't, münâcât. dev­riye gibi türlerle kaside, gazel, tuyuğ. rubâî, kıta vb. nazım şekilleri Türk klasik edebiyatının aslî unsurları haline gelince kelimenin anlamı daralıp, besteli dinî şiir formu olarak daha özel bir tür halinde mûsikiyle özdeşleşmiştir. Dinî muhtevalı manzum ve yarı manzum sözler mûsiki­nin etkileyici gücü ve bunları icra eden kişilerin müzisyen hüviyetleriyle dinî me­rasimlerde daha tesirli olmuş, böylece ilâ­hi kavramı mûsikiden ayrı düşünülme­miştir.

Eskiçağ'lardaki pek çok milletin gele­neğinde olduğu gibi Türkler'de de şairler sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinaslık. he­kimlik, din adamlığı vb. vasıfları şahsiyet­lerinde toplamış, halkın büyük değer ver­diği kişilerdi. Şaman, kam, baksı veya ozan adlarını taşıyan bu kişiler, çok eski devirlerden beri Oğuz boylarının şölenle­rinde, av törenlerinde ve matem âyinleri olan yuğlarda çok defa kendi yazdıkları manzum-yarı manzum sözleri mûsiki eş­liğinde okuyarak ilâhilerin ilk örneklerini ortaya koymuşlardır (Köprülü, Edebiyat Araştırmaları I, s. 72-102). İslâm öncesi örnek­lerden üç Mani ve yedi Burkan manzume­sinin ilâhi şeklinde olması (a.g.e., s. 213-242) Türkler arasında bu türün kökle­rinin çok eskilere kadar uzandığını gös­terir.

İlâhi kelimesinin İslâmî Türk edebiya­tında bir türün adı olarak ne zamandan beri kullanıldığı bilinmemektedir. Türk­lerin Müslüman olmasından sonra telif edilmiş elde mevcut ilk eserler olan Kutadgu Bilig, Dîvânülugati't-Türk ve Atebetü'l-hakâyık'ta ilâhi kelimesi geç­mez. Ahmed Yesevî'nin Dîvân-ı Hikmet'inde de kelime bu manasıyla yer al­maz. Yesevî tarzında şiir yazan Hakîm Ata. Süleyman Ata gibi şairler tarafın­dan ilâhi içerikli manzumelerin "hikmet" adıyla kaleme alınmış olması, kelimenin izlerini daha sonraki devirlerde Anadolu'­da aramak lâzım geldiğini gösterir. Yû­nus Emre de şiirlerinde ilâhi kelimesini bir edebî tür anlamında kullanmadığı gibi divanının en eski yazmalarında şiir­lerin başlığı olarak bu kelimeye rastlan­maz (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3889). Ancak Yûnus'un bir lakabının "gûyende" olduğuna veya Yûnus-ı Gûyende adında bir başka Yûnus'un mevcut bu­lunduğuna dair menkıbevî malûmat, bu sıfatın ona şairliğinden veya şiirlerini mû­sikiyle yani ilâhi tarzında söylemesinden dolayı verilmiş olması ihtimalini düşün­dürmektedir. Öte yandan Fuad Köprülü, mutasavvıf şairlerin XIII. yüzyıldan baş­layarak kendilerini diğer şairlerden ayır­mak ve ilham kaynaklarının kutsî ve ilâhi mahiyetini göstermek için "âşık" unvanı­nı kullandıklarını, özellikle tekke şairleri­nin kendi manzumelerine şiir demeyerek "ilâhi, nutuk, nefes" adını verdikleri­ni kaydeder (Edebiyat Araştırmaları I, s. 186).

Anadolu'da önemli bir teşkilâtlanma­ya sahip zümreler arasında Babaîler ile onları takiben ortaya çıkan Râfizî grupla­rın ve anîlerin toplantılarında teganni ve raks ederken okudukları şiirlerden bazı­larının ilâhi adıyla anılabilecek dinî man­zumeler olması mümkündür. XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Ana­dolu'da yaygın olduğu bilinen Rifâiyye ta­rikatının zikir meclislerinde okunan man­zumelerin ilâhi olduğunu tahmin etmek 9üç değilse de bunlara ilâhi denildiğini tesbit mümkün olmamaktadır. Yine aynı dönemlerde Anadolu'da Türkçe dinî şiirler söyleyen ilk mutasavvıf şairlerden kabul edilen Şeyyad Hamza'nın lakabı olan "şeyyad" kelimesinin, yüksek sesle man­zumeler okuyup dinleyenleri coşturan kimselere verilen bir lakap olduğu anla­şılmıştır (İA, XI. 493-497).

Türkçede ilâhi kelimesinin bir edebiyat ve mûsiki terimi olarak kullanıldığı me­tinler XVII. yüzyıldan geriye gitmemek­tedir. Daha önceki devirlerde Anadolu'da ilâhi yerine "savt" ve "savt okumak" ta­birinin kullanılmış olması kuvvetle muh­temeldir. Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî'nin annesinin çamaşır yıkarken savt okudu­ğuna dair meşhur rivayet bunu teyit eder (Ergun, I. 15). Bugünkü tesbitlere göre ilâhi kelimesi, "bestelenmiş dinî-tasavvufî şiir" anlamıyla ilk olarak Evliya Çelebi'nin eserinde geçmektedir: "Bu tai­feler hoş avaz ile sefere müteallik ilâhi okurlar. Bazıları da 'Allahümme yâ hâdî âsân eyle yolumuz' ilâhisini kıraat ede­rek Alay Köşkü dibinden ubûr ederler" (Seyahatname, I, 525). XVIII. yüzyıl şair­lerinden Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye'sinde dilencilerden bahsederken kelimeyi, "İşiten Yûnus ilâhisi sanır / Bu edasın gö­ren âdem usanır" beytinde zikretmekte­dir. Bu örnekler, kelimenin XVII. yüzyıl or­talarından başlayarak bu mânada kulla­nıldığını göstermektedir. Bu yüzyılın ikin­ci yarısından itibaren tertiplenmiş mûsiki mecmualarında da (Ergun, 1, 6) artık ke­limenin yaygın biçimde yer aldığı görül­mektedir.

İlâhiyi halk edebiyatına bağlı bir nazım şekli olarak inceleyenler olduğu gibi tekke veya tasavvuf şiirine ait bir nazım biçimi kabul edenler de vardır. İlâhilerde 7. 8, 11, 14 ve 16'lı kalıpların kullanıldığı ve genellikle 7 (4 + 3), 8 (4 + 4) hecelilerin dörtlük: 11 (6 + 5,4 + 4 + 3), 14 (7+7) ve 16 (8 + 8) hecelilerin de beyitler halinde yazıldığı görülmektedir. Dörtlüklerin kafıyelenişi koşma, beyit birimiyle yazılan­ların kafiyeleşişi ise gazel tarzındadır. He­ce vezniyle yahut halk ve âşık edebiyatı nazım şekillerinde ilâhilerin kaleme alın­ması. Alevî ve Bektaşî şairlerince son za­manlara kadar sürdürülmüştür.

XV. yüzyıldan itibaren ilâhi içerikli şiir­lerin aruz vezniyle de yazıldığı ve bunun ileriki asırlarda gittikçe rağbet bulduğu anlaşılmaktadır. Bunda, bestekârların manzumeleri ekseriyetle divan şiirinden seçmelerinin tesiri olduğu gibi ilerleyen asırlarda mutasavvıf şairlerin daha çok aruzu kullanmaya ve klasik şiirin nazım türleriyle eser vermeye başlamasının da etkisi vardır. Sözleri bestekârlarına ait eserlerde ise bestekârların klasik şiir kül­türünü almış olduğu hemen hissedilmek­tedir. Bu arada özellikle musammat ga­zelin musammat koşma ile benzerlikler taşıması da bu geçişi sağlayan bir özellik olarak görülür. Bunu, türün en güzel ör­neklerini ortaya koyan Yûnus Emre'nin bazı şiirlerinde görmek mümkündür. Di­van şiirinde en çok gazellerin ilâhi olarak bestelendiği bilinmektedir. Fakat az da olsa musammat çeşitlerinden murabba ve muhammes ile kıta, tuyuğ, rubâî gibi nazım şekilleriyle yazılmış ilâhi içerikli manzumeler de mevcuttur.

İlâhilerin çoğu yalın anlatımı olan basit şiirlerdir. Büyük pirlerden ekserisinin şair olmadığı halde ilâhi türü şiirler söylemiş olması, bu manzumelerin birer sanat şi­irinden çok duyuş şiiri olmasına yol aç­mış ve onlara didaktik özellikler kazan­dırmıştır. Zaman içerisinde ilâhi konula­rında farklılıklar görülmeye ve daha geniş bir tasavvuf düşüncesi yer almaya başla­mıştır.

Dinî mûsiki terimi olarak ilâhi, din dışı Türk mûsikisindeki şarkı formu gibi ga­zel, koşma, rubâî, murabba, muhammes, müseddes vb. nazım şekilleriyle yazılmış güftelerin yine şarkı şemasına az çok benzer formdaki bestelerinin adıdır. An­cak ilâhilerde güftenin konusu kadar bes­tenin makam ve usulünde de dinî-tasav­vufî duyguyu yansıtanlar tercih edilmiş­tir. Kural olarak hemen her makamda ilâhi bestelenebilirse de fazla tiz seslerde dolaşmayan ağır makamların çoğunluk­ta olduğu dikkati çeker. Güfte mecmua­ları ve bazı repertuvarlar incelendiğinde ilâhilerin daha çok acem, acem-aşiran, bayatı, bestenigâr, dügâh, eviç, hicaz, hü­seynî, hüzzam, ırak, mahur, neva, rast, sabâ, segah, uşşak, tâhir makamlarında bestelendiği görülür. İlâhi bestelerinde küçük usullerin yanında büyük usuller de kullanılmıştır. En çok kullanılan usuller sofyan, düyek, evfer. devr-i hindî, mu­hammes, çenber, evsat, devr-i kebîr, berefşan ve hafiftir.

İlâhiler, genellikle okundukları yere gö­re cami ve tekke ilâhileri diye ikiye ayrıl­makla beraber bunların dışında değişik zaman ve mekânlarda okundukları da bi­linmektedir. Meselâ güftesi Yûnus Em­re'ye ait olan. "Ey enbiyâlar serveri / Ey evliyalar rehberi / Ey ins ü can peygam­beri / Ehlen ve sehlen merhaba" mısralarıyla başlayan Zekâi Dede'nin uşşak ilâ­hisi, üç aylara mahsus olmakla birlikte mevlid ayında dergâhlarda yapılan kıyam ve devran zikirlerinde, güfte ve bestesi itibariyle tevşîh formunda bulunduğun­dan tevşîhli mevlidlerin başlangıcında mi'rac bahrinden sonra, özellikle de mer­haba bahrine girmeden önce okunurdu. Bu ilâhi ayrıca ramazan ayında, "Yâ mer­haba dost merhaba / Mâh-ı mübarek merhaba" veya. "Yâ elveda dost elveda / Şehr-i ramazan elveda" nakaratı ilâvesiy­le teravih namazının ilk dört rek'atından sonra veya namazlardan sonra minare­den verilen temcîdlerde de okunurdu. Birden fazla kişi tarafından okunduğu için cumhur ilâhisi diye adlandırılan eser­ler ise tekke ve camilerde okunmaktaydı.

Meydan ilâhileri de denilen tekke ilâhi­leri zikrin çeşitli yerlerinde okunuşuna gö­re ayrı isimlerle anılmıştır. Zikrin ayakta devamı esnasında okunanlara kıyam ilâ­hileri, oturarak zikredildiğinde okunan­lara kuûd ilâhileri, dönerek yapılan zikir esnasında okunanlara devran ilâhileri denmiştir. Ayrıca zikrin usulünü belirle­meye yarayan ilâhilere de usul veya zikir ilâhileri adı verilmiştir. Yûnus Emre'nin, "Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah" mısraıyla başlayan ilâhisi Halvetîler'ce pek meşhur olan usul ilâhilerindendir. Ha­life olmaya hak kazanan dervişin başına tarikat tacı tekbir ve dualarla giydirilirken Yûnus Emre'nin, "Dervişlik baştadır tacda değildir" mısraıyla başlayan sabâ, segah ve nikriz makamlarında bestelen­miş ilâhisi zâkirler tarafından okunurdu. Bu törenlerde okunan eserlere hilâfet ce­miyeti ilâhileri denilirdi.

Eskiden özellikle tekkelerde ve camiler­de aylara göre seçilmiş ilâhiler okunurdu. Muharrem ayında Kerbelâ Vak'ası'na, özellikle de Hz. Hüseyin'in şehâdetine, Ehl-i beyt sevgisine dair okunan ilâhiler muharrem ilâhileri veya kısaca "muharremiyye" adıyla anılırdı. Mevlid ayları de­nilen rebîülevvel ve rebîülâhir aylarında yapılan mevlid merasimlerinde mevlid tevşîhleri ve na'tlar yanında güftelerinde Resûl-i Ekrem'e ait unsurların bulundu­ğu ilâhiler okunurdu. Halk arasında bü­yük ve küçük tövbe adlarıyla anılan cemâziyelevvel ve cemâziyelâhir ayları töv­be ve istiğfar zamanı olarak kabul edildi­ğinden güftelerinde bu konulara yer ve­rilen ilâhileri okumak tercih edilmişti. İçinde regaib ve mi'rac kandillerinin bu­lunduğu receb ve şaban aylarında bu ay­lara ait ilâhiler okunurdu. Ramazan ayın­da camilerde kılınan teravih namazlarının her dört rekâtından sonra okunmaya mahsus eserler ramazan ilâhileri adıyla anılmıştır. Ramazanın ilk iki haftasında okunan ilâhilerin güfteleri. "Merhaba yâ şehr-i ramazan" mısraıyla başlar veya bu mısra nakarat halinde tekrar edilirdi.

Uğurlama geceleri denilen son iki hafta­da okunmaya mahsus olan ilâhilerde ise ramazanın sona ermesinden doğan hü­zün terennüm edilir, "Elveda yâ şehr-i ra­mazan / Elveda ey mâh-ı mübarek" gibi mısra ve nakaratlara yer verilirdi. Şevval, zilkade ve zilhicce aylarında hac farizası­nın kutsiyeti ve mukaddes yerlerin özle­mini terennüm eden ilâhiler okunurdu. Tarikat mensupları ile meşâyihin cena­zeleri, cenaze ilâhisi adı verilen ve güfte­lerinde dünyanın geçiciliğini, ölümü, âhiret hayatını konu edinen ilâhiler okunarak kaldırılırdı. Güfteleri Yûnus Emre'ye ait olan, "Ömür bahçesinin gülü solmadan" mısraı ile başlayan rast ilâhi ile. "Bir tah­ta yaratmışsın / Hâlim onda yazmışsın" beytiyle başlayan neva-uşşak ilâhi bu tür eserlerdendir.

Okuma çağına gelen çocukların mek­tebe gidecekleri ilk gün gerek evde ge­rekse âmin alayı denilen bir törenle ev­den mektebe kadar ilâhiler okuyarak götürülüşü esnasında okunmaya mahsus ilâhiler mektep ilâhisi diye anılmıştır. Yû­nus Emre'nin, "Allah emrin tutalım / Rah­metine batalım" beytiyle başlayan ilâhisiyle, "Yâ ilâhî başlayalım ism-i bismillah ile" mısraıyla başlayan besmele ilâhisi bunlara örnektir. Hafızlık törenlerinde güftesinde Kur'an'dan, Kur'an öğrenme­nin ve hafızlığın faziletinden bahseden ilâhiler okunurdu. Güftesi Yûnus Emre'­ye, bestesi Zekâi Dede'ye ait olan, "Ne bahtlı ol kişi ki okuduğu Kur'an ola" mıs­raıyla başlayan hüzzam ilâhi bunlardan biridir. Düğün gecesi damadın camiden eve getirilmesi sırasında tertip edilen ni­kâh alaylarında okunan eserler de damat veya nikâh ilâhileri adıyla anılmıştır. Dü­ğün öncesinde yapılan kına merasimle­rinde de kına ilâhisi olarak adlandırılan ilâhiler okunurdu. Annenin çocuk sahibi olmakla Cenâb-ı Hakk'a şükrünü, çocu­ğunu korumasını ve çocuğu hakkındaki duygularını ifade eden ilâhilere ninni ilâ­hileri denir. Bunların başında ve sonunda "hû hû hû Allah, lâ ilahe illallah" gibi na­karatların yanında tekbir, tevhid, hamd, salâtü selâm ve besmelenin tekrarlan­ması ilâhilerin nakarat bölümlerini hatır­latmaktadır. Güftesi itibariyle Türkçe-Arapça, Türkçe-Farsça veya üç dilde bir­den yazılmış ilâhiler de bulunmaktadır.

İlâhi okumakla görevli kişilere genel olarak "ilâhici" adı verilir. Başta cami ve tekkeler olmak üzere medrese ve mek­tepler gibi çeşitli vakıf müesseselerinde dinî muhtevalı her türlü metni bestesi ve usulüyle okuyan imam, müezzin, na't­han, âyinhan, salâhan, tesbihhan. muarrif, muhammediyehan, zâkir ve zâkirbaşılar da birer ilâhici olarak kabul edilebilir.

İlâhileri genellikle makamlarına göre bir araya getiren "mecmûa-i ilâhiyyât" türü eserler taranarak tesbit edilen ilâhi formlarının başlıcaları şunlardır:

1. Tev­hid. Allah'ın varlığı, birliği, esma ve sıfa­tı ile bunların çeşitli tecellilerini anlatan dinî manzumelere tevhid ilâhisi denir. Hem cami hem tekkelerde okunan bu ilâ­hiler tekkelerde kelime-i tevhîd ve ism-i celâl zikri esnasında zâkirler tarafından nakarat kısımlarında "Allah, yâ Allah, hû Allah, illallah, lâ ilahe illallah" gibi ibare­lerle okunur. Güftesi Yûnus Emre'ye ait, "Taştı rahmet deryası / Gark oldu cümle âsî" beytiyle başlayan "illallah" nakaratlı hûzî makamında ilâhi bunlardandır.

2. Münâcât. Allah'a yalvarmak. O'ndan af ve mağfiret dilemek için yazılmış, cami ve tekkelerde besteyle okunan ilâhiler­dir. Sözleri Yûnus Emre'ye ait, "A sultâ­nım sen var iken (aman yâ hû) / Yâ ben kime yalvarayım" beytiyle başlayan man­zume değişik makamlarda bestelenmiş bir münâcât örneğidir.

3. Na't. Hz. Mu­hammedi övmek, yüceltmek, özelliklerin­den bahsetmek, şefaatini dilemek gibi maksatlarla yazılmış na'tlar camilerde namazdan önce na'than, tekkelerde ise zâkir ve zâkirbaşılar tarafından zikrin ba­şında veya aralarında bestesiyle yahut nisbeten serbest bir yorumla okunurdu. "Âftâb-ı subh-i mâ evhâ habîb-i kibriyâ / Mâhtâb-ı şâm-ı ev ednâ habîb-i kibriyâ" beytiyle başlayan Nazîm'in meşhur na'tı birçok sanatkâr tarafından bestelenmiştir.

4. Tevşîh. Mevlid ve mi'râciyye bahir­leri arasında cumhur tarafından okunan. Hz. Peygamber'i konu almış ilâhilerdir. Güftesi Dede Ömer Rûşenî'ye ait, "Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün güne­şi" mısraıyla başlayan, otuza yakın beste­kârın bestelediği eser bunlardandır.

5. Mersiye. Ölen bir kimsenin meziyet ve özelliklerini ifade eden ve dar anlamda. Kerbelâ Vak'ası ile burada Ehl-i beyt'in başına gelen üzücü olayları ve Hz. Hüse­yin'in şehâdetini konu alan mersiyeler tekkelerde düzenlenen zikir meclislerin­de mersiyehanlar tarafından, bestesiyle veya irticâli olarak okunurdu. Sözleri Yû­nus Emre'ye izafe edilen. "Şehidlerin serçeşmesi enbiyânın bağrı başı / Evliyanın gözü yaşı Hasan ile Hüseyin'dir" matla'lı manzume bu türün en sevilen örnekle­rindendir.

6. Durak. Tekkelerde yapılan zikir törenlerinin bir nevi dinlenme zama­nı sayılabilecek aralarında okunmak üzere bestelenmiş, irticâlî denebilecek bir ser­bestlikte olan ilâhilerin adıdır. Allah'ın yü­celiği, kudreti, azameti gibi konuları işle­yen durakların terennüm kısımları bu­lunmaz. Bunun yerine cümle aralarında uygun yerlere "hak dost, dost, âh, hû, yâ hak" gibi lafzî terennümler yerleştirilir.

7.Savt. Tekkelerde zikir esnasında oku­nan, vahdet telkin eden güftelerden der­lenmiş yeknesak ve kısa birkaç cümlelik ilâhilerdir. Güftesi Yûnus Emre'ye ait olan. "Şûrîde vü şeydâ kılan yârin cemâli­dir beni / Âlemlere rüsvâ kılan yârin ce­mâlidir beni" beytiyle başlayan çargâh beste Gülşenî savtı tarzına bir örnektir.

8. Nefes. Güfteleri çoğunlukla Bektaşî tarikatına mensup şairler tarafından ya­zılmış ilâhilerin genel adıdır. Umumiyetle âşık şiirinin özelliklerine sahip olan bu manzumeler, besteleri itibariyle saz şa­irlerinin veya onları taklit edenlerin, halk türkü ve şarkılarının üslûbunda, coşkulu, rindâne bir hava taşıyan eserlerdir.

9.  Şuğul. Türk bestekârları tarafından Türk mûsikisi makam ve usulleriyle bestelen­miş Arapça güfteli ilâhiler için kullanılan bir terimdir. Büyük kısmı güfteleri itiba­riyle pek sade ve basit eserler olan şu-ğuller özellikle Kâdirî, Rifâî. Sa'dî. Bedevi ve Şâzelî tekkelerindeki zikirler esnasın­da okunurdu. Hatîb Zâkir? Hasan Efen-di'nin, "Şefîu'l-halkı fi'l-mahşer/ Muham­med sâhibü'I-minber" beytiyle başlayan pençgâh bestesi çok tanınmış şuğul ör­neklerinden biridir.

10. Kaside. Türk, Arap ve Fars şiirinde bir nazım şeklinin ve methiyenin adı olan kaside, mûsiki te­rimi olarak dinî şiirlerin cami ve tekke­lerle bunların dışında düzenlenen dinî toplantılarda, okuyanın ses genişliği, mû­siki bilgisi ve kabiliyetine dayanarak irti­calen yaptığı seslendirmedir.

Türk din mûsikisinde ilâhilerin dışında kalmakla beraber bazı özellikleriyle ilâhi tanımı çerçevesine girebilecek mahiyet­te ve sözlerinin çoğu Arapça olan metin­ler şunlardır:

a) Tekbir. Buhûrizâde Mus­tafa Itrî Efendi tarafından segah maka­mında bestelenmiş olup yaygın lafzı "Al­lahüekber Allahüekber. lâ ilahe illallahü va'llahü ekber. Allahüekber ve li'llâhi'l-hamd"dir.

b) Salât (Salâ). Hz. Peygamber'e hürmet gayesiyle bilhassa tarikat büyükleri ve ulemâ tarafından çeşitli şe­killerde tertiplenmiş, namaz gibi dinin en temel ibadetleri yanında, başta cami ve tekkeler olmak üzere çeşitli yerlerde yapılan törenlerde bazan bir kişi, bazan topluca okunan bestelenmiş övgü ve dua cümlelerinin hepsini içine alan bir terim­dir. Özellikle Osmanlı kültüründe okun­dukları yer ve zamana göre bayram (cu­ma) salası, sabah (sabâ) salası, cenaze sa­lası, salât-ı ümmiyye, salât-ı kemâliyye, salât-ı münciye gibi adlarla anılmıştır,

c) Temcîd. Üç aylarda recebin ilk gecesin­den başlayarak ramazanın teravih kılınan son gecesine kadar, bazı uygulamalarda yatsı namazından çıkıldıktan, bilhassa ra­mazanda sahurdan sonra birkaç müez­zin tarafından minarede topluca okunan, çoğu Arapça dua ve yakarışları ifade eden bir cami mûsikisi türüdür. Temcîdler şe­kil olarak Allah'a dua, sena ve tazim ile kelime-i tevhîd, Resûlullah'a salâtü se­lâm, ekseriyetle Türkçe manzum bir mü­nâcât ve aralarda okunan bazı kısa âyet­lerden meydana gelmiştir,

d) Teşbih. Ge­rek Kur'ân-ı Kerîm'de mevcut olan veya Hz. Peygamber'in öğrettiği hemen hepsi "sübhânallah" lafzıyla başlayan teşbih cümlelerinin, gerekse mutasavvıflarla ulemânın tertip ettiği, yine başında bu ibarenin yer aldığı mensur, manzum, yarı manzum, pek azının nâzımı ve tertiple­yicisi belli, çoğu Arapça güftelerin ilâhi formunda bestelenmiş şeklidir. Ayrıca cemaatle kılınan farz namazlarda selâm verildikten sonra müezzinler tarafından ses mûsikisine dayalı olarak yürütülen, teşbih çekme ile duayı da içine alan ve kısaca "tesbîhât" adı verilen dinî mera­sim de bu çerçevede ele alınmalıdır. As­lında besteli olmayan, takip edilen ma­kam seyri, icra tarzı ve tavır yönüyle ta­mamen müezzinlerin mûsiki bilgisi ve kabiliyetine dayalı bu geleneksel icraata Mehmet Suphi Ezgi "mahfel sürmesi" adını vermiştir.

Mevlevî ve Bektaşî tarikatı dışında ka­lan ve özellikle cehri zikir yapan Halvetîlik, Kadirîlik, Rifâîlik, Sa'dîlik gibi belli baş­lı tarikatlarla bunların şubeleri olan kol­larda yapılan âyine "zikir" denilmektedir. Belli bir bestesi ve bestekârı bulunma­makla beraber ritim, nağme ve bazı iba­relerin güfte olarak tekrarına dayalı, be­lirli bir tavır içinde gelişerek kalıplaşmış bu form, icrası sırasında bulunulan du­rum, okunuş ritmi ve okunuş şekillerine göre "kıyam tevhidi, kıyam ism-i celâli, kuûd kelime-i tevhîdi, murabba tevhid, kalbî ism-i hû, kalbî ism-i hay, perdeli ism-i celâl, düz kelime-i tevhîd, ağır ism-i celâl, perde kaldırmak" gibi çeşitli adlar almıştır.

Okundukları yerler, edebî şekilleri, muh­tevaları ve müzikal yapıları bakımından ilâhi diye bilinen eserlerle büyük ölçüde aynı özelliklere sahip olan, Türk din mû­sikisinin büyük hacimli eserleri de bir anlamda ilâhi olarak değerlendirilebilir. Mevlevî tarikatının toplu zikri olan semâ törenlerinde mutrip heyeti tarafından okunup çalınmak üzere bestelenen mev­levî âyinleri, Süleyman Çelebi'nin Mevlid adıyla bilinen Vesîletü'n-necât'ı, Kutbünnâyî Şeyh Osman Dede'nin mesnevi tarzında yazıp bestelediği Mi'raciyye'si, daha çok Hz. Peygamber'in anne ve ba­basının özelliklerini konu alan, günümüz­de icrası kalmadığından okuma tarzı, şek­li ve bestesi hakkında bilgi bulunmayan regâibiyye, Yazıcıoğlu Mehmed'in Muhammediyye'si bunlar arasında zikredi­lebilir.

 

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi. Seyahatname, I, 525; Hayrullah Tâceddin [Yalım]. Ramazân-ı Şerife Mahsus Mecmûa-i llâhiyyât, İstanbul 1326;Tâhirülmevlevî. Tedrisâtı Edebiyyeden Nazım ve Eşkâl-i Nazım, İstanbul 1329, s. 55-58; a.mlf.. Edebi­yat Lügati (nşr. Kemal Edib Kürkçüoğlu), İstan­bul 1973, s. 62; Türk Musikisi Klasiklerinden İlâhiler (İstanbul Konservatuvarı neşriyatı), İs­tanbul 1933, 11-111; Ali Nihad Tarlan. Divan Ede­biyatında Tevhidler, İstanbul 1936, III, 4-7; Sadeddin Nüzhet Ergun. Türk Musikisi Antoloji­si, İstanbul 1942-43, I, 6-19, 265; II, 404, 407-408, 610; Subhi Ezgi. Türk Musikisi Klasiklerin­den Temcid-Na't-Salât-Durak, İstanbul 1945, s. 14-16, 25-28; a.mlf.. Nazari-Ameli Türk Mu­sikisi, İstanbul, ts., III, 16-20, 54, 56-59, 60, 66-67, 72, 76-80; Köprülü. Edebiyat Araştırma­ları I, s. 54, 72-102, 114-115, 186, 208, 213-242; a.mlf.. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıf­lar, Ankara 1984, s. 119, 295; Vasfi Mahir Kocatürk. Tekke Şiiri Antolojisi, Ankara 1968, s. 3-6; Mecdî Vehbe - Kâmil Mühendis. Mu'cemü'l-muştalahâti'l-'Arabiyye fi'l-luğa ve'l-edeb, Beyrut 1979, s. 56; Şengel. İlâhîler, I, 91-92, 98-99, 137, 149-150; II, 31, 45-46, 101-102, 129, 158-159, 169, 179, 198; III, 52, 154; IV, 14-15, 18, 64-65; Ali Birinci. "Mahalle Mektebine Başlama Merasimi ve Mekteb İlâhileri". //. Mil­letlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ankara 1982, s. 41-54; Âmil Çelebioğlu. Türk Ninnileri Hazinesi, İstanbul 1982, s. 20-21, 33-34, 44-46; Nuri Özcan. XVIII. Asırda Osmanlı­larda Dîni Mûsikî (doktora tezi, 1982). MÜ İlahi­yat Fak., I, 41-46; Rıza Tevfık'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri (haz. Abdullah Uçman), Ankara 1982, s. 291-317; Cem Dilcin. Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 343-346; Töre. Ilâhiler.V, 55, 70-73, 168, 180-181; VI, 52-53; VII, 74, 82-83; VIII, 67, 130-131, 148-151; IX, 46-47, 86-87, 98-99, 132, 160, 196, 220; Reşid Rahmeti Arat. Eski Türk Şiiri, Ankara 1986, s. 5-13, 30-59; İskender Pala. An­siklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, I, 488-489; Abdülbâki Gölpınarlı. Alevî - Bektaşî Nefesleri, İstanbul 1992, s. 58-62; Şinasi Tekin. "İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı", Türk Dün­yası El Kitabı, Ankara 1992, III, 33, 38-40; Ah­met Hatipoğlu. Besteleriyle Yunus Emre İlâhî­leri, Ankara 1993, s. 230; Recep Tutal. Türk Din Mûsikisinde Na't, Teşbih ve Temcidler

MUSTAFA UZUN, İslam Ans. TDV,  22

SON EKLENENLER

Üye Girişi