Râviyân-ı ahbâr ve nâkilân-ı âsâr şöyle hikâyet ederler ki: O iller bizim iller, orada söylenen diller bizim dillerken İran başka İran, devran başka devranmış...
Şehirlerden Isfahan şehrinde Koca Han derler bir han varmış; dağa, taşa hükmü yürür; kurda kuşa sözü geçermiş; devletli mi dedin devletli, mürüvvetli mi dedin mürüvvetli... Vasfı halîyazıp defter etmeğe gelmez ya, ille adaleti, ille adaleti dillere destanmış: Cem kim, Cemşid kim! Harun Reşid bile gelir, adaleti ondan öğrenirmiş! ... Allah ona devlet üstüne devlet vermiş, dünyalık üstüne dünyalık vermiş ama gelgelelim yerini, yurdunu tutacak bir evlat vermemiş; bu yüzden yaşı, başı ilerledikçe gamı, kasaveti de artıyor, düşündükçe düşünüyor, kurdukça kuruyormuş!
(Koca Han'ın, Hıristiyan bir hazinedarı vardır. Hikâyede "Keşiş" adıyla geçen bu hazinedar ile karısı İriskin'in de çocukları olmamaktadır. Koca Han, Keşiş'in tavsiyesiyle sıkıntısını gidermek için dillere destan bir bahçe yaptım. Dua eder. Bir gün bahçeye bir bahçıvan gelir. "Kırklardan olan bu bahçıvan, sultanın hanımına bir elma, bir de armut fidanı verir ve kaybolur. Yedi yıl geçer ama fidanlar meyve vermez. Sultan Hanım bir gün dua eder. Rüyasında o ermiş kişi müjde verir. Uyandığında elma ağacının meyve verdiğini görür.)
Anladılar ki o bahçıvan, bahçıvan değil; şu fidan, fidan değil; bu elma, elma değil; Allah'ın bir hikmeti! Sultan eğildi, secdeye vardı; İriskin doğruldu, haç çıkardı. Sultan, Keşiş karısına dönüp:
"İriskin" dedi, "Ben rüyasını gördüm. Bu elma boş değil, Allah muradımızı verecek; imdi, gel seninle ahd ü peymân edelim; benim bir oğlum, senin de bir kızın olursa, oğluma verir misin?"
İriskin de:
"A sultanım" dedi, "Zaten babası kapınıza kul, anası yolunuza köle; varsın o da oğlunuza kurban olsun; hele Allah o günleri göstersin de..."
Bu niyetle Sultan kudret elmasını ortasından kesip yarısını ona verdi; yarısını da kendisi yedi.
Gayrı sözü uzatıp da ne biz günaha girelim ne şu cemaatin başını ağrıtalım... Aradan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçti. Sultanın nur topu gibi bir oğlu dünyaya geldi; İriskin'in de nar tanesi gibi bir kızı... Oğlanın kulağına "Ahmet Mirza" diye okudular; kızın adını da İsa Gülü koydular.
(Keşiş, kızının yıldız falına bakar; ölüm ve ayrılık görünce "Zaten dinimiz ayn, kitabımız ayrı" diye sözünden cayar ve sultana kızın öldüğünü söyler. Yıllar geçer, Mirza büyür, okula gider. Zeki olan Mirza'ya ders arkadaşı olarak Sofu isimli bir arkadaş verilir. İkisi kısa zamanda kardeş gibi olur. Ceylan avına çıktıkları bir gün Mirza Han, bir pınar başında uyuyakalır.)
Yorgun argın, dünyasından geçti, öyle bir âleme göçtü ki rüya âlemi mi desem, mana âlemi mi desem, ne desem! Ak saçlı bir pir yamacına dikilip ey itti:
"Be hey gafil! Şu ceylan kuzusundan ne aldın da veremiyorsun? Bu dünyada daha ne ahular var! Uyan gaflet uykusundan, uyan da bir bak!" deyince, Mirza Han rüyadan rüyaya geçip sözde uyandı, baktı ki ahu gözlü bir peri! Hele o saçlar, topuklara kadar; o gözler üzüm gibi; boyu mu dedin, serviye benziyor, dallar içinde; huyu mu dedin, kokuya benziyor, güller içinde...
"Nasıl söyleyeyim bilmem ki oğul, yaratan sizi bir dalda yarattı amma, kör şeytan getirip aranıza bir karaçalı dikti; imdi siz kavuşmak istedikçe, bu çalı sizi ayıracak, o ayırdıkça siz kavuşmak isteyeceksiniz; artık sonu nereye varacak bir Allah bilir. Hele iç şunu, pir dolusu, aşk badesi derler buna!" deyip bir dolu sundu. Mirza gafil, pirin sunduğu doluyu bir içti, aklı başından gitti.
(Mirza, şahiniyle ava çıktığı bir gün, bıldırcın avlayan şahin bir bahçeye girer. Mirza bu bahçede, rüyasında âşık olduğu Aslı'yı görür.)
Gül kız titredi ve dedi:
"Ey başımın bahtı, gönlümün tahtı, dünya gözüyle bu kadar olsun birbirimizi gördük ya, gayrı kerem eyle... Kaderimizde varsa bir gün olur, allı pullu günlere erişiriz."
Mirza gafil, bir rüyadan ayılır gibi olup:
"A gül yüzlüm, gül benizlim; kerem edecek ne var bunda? A cevahir sözlüm, bu ayrılık bana ölümden beter... Bari ben "Kerem" olayım, sen de "Aslı". Kerem senin ağzından çıktı. Bu ad bana bergüzarın olsun. Sen de bir hayalin aslısın, bu da benden sana yadigâr olsun... Ben de bakarken sana "Aslı" diye bakarım; bir gün gelir, yolunda kül olur gidersem şu bastığın toprak ben olayım." deyince Aslı'nın gözlerinden Ceyhun misali kan revan olup ağız açmaya mecali kalmadı. Bereket versin dut ağacı, tuttu dallarından bir dal verdi ona, o da dal gerdanında yayılan top zülüflerden üç tel çekti de başladı saz ü niyaza. İmdi, Aslı ne söyledi? Kerem ne dinledi? Biz ne diyelim, cemaatimiz ne anlasın!
Aldı Aslı:
Ne gezersin melul melul bu yerde
Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Düşürürsün beni onulmaz derde
Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Kısmet etsin beni sana Yaradan
Kaldırsın engeli, yâdı aradan
Ben yeni ayırdım akı karadan
Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Doyamadım şeker ezen dilinden
Yolunda çekinmem asla ölümden
Çok sarılma gayri ince belimden
Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Ağa Kerem, Paşa Kerem, Han Kerem
Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem
Aslı sana kurban olsun can Kerem
Aman Kerem beni rüsva eyleme.
(Hesna Bacı, Kerem ile Aslı'yı buluşturur. Ancak Kayseri Bey'i ve adamları Kerem'i yakalarlar. Kayseri Bey'i, Kerem'in babasının eski hizmetkârlarından biridir. Kerem'i hemen tanıyıp, ondan özür diler. Keşiş'in gözünü korkutup Aslı'yı vermeye ikna eder. Düğün yapılır. Ancak Keşiş, Aslı'nın elbisesine büyü yapmıştır. Geceden sabaha kadar elbisenin düğmelerini çözdükçe düğmeler tekrar iliklenir. Kerem ah çeker. Ağzından çıkan yeşil bir alevle yanıp kül olur.)
Ama neye derler ki her ateş söner, yürekteki ateş sönmez diye. Meğer bu sönmeyen ateşten bir kıvılcım kalmış küller içinde. Tel tel tutuştu saçlarında ve gül Aslı, gerçek alevden bir dal oldu; döne döne yandı, yana yana döndü kıbleye doğru. Ve külleri karıştı Kerem'in külüne...
Derleyen: Eflâtun Cem GÜNEY
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: