Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

KRİŞNA SIRRI - MİRZA HACIYEV

Hintlilerin tanrı hisab ettikleri Krişna kimmiş?


Hintlilerin dini tasavvürünce her şeyin sahibi, Yaratıcısı trimurti denen üçlüktür. Vişnu-Brahma-Şiva üçlüyü. Bu üçlüyün içinde esas Vişnudur. Baş tanrı. Brahma, Şiva ve de diğer ne ki tanrılar-tanrıçalar var, hepsi Vişnunun tecellileri, yardımçılarıdır. Tanrılar Vişnunun tecellisi olarak Yer yüzünde insan gibi yaşamışlar, yemişler-içmişler, evlenmişler. Karıları-evlatları olmuş, anneleri-babaları-amcaları-dayıları-teyzeoğulları-torunları-falanları olmuş. Bizlerden birileri gibi ömürlerini sürmüşler ve ecel saati gelince de bizlerden birileri gibi ölmüşler. Ruhları cennete düşünce guya Vişnu onların heresine ayrı-ayrı tanrılık mertebeleri, görevleri vermiştir. Tabii ki, öldükten sonra cennette kimin kime ne dediyi,hankı görevi verdiyi meselesi Hint tahayyülünün aşıb taşan fantezisidir, en azı buna göre ki, biz dünya insanları ölmeyince o dünyada neler konuşultuğunu asla ve asla bilemeyiz. O karmaşık ve saçmasapan efsaneleri dizib koşanıar da bizlerden birileri olduğu için onların ne zamansa kendi aralarında yaşayarak günün birinde ölmüş haman o “tecelli-insanları” sonradan tanrı seviyyesine yüceltmelerine, sadece olarak, aşırı sevgiden doğan bir hastalık gibi bakabiliriz. Krişna o tecelli-avatarlardan birisi, daha doğrusu, sekizincisidir ve öldükten sonra Vişnu ona da guya tanrılık makamı vermiştir. O da ecel saatine kadar insanlardan birisi olarak insanlar arasında yaşamış, sevinende sevinmiş, gülen de gülmüş, kederlenen de kederlenmiş, ağlayan da ağlamış, acdığı zaman yemek yemiş, su isterken su içmiştir. Yani anatomik-fizyolojik bakımdan dünya insanlarından, Âdem evlatlarından hiçbir farkı olmamıştır. İnsanlardan bir tek, hem de esas farkı buymuş ki, göklerle alakası varıymış, göklerden aldığı sözleri insanlara iletirmiş. Biz tekallahlılar bu tür insanlara nebi, rasul, peyğamber diyoruz. Ama Hintlilerin tasavvüründe peyğamber diye bir şey yok. Bu tür göklerle alakası olanlara tecelli, avatar diyorlar. Ve göklerle alakaları olduğu için de bu tür insanlar öldükten sonra onların tanrı mertebesine yükselmelerine inanarak heykellerine put gibi tapınırlar.


Krişna’nın heykelinin diger Hint putlarından esas farkı onun mutlaka koyu-mavi, nadir hallerde ise siyah renkte olmasıdır. Neden mi? Cevab çok sadedir; onu bir zamanlar sağlığındaca görmüş kadim Hintliler evlatlarına, torunlarına Krişnanın derisinin siyaha yakın, Habeşlerin rengi gibi koyu-mavi renkte olduğunu bildirmişler. Ve bin yıllarca bu hakikat nesillerden nesillere ötürülerek günümüze kadar gelib çıkmıştır.”Krişna” sözünün Hint dilinde, yani Sanskritçede manası da “siyah”,” kara” demektir. Ama bu sözün tam açılımı böyledir mi? Şüpheye esas veren bu ki, ”Krişna” siyah demekmişse, o halde neden heykeli siyah değil de, koyu-mavi renge boyanıyormuş? Mavi renge kırmızı renk katmakla siyaha yakın renk almak mümkün ama ne kadar o katışığı koyulaştırmağa çalışsan da tam siyah renk almak mümkün değil. Siyah siyahtır yani.


“Kelimenin tam açılımı” derken neyi kastettiyimi bir örnekle anlatayım.”Prometeus” sözü Yunancada “öngören, ileriyi haber veren” anlamındadır. Ama hayır. Yunanca o kelimedeki sadece “mete” “öngören, ileriyi haber veren” demektir. Yani peyğamber. O halde “pro” ne demek oluyor? Tabii ki ilk olarak akıla gelen bu oluyor ki, eğer “mete” peyğamber anlamındaysa,o halde “pro” sözünde de onun hankı peyğamber olduğu bildirilmeli. ”Prometeus, Zeus efsaneleri yunanların mı?” adlı yazımda esaslı izahlarla göstermişim ki, “prometeus” sözü “Avraammete”, ”İbrahimmete” sözlerinin yunanca tahrif olmuş formasıdır. ”İbrahim mete”, yani İbrahim peyğamber.


Eski çağlardan tarihe mühürlenmiş meşhur insan, hayvan ve de coğrafi yer adlarının çoğunun temelinde Türk sözlerinin olması adamı, hakikaten de, hayrete getiriyor. Mesela, ilahinin kudretinden hazret İsa’ya benzetilmiş İudanın Yeruselim’de çarmıha çekildiyi tepenin adının tam Türkçe olması kimsenin aklına gelmiyor. O tepeliye bu günece de “Qolqofa” diyorlar. Guya İbraniceymiş, manası da “ot bitmeyen dazlak yer” demekmiş. Kardeşim, neden İbraniceymiş? Dazlak “kel kafa”ya derler Türkçede. Yani “Qolqofa” diye acaib hale saldığınız söz bu günün Türkçesinde de “Kel Kafa” demek olmuyor mu? Veya Makedoniyalı İskender’in atının adı Boakefalis imiş. Rusçada çok daha acaib hale gelmiş; ”Butsefal” derler Ruslar. Yunancadan tercümede “inekbaşlı” demekmiş. İskender Mısırda baş kâhinle ikilikte konuştuktan sonra kendisine “Yupiterin oğlu” ünvanını almıştı. Yupiter de ekin-biçin, mahsuldarlık tanrısı hisab edildiyinden ve ekin-biçinin remzi de öküz olduğundan kendi başına çift boynuzlu demir debilqe düzelttirmişdi. Atının başında da böyle debilqe varıydı. Tabii ki savaş meydanlarında olduğunda. ”İskender’in boynuzu var, boynuzu” masalı da buradan kaynaklanmış, atına da buna göre “inekbaşlı” demişler. Ama “Boakefalis” hakikaten de, inekbaşlı anlamında mı? Ve bu söz yunanca mı? Kesinlikle hayır. Hankı kahraman kendisine kızğın erkek atları bırakıb da dişi at götürür ki, atını boğaya değil de, ineye benzetsinler? Ve “boakefalis” sözünün içinde de “boa” kelimesi varken neden bu kelime tam Türkçe olarak “boğakafalı” değil de, Türkçe olduğu anlaşılmasın diye “inekbaşlı” diye tercüme olunmalıdır?


Hint halkının tarihi miladdan önceki üçüncü binyıldan öteye gitmiyor. O binyılın başlarında batı taraftan bir çok kabileler gelib Hindistan yarımadasındaki Sind nehri civarında meskunlaşmışlar. Bunlar İbrahim peyğamber zamanında Ürdün-Filistin civarından kaçan yevreylerdi. Sind nehri civarlarına kendileriyle İbrahim peyğamber ve karısı Sara hakkındakı bildiklerini, duyduklarını da getirmişlerdi tabii ki. Zamanca artıb çoğalarak yarımadanın içerilerine yayılmışlar ve İbrahim-Sara hakikatını tahayyüllerince tahrif ederek o iki tarihi adamı hayallerinde Brahma-Sarasvati adlı tanrılara dönüştürmüş ve heykellerini yaparak onlara putlar gibi tapınmışlar. Brahma göklerle insanlar arasında alaka kuran, göklerin sözünü insanlara yetiren bir tanrıymış. Yani artık İbrahim’i bir peyğamber değil de, Vişnunun dünyadakı tecellisi gibi kabüllenmeye başlamışlardı. Yani yevreylerin Sind nehri civarına yerleşmelerinden ta ari ırktan olan tayfaların yarımadaya doluşmasına kadarkı bin yıl içinde artık onların tasavvürlerinde Vişnu-Brahma-Şiva üçlüyünden oluşan trimurti (üçlük) denen induizm inancı formalaşmışdı. İnsanın iyisine, kahramanın merhametlisine “er” dediyi için “ari” adlanan,o binyılların en savaşçı ve kültürlü insanları olan Türkler Nuh tufanından geçen dört bin yıl içinde Asya’da o kadar çoğalmışlardı ki, hayvanlarına yeni otluk yerler aramak umutuyla zaman-zaman Avrupa’ya akın ediyorlardı. Genellikce hayvandarllıkla meşğul oldukları için kuraklık geçen yıllarda Türk milleti içine sanki velvele düşüyordu. Otlukların az olduğu yerlerle işleri olmazdı, hayvanları aclıktan kırılacaktı güneşin yaktığı çimensiz sehralarda. O yüzden öyle otbitmez yerlerde, yani Ürdün-Filistin-Arabistan gibi yerlerde genellikce Araplar ve yevreyler yaşamağa mahkûm idiler. Asya’nın doğusundan ta Avrupa’nın batısına kadar ise nerde otluk, yeşillik yerler vardıysa, Türk tayfaları sayısız hayvan sürüleriyle gelib o yerlerde çadırlarını, alaçıklarını kururlardı. Hindistan yarımadası yeşillikler diyarı olsa da çok sıcak olduğundan orayı tercih etmiyorlardı. Ama miladdan önce ikibininci yılın başlarında Türklerin sayısı çoğalınca ve de kuraklık devamlı olunca yine büyük bir akınla bir taraftan Avrupa’ya, esasen de Apennin ve Balkan yarımadalarına, diger taraftan da Hindistan yarımadasına doluşuyorlar. Apennin yarımadasına gidenler etrusklardı; ecdadları olan pelask (sak, iskit, skif ve sair) adlanan Türklerden bin yıllar sonra tekrar büyük bir akınla gelmişlerdi. Gelince de yarımadada meşhur “Etruriya” devletini kuruyorlar. Hindistan yarımadasına gelen ariler ise induizm inancında olanları kendi itaatları altına alıyorlar. Onlar kendileriyle ilahi kelamlar toplusu hisab ettikleri “Veda”ları da getirmişlerdi. Hem harb, hem de kültür bakımından induizm inancında olanlardan üstün olduklarından “Veda”ları onların induizmine yerleştire biliyorlar ve de Türk dilini yarımadada bir tek hakim dil haline getiriyorlar. Helelik Krişnaizm diye bir şey yok idi; onun yarımadaya gelmesine hele bin yıl varıydı.


Peki nereden gele bilirdi Krişnaizm?


Bu soruya Krişna hakkındaki karmaşık efsaneler içinde bin yılların tozu altında kalmış hakikat zerrecikleri yeterince cevap vermek iktidarındadır. Akılla, mantıkla düşünürsek tabii ki. Çünkü o zerrecikler Krişna’nın hayatındaki en önemli hadiselerdir. Bakınız: Hükümdar sarayına yakın bir ailede doğmuş, çocukluk ve gençlik yıllarında flüt çalan bir sığır çobanı olmuş Krişna. Bir çoban kızıyla evlenmiş. Yaşlı zamanlarında ise halka dini nasihatler vermeye başlamıştır. Bunu da ayrıca yazayım: siyah tenli birisiymiş. Burası çok önemli. Siyah tenli.


Kimmiş o acaba?


Diyecekler ki,dini nasihatleri herbir dindar verebilir. Bu alametlerle onu peyğamberler içinde arayacak olursak bu çok ağır bir iş olur. Çünki “Bütün peyğamberler çocukluklarında çoban olmuşlar” demiş hazret Muhammed. Saraya yakın ailede doğmasına gelince, İbrahim peyğamber de, kardeşi oğlu Lut peyğamber de kabile başçısı ailesinde dünyaya gelmişler. Yüzersif de kabile başçısı olan peyğamber ailesinde dünyaya gelmiş. Süleyman peyğamber padişah olan Davud peyğamberin ailesinde doğmuş. Ve sair. Bütün peyğamberler de çoban olduktan sonra insanlara dini nasihatler vermişler. Hangısı olabilir acaba?


Sabırlı olunuz. Şimdi o hakikat zerreciklerinden daha bir kaçını size açıb göstereyim. Eminim ki, konunun hangı peyğamberden gittiyini derhal anlayacaksınız. Ve hayret edeceksiniz ki, neden bu günece böyle son derece gerekli ve açık-aşikar delillere hiçkimse dikkat yetirmemiş.


Bakınız: Krişna’nın Kamza adlı bir emisi varıymış. ”İblisin oğlu” denilecek kadar zalim, kaniçen, kaddar bir hükümdar imiş. Bir gün kâhinler ona diyorlar ki, kardeşinin oğullarından birisi büyüdüyünde seni mahvedecek. Kamza da onlara inanarak kardeşini öldürmek istiyor. Kardeşi canını kurtarmak için yedi oğlunu ona veriyor ki, öldürsün. Gelecekte Krişna adlanacak çocuk doğduğunda ise onu kıymıyor vermeye, onun yerine Kamzaya başka bir çocuk veriyor, kendi çocuğunu ise uzaklara bir çobanın yanına giderek ona veriyor ki, o büyütsün.


Kâhinlerin sözüyle gelecekte öldürüleceyi korkusundan günahsız çocukların mahvedilmesini emreden hükümdar hangı peyğamberin hayatıyla bağlı hikâyelerde geçiyor?


Evet, evet. Musa peyğamberle bağlı hikâyelerde. Firavunların on dokuzuncu neslinin en meşhuru, Büyük Mısır firavunu İkinci Ramzes (m.ö.1279-1213) zamanında olmuş bu vahşilik. Kahinler ona demişler ki, yeni doğmuş Yahudi çocuklarından birisi seni gelecekte mahvedecek, o da emrediyor ki, bu yıl doğmuş bütün Yahudi çocukları mahvedilsin. Annesi de Musa adlanacak çocuğunu bir beşikte Nil nehrine bırakıyor, firavunun kızı onu sudan çıkararak saraya getiriyor ve onu evlatlığa alıyor.(Krişnanın saraya yakın ailede doğması).Gençlik yıllarında Mısır caddelerinden birisinde bir saray adamını yumrukla vurarak öldürüyor ve buna göre firavunun kazabından korkarak Mısırdan kaçıyor Ürdün-Filistin civarına, çoban dayısının yanına. Orada dayısının kızıyla evleniyor ve yedi yıl kayınatasının çobanı oluyor. (Krişnanın flüt çalan sığır çobanı olması ve bir çoban kızıyla evlenmesi). Sonra Mısıra geri döndüyü zaman mukaddes bir yerde Allah ona yanar ağaçtan seslenerek onu peyğamber seçiyor. Ve ondan sonra o, insanlara dini nasihatler vermeye başlıyor. (Krişnanın çobanlıktan sonra dini nasihatler vermesi).


Bakınız, azizlerim, gelecekte öldürüleceyi korkusundan çocukların katledilmesini emreden hükümdar yunanların Zeusla bağlı hikâyelerinde de var. Sadece, fark bundadır ki, Yunan efsanelerinde kâhinler Zeusun emisine değil de, babasına böyle haberdarlık ediyorlar ki, oğullarından birisi gelecekte seni mahvedecek. Baba tanrı da bundan korkarak evlatları doğduğunda onları yutuyor. Ama Zeus doğduğunda onu yutamıyor, çünkü onun doğuşu zamanına az kalınca annesi kocasından gizlice uzaklardaki bir mağaraya gidiyor ve Zeus o mağarada dünyaya geliyor. Anne yeni doğmuş çocuğu o civardaki çobanların himayesine vererek geri dönüyor.


Bakınız, azizlerim, bir tarafta, Balkanlarda miladdan önce birinci binyıllığın başlanğıcında yunan halkı formalaşmış, diğer tarafta, yine haman binyıllığın başlanğıcında Krişnaizm diye bir dini telim yaranmıştır. Yunanlar nerede, Hintliler nerede? Ama her iki halkın dini inançlarının esasını teşkil eden hikâyelerde ne kadar da benzerlik var! Bu benzerliyin temelinde her iki halktan çok-çok uzaklarda, Mısırda yaşamış Musa peyğamberle bağlı hikâye duruyor. Daha acaib budur ki, bu benzerlik Musa peyğamberden de iki bin yıl öncelerden İbrahim peyğamberle başlamıştır. Hazret İbrahim yunanlarda Prometeusa, Hintlilerde ise Brahmaya dönüşmüştür.


Diye bilirler Zeus ve Prometeus efsaneleri Musa peyğamberden iki bin yıl öncelerden varıymışsa,Musa peyğamberle ilgili hikayeler Zeusa nice ait edilebilirdi?


Azizlerim, efsaneler varıydı ama şifahi halde. Ağzdan ağıza geçerek. Yalnız yunan halkı formalaşmağa başladığında, yani miladdan önce birinci binyıllığın başlarında yunanlar onları yazıya almışlar, yunan facia yazarları o efsaneler esasında o çağların mükemmel eserlerini yaratmışlar. Yani artık Musa peyğamberle bağlı hikâyeler de Balkanlara yüzyıllardı ki, yayılmışdı. Ve yazarlar da Zeusla bağlı hikâyelerin dramatizmini kuvvetlendirmek için Musa peyğamberle bağlı bildiklerini onun çocukluğuna ilave etmişler.


Peki, durub-dururken çok sayıda yevrey kabilelerini Ürdün-Filistin civarından İbrahim peyğamber zamanında kuzey, kuzey doğu ve doğu istikametlerine, diger tarafta da Mısıra kaçmağa ne mecbur etmişdi?
Ne mi mecbur etmişdi? Bu gün herkesin turistik mekan bildiyi “Ölü deniz” dehşeti, benim sevgili kardeşlerim. Önce Hazret İbrahimin, sonra da kardeşi oğlu Lut peyğamberin misafiri olmuş üç melek Allah’ın emriyle Homorra, Sodom, Siqor, Adam ve Sevoim adlı beş şehri vulkanlarla, depremlerle, göklerden yağan kükürtlü sularla bir gecenin içinde öylesine mahvetmişlerdi ki, o beş şehrin yerinde Ölü deniz denen çok tuzlu bir deniz yaranmışdı. Yalnızca Lut ve iki kızı o eşi-benzeri olmayan faciadan meleklerin yardımıyla kurtulmuşdu. Facianın sarsıntısı öyle büyükmüş ki, o civarda yaşayanlar kabileler halinde o yerlerden kaçmağa başlamışlar. Sırada hangı şehirlerin dağıtılacağı varıydı nereden belli olabilirdi? Kabilelerin bir kısmı kuzeye-Balkanlara, bir kısmı Dicle-Fırat civarına, bir kısmı da doğu taraflara, daha uzaklara, Sind nehri kıyılarına kaçmışlar. Yani yevreyler bundan sonra başlarına gelebilecek daha nice felaketlerden kaçarak emin-amanlıkta yaşamak için amcaoğulları hisab ettikleri savaşçı Türklere sığınmışlardı. Balkanlar’daki Türklerle kaynayıb karışmışlar ve ikibin yıl içinde bu kaynamadan vahid yunan halkı formalaşmıştır. Dicle-Fırat civarındakı şumer Türkleriyle kaynayıb karışmışlar, bu kaynamadan da pehlevi-farslar oluşmuştur. Sind nehri civarında meskunlaşanlar da o yerlere akın eden ari Türklerle kaynayıb karışmış ve onlardan da hint halkı formalaşmıştır.
Yani Sokratüsün öğrencisi, Aristoteles’in öğretmeni olmuş Platon boşuna demiyormuş yunan halkının ta eskilerden Mısır ve civarındakı halklarla çok yakın bağlarının olduğunu. Pehlevilerin, yani kadim farsların dilini de bu günün farsları zorlukla anlarlar, çünki pehlevi dili İbraniceye yakındır.


Ölü Deniz faciasından kaçanlar ne kadar uzaklara gitseler de ana topraklarıyla alakalarını bin yıllarca korumuşlar. Musa peyğamber Mısırdan çıkardığı Yahudilerle kırk yıl sehralarda dolaşdıktan sonra Allah’ın rahmetine kavuşunca kabilelerden bir kısmı bu bihude dolaşmaktan boğaza yığılarak bir zamanlar ecdadlarının göç ettikleri o uzak topraklara gitmişler. Ve böylece hem Balkanlarda, hem de Hindistan’da İbrahim peyğamber hikâyelerinden sonra bu sefer Musa peyğamberle bağlı hikâyeler de yayılmağa başlamıştır. Yunanlar Musa peyğamberle bağlı hikâyeleri Zeus efsaneleine ilave etmişler ve ilave olarak bu hikâyeler esasında dünyaca meşhur “Arqonavtlar” eserini yaratmışlar. Bu eserdeki baş kahraman Yasonun yunan tasavvüründeki Musa peyğamber obrazı, onun Afamant adlı ecdadının ise İbrahim peyğamber obrazı olduğunu “Efsanevi Arqo gemisinin sırrı” kitabımda etraflı açıklamışım.


Hindistan’da ise hazret Musa ile bağlı hikâyeler esasında induizmin yanı sıra müstakil bir dini inanç hisab edile bilecek “Krişnaizm” adlı yeni bir dini telim meydana gelmiştir. Evet, evet. Asla hayret etmeyin. Bu telimin yaratıcısı guya Vişnu’nun Hindistan’daki yeni bir tecellisi ama siyah tenli bir Hintli imiş. Siyah tenli olduğu için de adına “Krişna”,yani “siyah” demişler.


Peki, adam koskoca dini inanç koymuş gitmiş bu dünyadan, neden adını gizli tutmuşsunuz? Neden adını değil de siyahlığını öne çekmişsiniz? Yahudi çocukların katline ferman veren Ramzes adlı katil hükümdarın adını Kamza olarak aslına yakın vermişsiniz, Musa peyğamberin kardeşi ve işlerinde en yakın yardımçısı olan Arun’un adını Krişna’nın akrabası ve işlerinde en yakın yardımçısı olan Arcun olarak aslına yakın vermişsiniz ama baş kahramanın adını bildirmek istememişsiniz. Yüz milyonlarla insanı kendi dini nasihatlarıyla ışıklandıran birisine adıyla değil de derisinin siyahlığıyla müracaat etmek onu aşağılamak demek olmuyor mu?
Ayıb yani. Çok ayıb.


Ama adını nice açıklaya bilirlerdi?”Musa”,”Moisey” derlerse demezlermi, yau kardeşim, o peyğamber tekallahlılığın tebliğiyle meşğul olmuş, putlara tapınmağın tebliğiyle değil. O halde Krişnaizm denen şey demek ki, tekallahlılığın tahrif edildiği yanlış bir telimdir, derlerdi.


Şimdi gelelim “Krişna” sözünün açılımına. Yarımadada ari ırktan olanlar, yani Türkler ve tabii ki türk dili hâkimiydi. O zaman “Krişna” sözü de Türkçe olmalı.
Evet. İlk üç harf “kara” sözünün “kri” halinde tahrif olunmuş formasıdır.”Kri” kara demekmişse sondaki “şna” harfleri ne bildiriyor? Bu yerde hatırlatayım ki, Krişna heykelleri genellikce siyah değil de, siyaha yakın renkte boyanıyor. Yani adam kara değil de, karaya yakın, karayanız, karabuğdayı olmuş. Karaşın imiş yani, kardeşim. Karaşın.
Yani Musa peyğamber gibi. O hazret de siyah olmamış. Karaşın olmuş. Karaşın. Anlaya biliyor musun?


Krişnaizmin mevcut olduğu bu üç bin yıl müddetinde tam Türkçe olan bu “Karaşın” sözü tahrif olmuş tabii ki. Az zaman değil. Ama iyi ki, çok değişmemiş. Sadece “Karaşın”dan “Krişna”ya geçmiş.
O kadar. O da bizim şansımızdan.
Son
30 aralık 2019. Mirza Hacıyev.
--
MIRZA HACIYEV

İLGİLİ İÇERİK

NESİMİ-MİRZA HACIYEV

EFSANEVİ “ARQO” GEMİSİNİN SIRRI-MİRZA HACİYEV

PROMETEUS, ZEUS EFSANELERİ YUNANLARIN MI?-MİRZA HACIYEV

KÖROĞLU SIRRI : EFSANEDEN HAKİKATE-MİRZA HACIYEV

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi