Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

PROMETEUS, ZEUS EFSANELERİ YUNANLARIN MI?-MİRZA HACIYEV


(5500 yıllık sırrı açıyorum)


Zeus...
Yunan efsanelerinde baş Tanrı...
Zeus... Zevs... Deus... Diy... Duaus Pater... Zeus Pater... ve sair demişler buna.
“Pater” latınca “baba” demektir. Zeus Pater, yani Baba Tanrı. Tanrıların babası.
Bütün Tanrılarınmı? Hayır, hayır. Yalnız Olimp dağlarının başındakı tanrıların. Olimpiya tanrılarının. Çünki yunanların inancına göre, ondan once babası Kronos Kainatın baş Tanrısıymış, ”titanlar” adlı tanrılara başçılık ediyormuş, Zeus onun 6 evladından sonuncusuymuş. Kronosdan once ise onun babası Uranus baş Tanrıymış. İlk baş Tanrı o imiş. Kronos ona karşı kalkarak onu tahtından salıyor ve daha hiç ne yaratmasın diye, yarattığı yeter diye onun cinsel orqanını orakla kesiyor. Tanrının cinsel orqanını… Yani…

Babasını gökler tahtından indirerek Kainata hakim olduktan sonra korkuyor ki, gelecekte kendi evlatları da ona karşı kalkabilirler, daha doğrusu, bunu kahinler ona haber veriyorlar. Yani Kainatı idare eden, her bir şeyi bilmeli olan baş Tanrı gelecekte nelerin baş vereceğini kahinlerden öğreniyor ve buna göre de ne zaman evladı dünyaya geliyorsa onları yutuyor. Evet, 5 evladını bu müthiş korku yüzünden yutuyor. Karısı Reya, tabii ki, buna göre azab çekiyor ama, kocasına karşı duramıyor, ona göre de altıncı çocuğa hamilə kaldığında doğum zamanı yaklaşınca uzak bir mağaraya gidiyor, çocuğunu orada dünyaya getiriyor. Haman bu çocuğunn adına Zeus diyorlar.

Çocuk mağarada büyüyor ve büyüğünce Kronosa karşı savaş açıyor, bu mübarizede ona tartarlar da yardım ettikden sonra , yani 9 yıllık mübarizenin sonunda Zeus, nihayet, kendi babasını tahttan indiriyor ve baş Tanrı tahtına oturuyor.

Bu mübarize zamanı Zeus ilk defa olarak yıldırımlardan istifade etmiş, ona göre de kudretli Kronosu mağlüp edebilmişdi. O, Tartariyada esirlikte olan tekgözlüler yardımına geldikten sonra “yıldırımlara” sahiplenmişti. Kadim yunanlar Zeusu ya “labris” adlı ikiağızlı baltayla,ya da yabaya benzer uzun bir silahla tasvir ediyorlardı. Yıldırım o yabaya benzer silahın 3 dişinden çıkıyormuş. Sadece, yanar maye atan silah değilmiş, içinden alev çıkarken barut patlayışı gibi büyük gürültü de çıkarıyormuş ki, o alevi yıldırıma benzetmişler. Tekgözlüleri bir zamanlar Kronos zincirleyerek Tartariyaya atmışdı. Kronosla mübarizenin kızğın çağında Zeusun annesi görüyor ki, oğlu mağlüp olacak, ona göre de diyor ki, tekgözlüleri esirlikten azat et, onlar olmadan babanı mağlüp edemeyeceksin, çünki tekgözlüler demirçilik sanatının mahir bilicileri imişler. Zevs de annesinin akıllı sözünü dinliyor, tekgözlüleri esirlikten azat ediyor, onlar da demirçi Hefestin imalathanesinde demirden acaip silahlar icat ediyorlar, o silahlardan en dehşetlisi de “yıldırım atan silah” oluyor. Bu silah Zeusun eline geçtiği zamandan ona “yıldırım tanrısı” adı veriyorlar, ”Zeus hankı insana kazaplanıyormuşsa, onu yıldırımla mahvediyormuş” diyorlar. Ve artık önünde dura bilecek hiçbir kuvvet kalmıyor.

Acaiptir! Bunlar nice tanrılardır! Hakimiyyet üstünde boğuşuyorlar, oğul babanın cinsel orqanını kesiyor, baba yenice doğmuş çocuklarını yutuyor ki, büyüdükleri zaman onu tahtından salmasınlar, gelecekte baş verecek hadiseleri kahinlerden haber alıyorlar, diğer tanrını mahv etmek için döyüş silahı hazırlıyorlar... En anlaşılmazı da budur ki, tanrı da doğuyor insanlar gibi!
Tanrını aldatmak mümkün olan şey mi? Hem de Kainatı idare eden baş Tanrını.
Kadim yunan efsanelerinde bu da olmuştur. Mağlüp olmuş titan tanrılarından olan Prometeus odu Hefestin imalathanesinden çalarak insanlara vermiş guya. Bundan da acaipi var: Prometeus kurban kesdiği hayvanın etini, insanların yiyebileceği yerlerini bir çuvala, kemiklerini, piyini ise başka bir çuvala koyuyor, Zeus yanlışlıkla kemik ve piy olan çuvalı seçiyor, böylece ondan sonra bütün kurbanlık etlerin yeyilecek hissesi insanlara veriliyor, gereksiz hisselerini ise tanrıların payıymış gibi yakıyorlar. Yani Prometeusa kadar insanlar kurbanlık hayvanı bütünlükle tanrı hatırına ateşe veriyorlardı, etinden bir tike bile ağızlarına almazlardı ama, Prometeus bu hilesiyle Zeusu kandırıyor, kurbanlığın kurallarını değişmiş oluyor. Kainatı idare eden, alemleri gören baş Tanrının iki küçük çuvaldan hankısında ne olduğunu göre bilmemesi ne derecede mantıklıdır acaba?!

Zeusun kimliğini belli etmek için öncelikle bunu demek lazımdır ki, Kainatda hiçbir zaman tanrılar, tanrıçalar, ilahlar, ilaheler olmamıştır. Bir tek Yaradan vardır, Ezelidir, Ebedidir, Doğmamışdır, Doğurmayacakdır. Yaradan zaman mefhumuha sığmaz. Eğer Zeus doğmuşsa, babası, annesi, dedesi, ninesi varıymışsa, demək, zamanın içindedir o, zamandan kenarda değildir. Zamana tabe olan bütün doğmuşlar gibi bir gün o da şüphesiz ki, ölmüştür. Eğer doğmuş ve ölmüşse, demek, kesinlikle tanrı değildir. Biyoloji, anatomik kuruluşuna göre tamamiyle bizlerden birisi olmuştur. Hankı bir memleketteyse kudretli hükümdar olduğuna göre eğer insanlar ona tanrı demişlerse ve ya kendisi kendisini resmen tanrı ilan etmişse, bu, sadece, o devrin cehaletinin aşırı hadde olduğunun göstericisi olabilir. Firounlara tanrı demiyorlar mıydı eski mısırlılar? Hakikatle alakası var mıydı onların tanrı hisap edilmelerinin?

Tabii ki, hayır. Bak, Zeusla alakalı efsanelerde de bunu kesinleştirmeden yunanların bunca karışık fanteziler kazanı içinde hakikat zerresini bulmak zor olacak. Her bir efsanede ise bir ipucu olmalıdır, hem de kesinlikle olmalıdır. Onu bulunca diğer sırrlar kendi kendiliğinden çözülecek. O ipucunu arayalım.
Cehalet devri dedim. Ama hankı cehalet devrinin? Beşer tarihinde cehalet zamanları sayısız olmuşdur. Bir peyğamberin dedikleri unutulduğunda yeni cehalet devri başlamış, sonra yeni peyğamber gelmiştir, onun dedikleri de unutulunca, yine cehalet devri başlamış ve beşer içine yeni peyğamber gönderilmiştir. Ve dini tasavvürlere göre, öyle bir halk olmamışdır ki, Allahü -Teala o halka elçisini göndermemiş olsun. Öyleyse bunca cehalet devirleri içinde Zeusun hükümdar olarak yaşaya bileceği zamanı nice bulmak mümkündür?

Tabii ki, Zeusun varlığı miladdan önce dördüncü binyıllıktan öte yana geçemez, çünki o, patriarxal devrin, yani cemiyyette bütün üstünlüklerin erkeklerde olduğu devrin hükümdarıdır, bu devir ise miladdan önce dördüncü binyıllıktan başlıyor. Her halde böyle kabül edilmiştir. Bu zamandan itibaren Olimp dağlarından Zeusun yıldırımlarının şakkıltıları “işitilmeğe” başlıyor. Ama bu da var ki, yunanlar Balkanlara akın - akın güneyden, Kuzey Afrika sahillerinden gelmiş yahudilerin ve kuzeyden de Deşti – Kıpçak taraflardan gelmiş türklerin karışığından türemiş insanlardır, miladdan once birinci binyıllıkta yunan adlı vahid halk gibi formalaşmağa başlamışlar ve bütün kadim yunan efsaneleri de bu yüzden yahudi ve türk insanlarının hafızalarında Balkanlara getirilmiş binyıllıkların hatıralarının yunan fantezileriyle romantikleşmesinden başka bir şey değildir. Yani Zeus miladdan önce üçüncü, ikinci binyıllarda da yaşaya bilirdi, sonradan hayallerde onu dördüncü binyıllığa, Olimp dağlarının başına, hatta tufandan önceki çağlara, Marsdakı sıra dağların başına da koymak hiç de zor olmazdı kadim yunan yazarlarının kalemlerinin ucunda.

Ama hayır. Cezalandırdığı Prometeusun izini bulmazsaydım ben de onu miladdan önceki dördüncü binyıllıkla birinci binyıllık arasındakı bu büyük zaman bölümü içinde aramalı olacaktım. Azizlerim, şimdi bu zamanaca gizli kalmış büyük bir sırrın üstünü açacağım sizlere, kendiniz de hayret edeceksiniz ki, mesele ne kadar da sadeymiş.

”Prometeus” sözündeki “methe” sözü eski hint - avrupa dillerinde “öncegören, ileri gören, haber getiren” demektir. ”Pro” ise “Avraam”, “İbrahim” sözlerinin tahrif formasıdır. Peyğamberler sıradan insanlardan farklı olarak ileride baş verecek hadiselerden haber verebilirler. Yani öncegörenlerdir, ileri görenlerdir, haber getirenlerdir onlar. “Peyğamber” sözünün farscadan tercümesi de “haber getiren” demektir. “Prometeus” tahrif olunmuş sözdür; “İbrahim methe”, “Avraam methe” sözündendir. Yani İbrahim peyğamber. Avraam peyğamber.
Şaşırdınız mı? İlk defa benden duydunuz diye mi şaşırdınız?

Nice tahrif olmuş mu diyeceksiniz? “Konstantinopol” tahrif olunarak “İstanbul” olmamış mı? Aristotelese “Erestu”, Ebu Ali ibn Sinaya “Avisenna”, Platona “Eflatun” demiyor muyuz? Arapların Ceber ül – Tarik dedikleri boğaz Avrupa dillerinde Gibraltar olmamış mı? İbrahim peyğamber ve karısı Sara hintlilerin inancında Brahma ve Sarasvati diye tanrı ve tanrıçaya dönüşmemiş mi? Bunlara kimse şaşırıyor mu?

Bu da öylece. Şaşırılacak hiçbir şey yok. “İbrahim methe”, “Avraam methe” bin yıllarca ağızdan ağıza geçerek “Brahimethe”, “Bramethe” , “Vramethe” şekilleri almış, sonunda yunanlar yazıya geçtiklerinde kesin olarak yunan yazarlarının eserlerinde “Promete”, “Prometeus” olarak yazılmıştır diye ondan bu yana söz artık tahrif olunmamıştır. Yoksa, mesela, enazı “Permetus”, “Pirmitus”, “Primitivus” gibi şekiller alabilirdi.

Bir tek real tarihi hadise bile yetiyor ki, Prometeusun İbrahim peyğamber olduğu belli olsun. Bu, Allahü -Teala hatırına kesilmiş kurbanlıklarda yeni kuralların koyulması hadisesidir. İşte, Prometeus efsanesindeki hakikat zerresi, ipucu budur. Hazret Nuhun gemisi toprağa oturduktan sonra hazret Nuh ailesiyle birlikte gemiden çıktığında ilk gördüğü iş onu ve ailesini tufanın felaketinden kurtardığı için Allahü -Tealaya kurban kesmek oluyor; hayvanın başı kesiliyor ve bütünlükle ateşe veriliyor. Yani etinden hiç kimse yemiyor, hayvan tamamiyle Allah hatırına yandırılıyor. Hazret Nuhdan ta hazret İbrahime kadar kurbanlığın kuralı böylece de kalıyor. Ama hazret İbrahim Allahü -Tealanın emriyle bu kuralı değişiyor; bundan sonra kurban kesildiği zaman etini yiyorlar, hayvanın yararsız hisseleri ve kemikleri ise yandırılıyor. Prometeus yunan efsanelerinde böyle yapan ilk kahraman hisap ediliyor, kahramanlığı ise bundaymış ki, guya o bunu ettiği zaman Zeusu aldatmıştı.

Zeusun Prometeusa kazaplanması bazı tasavvürlere göre Prometeusun odu tanrılardan çalarak insanlara verdiği sebebinden baş vermişti. Bazı tasavvürlere göre ise Zeus kurbanlık kesildiği zaman Prometeusun onu aldatdığına göre kazaplanmış, buna gore de onu Kavkasya dağlarına zincirlemişti. Bu daha mantıklıdır, çünki eğer odun insanlara verilmesi ilahi hakikatin insanlara verilmesi anlamındadırsa, buna gore çoktanrılar sisteminin başçısı olan Zeusun kazabını anlamak mümkündür; insanlar Yaradanın tek olduğunu kabül ederlerse, Zeusun “saltanatı” dağıla bilir. Ama odu direk manada insanlara yetirmek ne demektir? Dünyanın bir çok yerlerinde bu günümüzde bile, insan iştirakı olmadan da büyük ormanlar yanıyor, en modern usüllerle de o yanğınları söndürmek büyük probleme çevriliyor. Yani insanların oda sahiplenmeleri için Prometeusa o kadar mı ihtiyacları varıydı?

“Efsanevi Arqo gemisinin sırrı” adlı araştırmamda o efsanedeki Afamantın da İbrahim peyğamber olduğunu faktlarla göstermişim. Afamantın kardeşi oğlunu Kavkasyada samimi karşılayan, onu kendi sarayında büyüten, yetkinlik yaşına yettiğinde kendi kızını ona veren hükümdar Eetin sarayının tikintisinide Zevsin oğullarından demirçilik tanrısı Hefest de iştirak etmiştir...

Prometeusu Zeusun emriyle Kavkasya dağlarına zincirleğen demirçi Hefest... Yani, demek ki, İbrahim peyğamberle Zeus, Hefest kesinlikle aynı devrin adamları olmuşlar.

Bazıları İbrahim peyğamberi yanlışlıkla miladdan önce 22 -ci, 20 -ci asırlara ait ediyorlar, guya miladdan önce 1940 -cı yılda vefat etmiştir. Bu sebeptendir ki, görüştüğü Mısır firoununu gah Üçüncü Senusert, gah firoun Rikayon, gah firoun Pepi ve sairleri olduğunu tahmin ediyorlar. Hatta şumerler arasında yaşadığı zamanlarda onu oda atanın şah Nemrut olub olmaması barede kesin bilgi yoktur. Diyorlar ki, guya şah Nemrut onu mancınığa koydurarak oda attırmıştır. Ama mancınığın bir döyüş silahı gibi icatı miladdan once beşinci asır hisap ediliyor.
En doğrusu budur ki, hazret İbrahim miladdan önce 3500 -cü yılların insanıdır ve 175 yıl ömür sürmüştür. O , şumerlerin kudretli Ur şehrinde Azer adlı bir şumer kabile başçısının ailesinde dünyaya gelmiş, büyüdüğünde tekallahlılığı tebliğ etmiş, gilden putlar hazırlayan babasına ve o putlara tapınan kabilesine karşı çıkmış, günün birinde putları kırdığına göre oda atılmakla ölüme mahkum edilmiştir. Ama Allahü -Tealanın emriyle od onu yakmamıştır. Sonra, 75 yaşı olduğunda o ve kardeşi oğlu Lut aileleri ile birlikte Dicle - Ferat ırmakları arasını terkederek batı tarafa, Ak Deniz sahillerine, Filistin topraklarına gelmişler. Bir kaç yıl orada yaşadıktan sonra kuraklık yüzünden aclık başlamış, ona gore de İbrahim peyğamber karısı Sara hanımla birlikte Mısıra gitmiştir.

Kurani – Kerimde Hazret İbrahim hakkında malumatlar Tevrattakından az olsa da, en doğrusudur. Ama miladdan önceki o uzak binyıllıklarda Kurani - Kerim insanlara indirilmemişti ; Balkanlara göç eden ve hazret İbrahimle bağlı hatirelerini kendileriyle taşıyan yahudiler ilahi Kitab olarak yalnız Tevratı biliyorlardı. Odur ki, onların hatireleri esasında yaratılan kadim yunan efsanelerindeki Zeusun sırrını açmak için Tevrata da müracaat etmeliğim. Tabii ki, Tevrata binyıllar boyunca insan eli girmiş, o mukaddes yazılara sayısız bezek - düzek verilmiştir diye tahrif olunmuştur. Ama benim fikrim o Kitabda neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirmek değil asla, buna benim hakkım yetmez. Çünki Muhammed peyğamberin ehli - Kitap hakkında dediklerini unutmamışım. O demiş ki, onların kendi Kitaplarından dediklerini ne kabül edin, ne de inkar: çünki ola bilir onlar yalan desinler siz kabül edesiniz, ola bilir doğru desinler siz inkar edesiniz.

Demek, İbrahim peyğamber karısı Sara hanımla Mısıra gitmeli oluyor aclık yüzünden. Mısırda böyle bir yazılmamış kanun varmış ki, firounun adamları nerede güzel bir kadın görüyormuşlarsa eğer bekarmışsa, hemen onu firounun yanına götürürlermiş. Aileli kadını götürmek kanuna göre yasak imiş. Ona göre de kanuna karşı gelmemek için karısı güzel olan yabancı koca o memlekette her an öldürüle bilirdi ki, firounun yanına dul kalmış güzeli götürsünler. Hazret İbrahim bunu bildiğinden karısını kızkardeşi gibi takdim ediyor. Bu hadiseden haberleri olmayanlar “Bu da ne demek?” diye bana sormasınlar lütfen. Ben bilmem ki. Ben de sizler gibi. Tarihi fakttır. Semavi Kitablardandır. Aslında karısı olduğunu bildirmemişse de Sara hanımın kardeşi olduğunu doğru demişti; babaları aynıymış, anneleri farklıymış. O evlilik ne demektirse karısını kardeşi gibi takdim etmek de o demektir. O zaman Sara hanımın yetmişden çok yaşı olmuşsa da güzel imiş, ona göre de onu derhal firounun sarayına götürüyorlar, bunun mukabilinde firoun hazret İbrahime epeyce altun - gümüş, koyun - kuzu, inek, kul - keniz hediyye veriyor. Ama az sonra firounun ve sarayın adamlarının vücutlarını acaip yaralar basıyor. Bunun Sara hanıma gore olduğunu ve onun da hazret İbrahimin karısı olduğunu bilince, firoun deli oluyor kazabından, derhal hazret İbrahimi yanına çağırttırıyor ve “Bu nedir başımıza getirdin? Niye karın olduğunu demedin bize? Karını da götür, tez git bu memleketten” diye bağırıyor.
Verdiklerini geri almak ise, tabii ki, koskoca firouna yakışmaz, o yüzden böylece, bu usülle son derece varlanmış hazret İbrahimle Lut kendi aileleriyle yeniden Filistin çöllerine dönmeli oluyorlar. Ve artık aclık nedir bilmeden şad - hürrem yaşamaya başlıyorlar. O kadar varlanmışlar ki, hayvan sürülerinin otlluk saheleri üstünde çobanları arasında devamlı mübahiseler, kavğalar çıkıyormuş. Sonunda biribirilerine mane olmamak için Lut kendi ailesiyle ondan ayrılarak sonralar Ölü Deniz adı verilecek yerlerde olan Sodom şehrine gidiyor ve orada meskunlaşıyor.
Firoun kendisini tanrı hisap ediyordu. Hazret İbrahim ona demiş ki, "benim Tanrım adamları öldüren ve diriltendir", firoun cevap vermiş ki, "adamları öldüren ve dirilten benim". Onda hazret İbrahim demiş ki, "ama benim Tanrım güneşi doğudan kaldırıyor, sen onu batıdan kaldır".
Hükümdar tanrı... Zeus o imiş mi ?!
Hayır, hayır. Enazı ona göre ki, o, hazret İbrahime iyilikten başka hiçbir şey etmemişdi. Filistin topraklarındakı aclık yıllarında onu son derece zengin etmişti, yalanının üstünü açtığında da ona dokunmamış, verdiklerini elinden almamıştı. Sadece, onu karısıyla
Mısırdan çıkarmıştı. O kadar.
Ve de firounların ellerindeki hakimiyyet remzi ne Ikiağızlı baltadır, ne de üçdişli yaba.

Allahü -Teala hazreti İbrahime ve ondan türeyecek nesillere Mısırdan Ferat ırmağı arasına kadar olan geniş, bereketli toprakları vaat etmişdi ama, onun evladı yok idi. Buna gore de Sara hanımın razılığıyla hazreti İbrahim kenizi Hacerle evleniyor ve ondan bir oğlu dünyaya geliyor. İsmail adı veriyor ona. Bu zaman hazret İbrahimin 86 yaşı vardı.


Haman bu zamanlarda Elam padişahı Kedor Laomer hükmü altına aldığı bir kaç hükümdarla Dicle - Ferat ırmakları arasından batıya, İordan çöllüklerine hücum ederek Lutun yaşadığı Sodom şeherine kadar geliyor, şehri alıyor, çok sayıda esir, var - devlet yığarak geri dönüyor. Hazreti İbrahim bu haberi alınca kendi 318 hizmetçilerini toplayarak onların ardınca gidiyor ve savaşarak Lut ailesini ve onun var - devletini Elam padişahından kurtarıyor. Hazreti İbrahim bu savaşla da şöhretleniyor. Şalem (şimdiki Yeruselim) şehrinin hakimi ona hayır - dua veriyor.


Elam devleti şimdiki İranın güney - batısında, Fars körfezinin kuzeyinde, şumer topraklarının komşuluğunda kudretli bir devlet idi. Ahalisi Orta Asyadan gelmiş Yafəetoğulları idi, yani şumer türkleriyle bir soydan idiler ve şumer alfabesiyle şumer dilinde de yazıyorlarmış. Elamın üçden iki hissesi yüksek dağlık yerler idi diye binyıllar boyunca alınmaz kale gibi ayakta dura bilmişti. Elamlılar şumerlerle devamlı savaşıyorlardı, muhtelif zamanlarda şumerlerin bir çok şehirlerini dağıtmış, topraklarının çok hissesine sahiplenmişlerdi. Yalnız miladdan once 640 -cı yılda Assuriya padişahı Elamın varlığına son vermişti. Böyle kudretli devletin ordusunu 318 hizmetçiden oluşan desteyle mağlüp etmek biraz acaip geliyor tabii ki, ama ola bilsin bu deste Elam ordusunun geride kalmış bir kısmına hücum etmişti, Lut da ailesiyle haman o küçük askeri hissenin nezaretindeymiş.

Lut ailesinin yaşadığı Sodom şeherinin etrafında daha 4 şehir varmış : Homorra, Siqor, Adam ve Sevoim. Bir müddet once Elam padişahı Kedor Laomer o şehirleri itaat altına almışdı ama Lut ailesiyle Sodomda yaşadığı zamanlarda o şehirlerde Elam hakimiyyetine karşı isyan kalkmıştı. Elam padişahı da o şehirlere ceza vermek için yürüşe çıkmıştı.

Şimdi ise tam dikkatle dinleyin beni, azizlerim. Aksi halde bir şey anlayamazsınız.

Bu hadisenin üstünden 13 yıl geçiyor. Hacer hanımdan olan oğulun artık 13 yaşı var. İsmailin. Dört bin yıl sonra alemlere rahmet olarak gönderilecek Rasulillah bu oğulun soyundan gelecek. Hazreti İbrahim 99 yaşındadır, Sara hanım 89 yaşında. Bir gün Allahü -Teala hazreti İbrahime diyor ki, vaat etdiğim toprakları İsmailden türeyecek nesiller için değildir, Ben sana bir oğul vereceğim, ondan türeyecek insanlar bütün Yer yüzünü bürüyecekler, Msısrdan Ferat ırmağına kadar olan topraklar onların Kıyamete kadar toprakları olacak, gökteki yıldızların sayı kadar çok olacak ondan türeyecek insanlar. O insanların nişanesi sünnet olmaları olacak. Her bir oğlan çocuğu doğduktan sonra sekizinci gününde sünnet edilmelidir. Hazreti İbrahim Ona yalvarıyor ki, bu ihtiyar yaşlarımda oğula sahiplenmem için mümkünse bir alamet göstersin. Onda Allahü -Teala emr ediyor ki, üçyaşar keçi, üçyaşar koç, bir de güverçin kessin, etleri iki yere ayırsın.

Evet. Hazreti İbrahim onları kesiyor, iki kısma ayırıyor ve biribirilerinden aralı olmakla çadırın önündece yere koyuyor, kendisi ise çöl hayvanları kurbanlık etleri dağıtmasınlar diye bütün gece onların yanındaca oturuyor görsün ne olacak. Sabaha yakın birdence her tarafı katı duman ve zulmet bürüyor, ardınca da iki kısma ayrılmış etlerin arasında çok gür bir alev ve tüstü peyda oluyor.

Tabii ki, hiç bir yerdence alev ve tüstünün peyda olması ilahi alamettir. Ama burada ne mana vardır? İki kısma ayrılarak koyulmuş etlerin arasından alev ve tüstü geçti, bitti mi?

Mana belli değil. Tevratta bu barede hiç bir şey yoktur. Eğer bu hadisedeki hikmet hiçbir yerden alevin ve tüstünün peyda olmasındadırsa üçyaşar keçinin, üçyaşar koçun, güverçinin bu işle ne alakası var? Bunlar olmadan da alev ve tüstü hiçbir yerdence çıkamaz mıydı?

Hayret bir şey! Ne kadar inanılmaz olsa da yalnız ve yalnız Prometeus efsanesinde bu hadisenin manasını bulmak mümkündür. Fikir verin: diyor ki, Prometeus Zeusu aldatmak için kurbanlık hayvanın etini bir çuvala, yağını ve kemiklerini ise diğer çuvala koyuyor, Zeus yıldırımla kemikler, yağlar olan çuvalı vurarak yakıyor, yani onun kısmetine yemeğe yararsız olan çuval düşüyor.

Eveeet! Artık mesele aydındır. Demek, Allahü -Teala hazreti İnrahime emr etmiş ki, üçyaşar keçinin, koçun ve güverçinin etlerini bir çuvala, yararsız hisselerini ise başka çuvala koy. Sabah açılıncaya yakın ilahi alev kurbanlıkların yararsız hisseleri koyulmuş çuvalı yakıyor. Yani Allahü -Teala Kendisi kurbanlığın o hissesini “kabül ediyor” ki, o zamandan itibaren insanlara kurbanlığın eti kalsın, Nuh peyğamberden gelen kuralın aksine olarak hayvanın hepsini ateşe vermekle yok etmesinler, ihtiyacı olanlara, yetimlere, fakirlere dağıtsınlar.

Bu hadiseden bin yıllar sonra Balkanlara doluşan yahidilerin cahillerinin hafızalarında hadisenin kendisi kalmışsa da, kurbanlığın iki kısma ayrılmasında kendi tabiatlarındakı gibi hilekarlık görmüşler : guya Kainatı idare eden hisap ettikleri Zeus ikice çuvalla ahmakcasına aldatılmıştır.

Ama hiç bir esasları yokmuşsa neden böyle bir şey akıllarına gelir miydi? Bunda hilekarlık görmeğe onları ne mecbur etmişti? Ve diyorlr ki, Zeus buna gore Prometeusa çok kazaplanmış, buna göre onu Kafkasya dağlarında zincirlemiştir

İbrahim peyğamber dağda zincirlenmiş mi? Hayır. Şumerlerin Ur şehrinde yaşadığı zamanlarda putları kırdığına göre eli – kolu bağlanarak ateşe atılmıştı. Vessalam. Ve bu kurbanlık hadisesi zamanı onun şumerleri terk etmesinden artıq 25 yıl geçiyordu.

Zeus kazaplanmış olsaydı, tabii ki, yıldırımlar göndermeliydi, göklerden od - alev yağdırmalıydı. İki kısma ayrılmış kurbanlık hadisesinden sonra böyle bir felaket gelmiş mi göklerden?

Ama… Gelmiş, azizlerim. Tabii ki gelmiş. Hem de göklerden öyle dehşetli, öyle acımasız bir felaket gelmiş ki, o felaketin sarsıntısı uzun zaman yalnız o civarda yaşayanları değil, bütün beşeriyyeti korku içinde tutmuştur. Şimdiki İordaniyadakı dünyanın en tuzlu denizi olan Ölü Deniz o zaman mevcut değildi, onun yerinde birisinde Lutun kendi ailesiyle yaşadığı beş büyük şehir vardı. Göklerden yağan od ve kükürd yağışı, pişmiş gil parçaları o beş şehri bir gecenin içindece dağıtmış, yerlə yeksan etmişti. O beş şehrin yerinde sabaha yakın büyük tuzlu bir göl yaranmıştı. Adına Ölü Deniz demişler, tarihde de bu adla kalmıştı. Tabii ki,, çok tuzlu suda hayat olmaz, ”ölü” sözü buradandır diyebilirler. Ama o gölün yarandığı zamanların insanları o suların altında beş büyük şehrin büyüklü – küçüklü, erkekli – kadınlı bütün ahalisinin birce gecenin içindece diri - diri gömüldüğünü güzel biliyorlardı, ona göre de ”Ölü deniz” yerine “Ölüler denizi” çok daha uyğun geliyor adına.

O zaman adamlar, tabii ki, bu son derece dehşetli hadisenin sebebini araştırmak istemişler. Çok sonralar Balkanlarda “Prometeus” efsanesinin yaranması bunu sübut ediyor ki, felaket zamanının adamları o dehşeti hiç de tabii hadise hisap etmemişler. Tabii ki, efsanede çokallahlılık tebliğ edildiğine göre bu şüphesizdir ki, efsane cahiller tarafından yaratılmış ve binyıllıklar boyunca ağızdan –ağıza geçerek Balkan yarımadasına gelip çıkmıştır ; cahil olduklarına gore de o büyük felaketden bir kaç gün once hazreti İbrahimin kurbanlık eti iki kısma ayırmasında büyük hilekarlık görmüşler. Madem ki Prometeus Zeusu aldatmıştır, demek, Zeus kazaplanmalıdır. Zevs ise kazaplanınca, tabii ki, yıldırımlarla çarpar, göklerden od - alev yağdırar.

Aslında ise ehvalat böyle olmuştur. ”İki kısma bölünmüş et” hadisesinden bir kaç gün sonraymış. Çok sıcak bir gün imiş, hazreti İbrahim çadırının önünde bir ağacın kölgesinde oturarak dinleniyormuş. Bir de görüyor ki, üç kişi ona taraf geliyor. Geyimlerinden, kıyafetlerinden hiç çöl adamlarına, ümumiyyetce, o yerlerin ve o zamanın adamlarına benzemiyorlarmış. Həzreti İbrahim çok misafir seven insanmış, misafirsiz sofraya oturduğu günü ömründen hisap etmezmiş. Yerinden kalkarak tanımadığı o üç kişiyle selamlaşıyor, onları sofrasına davet ediyor. Hizmetçiler yiyecek – içecek getiriyorlar. Misafirler sofraya ellerini uzatmadıklarında hazreti İbrahim telaş geçiriyor. Onda misafirler Allahü -Tealanın melekleri olduklarını bildiriyorlar. Bir yıldan sonra Sara hanımın bir oğul dünyaya getireceği müjdesini veriyorlar. Sara hanımın o zaman 89 yaşı varmış, işittiklerine inanmayarak gülüyor ki, "bu ihtiyar yaşımda çocuğum olacaq mı?" Melekler diyorlar bu, Allahü -Teala için çok - çok kolay bir iştir. Sonra melekler gelişlerinin asıl maksatını bildiriyorlar, diyorlar ki, Sodom ve Homorra şehirlerinin adamları hadlerini aşmışlar, yollarını azmışlar, orada ahlaksızlık, zalimlik vardır, erkekler kadınları burakarak erkeklerle yatıp kalkıyorlar, biz oraya gitmeliyiz, çünki oradakıların eceli yetmiştir artık, şehrin altını üstüne çevireceğiz. Hazreti İbrahim ne kadar yalvarıyorsa ki, böyle iş yapmasınlar, günahsızlar da var herhalde o şehirlerde, onlar da kırılacaklar, melekler diyorlar bu bizlik değil, Allahü -Tealanın emridir, biz, sadece, icraçılarız. Hankı adamın başına hankı taş, hankısının başına pişmiş gil parçası düşmeliyse hepsi artık göklerde incelenerek halledilmiştir.

Ve melekler onun yanından ayrılarak Sodom şehrine gidiyorlar. Hazreti İbrahim bu şehirde kardeşi oğlunun yaşadığını da onlara demişti, onlar da emin etmişlerdi ki, Allahü -Teala senin hatırına ona dokunmayın dedi bize. Lut şehir kapısının önünde oturduğundan üç yabançı kişini ilk görenlerden oluyor, onları evine misafir davet ediyor.

Lut ve misafirleri eve yenice giriyorlar, bir de bakıyorlar ki, şehrin belki de bütün erkekleri evin önüne toplaşmışlar. Lut dışarı çıkıyor görsün ne haberdi, cemaat diyor seninle gelen o üç yakışıklı adamı bize ver, onlarla sevişelim. Lut ne kadar yalvarıyorsa ki, onlar benim misafirlerimdi, böyle şeyler konuşmayın, Allaha xoş gitmez, cemaat aksine, gittikce hevese geliyor, kızıyor ki, kendi hoşunla onları bize vermezsin kapıyı kırarak zorla içeri gireceğiz. Onda ne yapacağını bilemeğen Lut içeri giriyor ve kapıyı kapatıyor. Cemaatın ona ne dediğini işitmiş misafirler yalnız bu zaman ona melekler olduklarını, bu şehire bak böyle emelleri yüzünden ceza vermeğe geldiklerini söylüyorlar ve diyorlar ki, asla ve asla korkma, onlar ne bize, ne de senin ailene hiç bir zarar veremezler, biz öyle yapacağız ki, onlar sizi göremeyecekler, sakince onların aralarından geçerek gideceksiniz, aileni de götür zaman kaybetmeden uzaklaş bu şehirden, o yakındakı dağa kalk, birazdan dağıtacağız bu şehirleri, izleri – tozları bile kalmayacak. Lut diyor Allahı seversiniz, ben ailemle o dağa nice kalkabilirim, hem de bu gece zamanı, izin veriniz o aralıdakı Siqor şehrine gideyim. Melekler diyorlar git ama, bil ki biz bütün bu beş şehri dağıtmak emir almışız, o şehri de dağıtacağız, ne kadar ki, sen oradasın o şehire senin hatırına dokunmayacağız ama, giderken hiç biriniz dönüp de arkanıza bakmayınız, yoksa mahv olacaksınız.

Evet, azizlerim, gecenin karanlığında Lut karısı ve iki kızıyla evden çıkıyorlar, yakışıklı misafirleri bağırışarak talep eden insanların arasından rahatca geçiyorlar, kimse onları görmüyor . Siqor şehrine taraf kaçıyorlar. Şehire yaklaştıkları zaman Sodom, Homorra, Adam ve Sevoim şehirlerinin faciası başlıyor. Gök yüzünde yıldırımlar gürlüyor, bulutlardan alev ve kükürd seli akıyor, taş ve pişmiş gil parçaları semada oynuyor. O dört şehirde taş taş üstüne kalmıyor, bütün ahali toprağın altına gömülüyor. Lutun karısı meleklerin sözünü unutarak dönüp nerilti – gürültü gelen tarafa bakıyor ama, haman andaca yerindece kuruyarak taşa çevriliyor.

Bakınız, azizlerim, bu real tarihi hadisedir. Efsane diliyle “yıldırım tanrısı Zeus kazaplanmıştır”. Ama yani bu büyük faciaya “iki kısma bölünmüş et” hadisesi mi sebep olmuştu? Hayır. Görüyorsunuz ki, o şehirlerin ahalisinin ahlaksızlığıydı o facianın sebebkarı. Ümumiyyetce, ”kurbanlık et” meselesinde hiç bir hilekarlık olmamıştı ; Allahü -Teala ne emr etmişse İbrahim peyğamber onu yerine getirmişti. Ama cahiller həzreti İbrahimin tekallahlılık dininden uzak olmuşlar diye bu facianın Elam padişahı Kedor Laomerden geldiğini sanmışlar. Çünki bu şehirler onun hakimiyyeti altındaydı ve bundan on üç yıl once onun hakimiyyetine karşı çıkmak istediklerine göre bir defa cezalandırılmıştılar. Gelecekte Zeus hakkındakı bütün efsanelerin hamurunun mayası bak bu beş şehrin başına gelen o geceki faciadır : sonrakı nesiller fantezilerini bir hayli zenginleştirerek böyle hisap etmişler ki, eğer o gece o şehirleri hakikaten de Elam padişahı dağıtmışsa, demek gökler de onun hükmü altındadır ki, göklerden yere, kazaplandığı insanların üstüne yıldırımlar yağdırıyor. Üçdişli yabasıyla.

Faciadan sarsılmış yevreyler bak bundan sonra akın – akın o toprakları terketmiş ve Anadolu üzerinden Balkanlara doluşmuşlar. Bir kısmı da ta uzak Hindistana kadar giderek Qanq nehri etrafında meskunlaşmışlar. Balkanlara doluşanlar “Prometeus – Zeus” efsanelerini uydurmuşlar, Qanq etrafında meskunlaşanlar ise yerlilerin inancına “Brahma – Sarasvati” inanclarını ilave etmişler.

Ateşperestler memleketinin, oda sitayiş edenler diyarının hükümdarı Kedor Laomer...

Od hükümdarı... Büyük Od padişahı... Binyıllar sonra İbrahim - metheye Prometeus, Atlanta Atlantus, Urana Uranus diyen yunanlar “Büyük Od”a da “Odus Pater” demişler. Zamanca “Odus” sözü Duus, Duaus, Diy, Dive, Deus ve nihayet “D” harfı “Z” harfıyla değişerek Zeus, Zevs şekline düşmüştür. Ve eski yunan yazarları kendi eserlerinde bu efsaneleri öyle bezeyib süslemişler ki, sonunda yunanlar arasında “ yıldırım tanrısı Zeus “ diye bir inanc yaranmıştır. O padişahın hükümranlık ettiği Elam ise tahrif olunarak “Olimp”e çevrilmiştir. Guya Zeusun meskeni Olimp dağlarının başı imiş, oradan dünyayı idare ediyormuş. Niye dağların başındaymış? Çünki Elamın arazisinin üçte ikisi yüksek dağlık yerler idi. Yunanıstandakı hazırkı Olimp zirveleri ise miladdan once birinci binyıllıkta , yani o facialardan 2500 yıldan da çok zaman geçdikten sonra yunanların, sadece olarak, Zeusun şerefine adlandırdıkları zirvelerdir. Yani Zeus hakkındakı efsanelerin, ümumiyyetce, hiç bir yunan efsanesinin Yunanıstanla, onun dağlarıyla, denizleriyle herhankı bir bağlılığı yoktur.

O yüzden bilin ki, yldırım tanrısı Zeusun “doğum tarihi” Sodom – Homorra şehirlerinin facia gecesidir. Bundan önce Zeus efsaneleri mevcut olmamıştır. Qanq nehri etrafında ilk meskunlaşmalar da miladdan önceki üçüncü binyıllık hisap ediliyor. Bütün kadim yunan efsanelerinin yaranması o facia gecesinden başlamıştır, çünki Zevs yıldırıma o gece “sahiplenmiştir”. Hintlilerin Brahma – Sarasvati masalları da o geceden kaynaklanmıştır. Kadim yunanların sonrakı meşhur efsanesi olan “Arqonavtlar”ın mayası da o facia devrinin hadiselərindendir. Facieden bir kaç yıl sonranın hadiselerinden. Tevrata göre Sodom – Homorra faciasından bir yıl sonra hazreti İbrahimin Sara hanımdan bir oğlu dünyaya geliyor, meleklerin müjdeledikleri bu oğlulun adını İshak koyuyorlar. Hacer hanımdan olan İsmail o zaman on dört yaşında imiş. Yeni doğmuş çocuğu incitiyormuş. Bu, Sara hanımın hoşuna gitmiyor tabii ki ve o, hazreti İbrahimden talep ediyor ki, İsmaili annesiyle birlikte evden kovsun. Hazreti İbrahim de Sara hanımın talepini yerine getiriyor ve Hacer hanımla İsmail gelecekte Mekke adlanacak yerde meskunlaşarak yaşamağa başlıyorlar. Bundan bir kaç yıl sonra hazreti İbrahime rüyasında Allahü -Teala emrediyor ki, İshakı kurban kessin. O da bu emri yerine getirmek için oğlunun boğazını kesmek isterken melek onun elini tutuyor ve bu zaman ilahinin kudretinden hiçbir yerdence koç peyda oluyor. Melek hazreti İbrahime diyor ki, oğlunu değil o koçu kurban kessin. Binyıllar sonra yunanların hisap edilen “Arqonavtlar” efsanesinin birinci bölümü bak bu hadiseyle başlıyor, benim azizlerim ; sonrakı bölümlər de haman o hiçbir yerdence peyda olmuş koçun altun yunlu derisini arqonavtların Kafkasyadan çalmaları barede fanteziler toplumundan ibarettir. Türlü – türlü tanrılarla, tanrıçalarla, ilahlarla, ilahelerle ve tabii ki, onların başında duran yıldırım tanrısı Zeusle bezenmiş süslenmiş fanteziler toplumundan. ( Bir kısım adamlar diyecek ki, Kurani – Kerime gore Allahü -Tealaya kurban kesilmek istenen oğul İshak olmamış, İsmail olmuştur. Tabii ki böyledir, hiç kimse bunu inkar etmiyor. Ama anlamak lazımdır ki, o efsaneleri müslimanlar dizip koşmamışlar, Kurani - Kerim Yer yüzüne indirildiğinde artık yunanlar neredeyse üç yüz yıldı çokallahlılığın taşını atarak hristianlığı kabüllenmiştiler, o efsaneleri , sadece, tatlı masallar gibi dinliyorlardı. Ve benim maksatım “oğul kurban kesilmek istenildiğinde koç peyda olması” hadisesinin bir yunan efsanesinde yer aldığını göstermektir, hankı oğulun kurban kesilmek istenilmesinin ne önemi var? )

Prometeusun Zeusun emriyle dağlarda zincirlenmesine gelince...

Tasavvür edin, insan dağda zincirlenmiştir, Zeusun emriyle bir kartal gelerek onun ciğerini yiyor, sonra ciğer yeniden yaranıyor, kartal yine onun ciğerini yiyor, ciğer yine yaranıyor, her defa da ağrıdan Prometeusun bağırtıları Kafkasya dağlarını bürüyor. Bu zulüm otuz yıl devam ediyor ve sonunda guya Heraklis okla kartalı öldürerek onu zincirlerden kurtarıyor. Yani ciğer yeyilmesi bir tarafa dursun, guya insan yemeden içmeden otuz yıl yaşıyor dağa zincirlenmiş halde. Birileri fazla abartarak otuz bin yıl, hatta milyon yıl diyor. Bunlar, tabii ki, efsane yaratanların fantezileridir..
Ama bu efsanenin de mayasında kesinlikle hakikat zerresi olmalıdır. Bakalım o hankı hakikat zerresiymiş.

Dinleyin, azizlerim. Lut kızlarıyla gece Siqor şehrine geliyorsa da orada çox kalamıyor. Facianın dehşetinden sarsılmıştı. Hem de melekler Sodomdayken ona ailesiyle yakınlıktakı dağa kalkmasnı emretmiştiler, yalnız onun yalvarışı üzerine bir o gece Siqorda kalmasına izin vermiştiler. Odur ki diğer şehirlerin yerle yeksan olmasından az sonra kızlarını da götürerek şehirden çıkıyor ve meleklerin dedikleri dağa kalkıyor. Dağda bir mağaraya giriyorlar ve ardınca Siqor şehri de mahv ediliyor. Lut ve kızları bundan sonra korkularından mağarada yaşamağa başlıyorlar ve yiyecek – içecek almağın dışında hiç zaman dağları terk etmiyorlar, insanlardan uzak duruyorlar. Prometeusun dağda zincirlenerek otuz yıl kalması efsanesi bak bu tarihi hadiseden kaynaklanmıştır. Tabii ki, hiç bir kes Lutu sözün direk anlamında dağa zincirlememişti ve hiç bir kartal da onun kara ciğerini yemiyordu. Hem de neden yalnızca kara ciğerini yesin ki kartal? Lutu dağa “zincirleğen” onun büyük faciadan sarsılması olmuştu ; adam artık şehirlerde, toplum içinde yaşamaktan korkmuştu. “Kara ciğerini kartalın yemesi” de mecazi manadadır. Dehşetten sarsılan, büyük stress geçirən insanın kara ciğerinin sıradan çıkmasında, sirroz hastalığına tutlmasında taacüplü bir şey olmamalıdır.

Bu yerde diyebilirler Prometeus İbrahim peyğambermişse, dağda zincirlenen niye o değil de, Lut olmuştur efsanede?

Mantıklı sorudur. Ama derketmek lazımdır ki, o hadiselerle efsanelerin yazıya alınması arasında 2500 yıldan da çok büyük bir zaman mesafesi var. Bak ona göre, azizlerim. Ona göre.


(son)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi