Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NECİP FAZIL KISAKÜREK - VİSAL ŞİİRİNİN İNCELENMESİ

Necip Fazılın Visal Şiiri / Orhan GÜDEK

 –

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş;

Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…

Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;

Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.

Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;

Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?

Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?

Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi?

Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!

Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!

Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!

Azap var mı alemde fikir çilesine eş?

Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?

Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!

Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;

Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!

Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?

Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?

Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;

Belki de benliğinden kaçabilene hazır.

Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!

O visal, can sendeyken canını etmek feda;

Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

 

Şiir, rahat okunmasıyla Necip Fazıl’ın şiirinin genelinde gözlemlenen musiki değeriyle ilgili olmakla beraber, bu kolay okunuyor olmanın arka planında derin bir mana dünyası yatmaktadır. Şiir, gerek felsefi göndermeleriyle gerekse tasavvufi göndermeleriyle zengin bir anlam dünyasına sahiptir. Gerek şekil bakımından gerekse içerik olarak geniş çözümlemeler yapmak mümkündür. Ancak bu yazının verdiği çerçeve imkânıyla özellikle anlam dünyası üzerine genel hatlarıyla durmak mümkündür.

“Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;

Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…”

Şair, ‘beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş’ ifadesiyle insanoğlunun mevcut varlık içerisinde, zaman ve mekân mefhumları dışına çıkamayışını, bu kavramlar içerisinde adeta mahpus oluşunu belirtmektedir. Zaman tarafından kuşatılmış ve mekân tarafından kelepçelenmiş olan “insan”, mevcut şartlar içerisinde, ne zamanın dışına çıkabilme ne de mekânın kelepçesinden kurtulabilme gibi bir imkâna sahiptir. Şiirdeki ifade, daha çok felsefi ve tasavvufi bir gerçeğin tespiti niteliğindedir. Bu fiziksel gerçek karşısında ne “dün”den geriye ne de “yarın”dan öteye gidemeyip “bugün” içerisinde sıkışan insan için, yaratıcı denen büyük sanatkâra hayran olmaktan başka yapılabilecek hiçbir şey yoktur.

Nitekim Maarri’nin “Lüzumiyyat” adlı divanının “eb’adın tenahisi” adlı bölümünde buyurduğu gibi:

“Cebrail, şimşek hızındaki kanatlarıyla,

bütün ömrü boyunca uçsaydı

Yine de ‘Dehr’in (zamanın) dışına çıkamazdı.”

“Zaman ve mekân” insan aklının hadiseleri ve eşyayı kavrayabilmesi için elzem olan iki unsurdur. İnsan aklı, zaman ve mekân şuuru olmadan düşünemez. O yüzdendir ki rüyalarda da eğer bu kavramlar mevcut olsaydı, insanoğlu onu da gerçek olarak algılayabilirdi. Rüyaların gerçek olarak algılanmayışının sebebi, onda “zaman, mekân ve nedensellik ilkeleri”nin bulunmayışıdır. 3

Gerçeğin, varlıkla perdelenmiş olması, bizim “gerçek” diye tasavvur ettiğimiz “şey”lerin aslında, “mutlak gerçeği” örtücü nitelik taşıyor olması, şairin “Ne sanattır ki her şey, her şeyi peçelemiş…” mısrasının karşılığı niteliğindedir. Çünkü birinci kullandığı “her şey” kelimesi görünen varlığı, ikinci kullandığı “her şey” kelimesi ise görünmeyen varlığı ifade emektedir. Dolayısıyla, görünmeyenin, görünenle görünmez kılınması gibi bir tespit yapılmakta ve insanın gerçeklik algısının geçerliliği sorgulanmaktadır. “Gerçek” sanısıyla algılanan varlıklar, aslında birer “peçe” veya hakikatin birer remzi’dir.

“Her şeyin, her şeyi peçelemesi” bize ayrıca insanoğlunun nefsani varlıklarla meşguliyetten ruhani varlıkların farkına varamıyor olmasını, masivaya kapılan insanın maveradan bihaber yaşıyor olmasını da düşündürmektedir. Ancak mısralarda insanlara “fâni olan baki olanı perdeliyor görmüyor musunuz!” gibi bir nasihat ve uyarı kaygısından ziyade felsefi anlamda ulvi bir gerçeğe işaret etmek ciheti daha ağır basmaktadır.

Şairin kendi fikrî macerası içerisindeki düşünceye ait buhranlarından biri olan bu konuyu dile getirişinde “ben” sözcüğünü (“Beni zaman kuşatmış…) kullanıyor olması, kendi şahsında sembolize edilen konunun -farkında olsalar da olmasalar da- aslında tüm insanlığa şamil bir mesele olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

“Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;

Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.”

Mutasavvıfların dünya görüşüne göre, “gerçeklik ve varlık” olarak algılanan mevcut dünya, aslında mutlak varlığın tecellilerinden yalnız bir “görünüş”ü temsil etmekte olup bundan başka, mutlak varlığın (yaratıcının), tecellilerinin tezahür ettiği farklı varlık alemleri de mevcuttur.

Elbetteki mutlak varlığın, bütün varlık kategorilerindeki tecellisi aynı biçimde ve şiddette değildir. İlahi tecelli her mertebede farklı şekilde tezahür etmektedir. O yüzdendir ki şair “…ışık başka, nur başka” demektedir. Çünkü ışık, nur’a nispetle varlığın gölgesi gibidir. Bu bize Platon’un meşhur “mağara” teşbihini hatırlatmaktadır.

Gerçeği anlayan insan, sufilerin vecd hâli dedikleri bir hâl içerisinde bulunur. Fakat bu bilinç hâli sürekli olmayabilir. Bunun sürekliliği çoğunlukla kişinin kendi çabalarına bağlıdır. Ya kişi gerçeği ve mutlak hakikati “bir anlık” bir süre içinde tatmanın, ona kavuşmanın verdiği anlık vecd ile kalacak ya da büyük bir bilinç ve uyanıklık hâliyle “kesiksiz huzur”u yaşayacaktır.

Şair, bir hakikati kendi benliğinde duymuş olmanın verdiği hâl ile insanlığa seslenmektedir:

“Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;

Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?”

“Renk, koku, ses ve şekil”, kabaca, insanın beş duyusuna yönelen maddi hislerdir. Fakat bu kavramların maddi nitelik taşıyor olmaları onların biricik nitelikleri değildir. Gerçekte, görülen, duyulan, koklanan ve maddi olarak hissedilen dünya, bize göremediğimiz, duyamadığımız, koklayamadığımız ve maddi olarak hissedemediğimiz asıl dünyanın habercisi gibidir.

Şaire göre insanoğlu, şeklî olanla, zahirle değil bâtınla, özle meşgul olmalı, dış’ın ötesindeki iç’i aramalıdır. Necip Fazıl’ın kullandığı “kabuk” ve “ezberci” kelimeleri de “kabuğundan ezberci bir hayat süren”, bu yüzden de manaya ve öze ait olana bir türlü ulaşamayan, dolayısıyla hayatın anlamını bulamayıp hayatını da anlamlandıramayan “insan”ı ifade etmektedir.

Bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, yükseltmeyen amelden, erişmeyen duadan sana sığınırım.”

Mevlana’nın bir sözü ise şöyledir:

“Ben sevgilinin yüzünden bahsediyorum sana; sen bana, vezinden, kafiyeden dem vuruyorsun.”4

Bu noktada dış ve iç, zahir ve batın gibi tasavvuf felsefesinin meselesi olan bir konunun şairin şahsında bütün insanlığın meselesi olması gereği vurgulanmakta ve insanın hayatını anlamlandırması yönünde ezberci ve dışa yönelik değil manaya ve içe yönelik olması gerektiği ifade edilmektedir.

“Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?

Fezada dipsiz sükût, duyulmazın sesi mi?

Şair, bu mısralarda sorular sormaktadır. Bu soruların, cevap aramak için değil, düşündürmek için sorulduğu bellidir. Nitekim tecahülüarifane sanatı yapan şairin, aslında hakikatin farkında olduğu diğer mısralardaki ifadelerden anlaşılmaktadır.

“Göz”, yukarıda da belirtildiği gibi maddi dünyaya ait bir melekedir. ‘Göz’ün gördüğü, maddi dünyadır. Maddi dünya tasavvufta alem-i hayaldir. Dolayısıyla gözün gördüğü de bir hayalden, bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Göz, “görüyorum sanmanın öksesi”, yani aldatmacasıdır. Sonu olmayan sessizlik ise “duyulmayan alemin sesi”dir.

“Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, alemlerin Rabbi, sen!

Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!”

Şair, bu mısralarda Allah’a seslenerek “sen alemlerin Rabbi’sin, yücesin” ve “sen insanlardaki bu ‘kalb’i, sana yönelsin diye icad ettin” demektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta “kalp” kelimesidir. Necip Fazıl’ın, “Mümin-Kâfir” adlı eserinin “Kalp” başlıklı yazısı, adeta bu mısraların açıklaması ve yorumu gibidir:

“Evet, bütün eser ve kazanç, kalp vasıtasıyladır; ve mücerred surî amellerden ve resmî ibadetlerden bir şey beklenmez.

Bütün kâr kalp yoluyladır; ve o, Allah’tan gayrisiyle meşgul ve başka şeylere giriftar oldukça haraptır5

Dolayısıyla şairin, yukarıdaki mısralarla ifade ettiği gerçek, “kalb”in yaratılış hikmetinin, yalnızca Allah’a yönelmek ve sadece onunla meşgul olmak olduğudur. Nitekim bir kudsî Hadis’te de Allah (c.c.) mealen şöyle buyurmaktadır:

“Yer ve göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” (Temyiz, 150; Aclunî, II, 195)6

“Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!

Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?”

Şair’in “sen” diye hitap ettiği Allah’tır… Yaratıcı’dan, o büyük sanatkâr’dan uzak olmayı şair, ateşin azabı gibi görmektedir. Yalnızca uzak olmak değil, ona yakınlık da azap vericidir. O, bir anlamda güneş gibidir ve yarattığı mahlukata hayat verir; onu canlı tutar. Mahlukat nasıl ki “güneş”ten ne çok fazla uzaklaşabilir ve ne de “güneş”e çok fazla yaklaşabilirse şair de Allah’a ve onun bilgisine ne çok fazla yaklaşabilmekte ve ne de ondan çok fazla uzaklaşabilmektedir.

Aklın tüm sınırlarını zorlayarak ve onu koparırcasına gererek, bulduğu veya buldum sandığı ya da en doğrusu bulmaya yöneldiği “hakikat bilgisini” ve onu bulmak yolunda çektiği ıstırapları “fikir çilesi” olarak nitelendiren şair için, dünyada bu çileden daha azap verici, başka hiçbir şey yoktur. Şaire göre bu fikir çilesi yolunda ve neticesinde, hakikate ulaşmak da, hakikate yaklaşmak da sonsuz azap verici bir ateş gibidir.

“Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?

Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!”

İnsanın, herhangi bir şeyi “zor” sıfatıyla nitelendirebilmesi için o şeyi tecrübe etmiş olması gerekmektedir. Buradan anlaşılıyor ki şair, hakikate ulaşma yolunda hayatı boyunca sürdürdüğü fikrî mücadelesi sonucu, “yaşama”nın da “ölme”nin de “erişme”nin de ne denli zor olduğunun idrakine varmıştır.

Bu noktada üç kelime; “yaşamak”, “ölmek” ve “erişmek” kelimeleri dikkati çekmekte ve bu kelimelerin, insan beyninde ve hayatında ne dereceye kadar yer işgal ettiği ile “çile”nin yüze yansıyan tezahürlerinin, doğru orantılı olduğu şairin ifadesinden anlaşılmaktadır. Bu itibarla şair, “çilesiz suratlar” sözüyle, yaşamanın, ölmenin, ve erişmenin fikrî buhranlarını yaşamamış, yaşamı boyunca “hayatın anlamı”na dair bir kez olsun bile bir soru dahi sormamış insanlardan bahsetmekte ve şairliğin verdiği heyecanla yüzlerine tükürecek şekilde öfkelenmektedir.

“Yaşamanın zorluğu” ilk kez bu soruyu sorulduğu ve düşünüldüğü vakit başlar. Ölmenin zorluğu “hayattayken ölebilmek”tir. “Erişmek” kendini aşmak, eren bir insan, veli olmak; yani mertebeler kat ederek seyr-i sülûk’a çıkmak ise zordan da zor…

“Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;

Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!”

Şair, bu mısralarla bir anlamda içinde bulunduğu hâli dillendirmiş olmaktadır. İfadelerin şimdiki zaman kipinde kullanılmış olması, şairin bahsettiği hâllerin “oluş hâlinde” bulunması sebebiyledir.

“Kapalı hudut” ile “aşmak” ifadeleri ile “ölüm” ve “yaşamak” ifadeleri arasında zıt bir ilişki mevcuttur. Her iki mısrada da birbirine karşıt olan bu ifadelerin kullanılması dikkat çekici bir özellik olmakla birlikte, bu zıtlıkların şairin iç hâlini ifade ediyor olması önemli bir husustur.

“Kapalı hududun aşılması”, muhtemelen, aklın sınırlarının geçilerek insanın kendi kendisini aşması ve mutlak hakikate doğru yol alması anlamına gelmektedir. Şairin “ölümü yaşıyorum” ifadesi ise tasavvufi yolda ilerleyebilmek için elzem olan bir şarta işaret etmektedir. Bu şartla ilgili olarak bir hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Ölmeden önce ölünüz” (Aclunî, I. 38).7

Necip Fazıl’ın, “ölümü yaşıyorum” ifadesi, yukarıda belirtilen tasavvufi yolun gereklerinden birine işaret ediyor olabileceği gibi, aynı zamanda şairin çileler içindeki yaşamının zorluğunun da bir ifadesidir.

“Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli? Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?”

“Pösteki” kelimesi, “koyun veya keçi postu” manasına, “pösteki saymak” sözü ise “içinden çıkılmaz bir iş yüklenip uğraşmak” anlamına gelmektedir.8 ‘Sonsuz’u bulmak öyle kolay bir iş değildir. ‘Sonsuz’u bulmaya niyetlenmiş olmak bile “içinden çıkılamayan bir iş yüklenmek” demektir. Bu da şaire göre “delilik”ten başka bir şey değildir. Zaten “hakikat bilgisi”ne ulaşmanın bedeli de “delilik” ve “kendini kaybetmek”tir.

Buradaki “delilik” yine bir tasavvufi hâl olup kişinin zahirdeki hâlinin tesmiyesidir. Ağır bir düşünce işi yüklenip ve işin içinden bir türlü çıkamayan deli, elbette “sonsuz”u bulamaz. Çünkü tasavvuf yolunda “bulmak” diye bir kavram yoktur. Yalnızca “aramak” vardır. “Visal” in ya da kavuştuğunu zannetmek vehminin bedeli ise “kendini kaybetmek”tir; “delilik”tir;

“Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;

Belki de benliğinden kaçabilene hazır.”

Hakikat bilgisi bir “sır”dır. Bu sır benliğinden kurtulmayanlar için “açılmaya çalışıldıkça örtünen” bir sırdır. Yalnızca tasavvuf yoluna intisap etmiş olanlar bu sırra erebilirler. Çünkü onlar bu yolda kendi benliklerinden soyunmuş, kendi benliklerini unutmuş kimselerdir. Şair’e göre kişinin sırra erebilmesi, ancak “benliğinden kaçıp kurtulması” şartına bağlıdır. Böyle kimseler dünyadan ve dünyevi şeylerden elini eteğini çekmiş olup yalnız Allah’la meşgul olan kimselerdir. Onlar benliğinden kaçabilen ve nefsiyle mücadelede galip gelebilen insanlardır.

İmam Gazalî, “tasavvufun bazı şartları”nı açıkladığı eserinde şöyle buyurmaktadır:

“Bu şartı yerine getiren temiz fıtrat sahibi mutasavvıf, şeyhinden aldığı bereket sayesinde büyük cihada (Cihad-ı Ekber’e) ve Allah’ı zikretmeye koyulur. Büyük cihad, içe dönük manevi düşünceden, Allah’ı zikretmek de insanın yaptığı ve yapmaktan kaçındığı her şeyde kendisini Allah’ın huzurunda hissetmesinden ibarettir. Bunlar yanında mutasavvıf zihnini devamlı olarak yüce âlem üzerine yoğunlaştırmalıdır. Böylelikle tarikat yolundaki dereceleri konak konak aşarak en son dereceye yükselir. Bu mertebe, fâni varlık sınırını aştığı için, oraya ulaşan kimse ilahî ve rabbani bir mahiyet kazanır. İşte gerçek anlamda sufi böyle kimseye denir.”9

“Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!”

Şair de tıpkı yukarıda sözü edilen mutasavvıflar gibi hakikate ulaşabilmek için dünyaya ait olan heva ve heveslerden kurtulması lazım geldiğini bilmekte ve bunun neticesinde de kendi kendine ve kendi gönlüne seslenmektedir.

Şair “gönül”e seslenerek, onun “bütün bu geçici arzu ve isteklerden vazgeçmesini” istemekte ve gönlünün asıl meftun olması gereken şeyin “sonu gelmez visal”, “sonsuza kavuşmak arzusu”, “mutlak hakikate ulaşmak isteği” olması lazım geldiğini belirtmektedir.

“O visal, can sendeyken canını etmek feda;

Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!”

Bu mısralarda, şairin, bir önceki bölümde kendi gönlüne “sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!” diye seslenirken kullandığı “visal” kelimesinin özellikleri zikredilmektedir. Buna göre “visal”, “can sendeyken canını etmek feda” biçiminde vasıflandırılmaktadır.

Bu noktada şair, hakikati arama yolunda yürüyen bir insan olarak, “toprağa, güneşe, anneye ve sevgiliye” veda etmekte, kalbinde yalnızca Allah’a yer bırakmaktadır.

Bunu Necip Fazıl’ın bir başka şiiriyle ifade edecek olursak;

“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;

Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.”10

Necip Fazıl’ın “Visal” adlı şiiri, son derece derin tasavvufi ve felsefi çıkarımlar yapılabilecek, oldukça geniş manalar taşıyan bir şiirdir.

7+7 (14’lü) hece ölçüsüyle yazılmış olan şiir, biçimsel mükemmellikle fikrî derinliğin bir arada bulunduğu en güzel örneklerden biridir.

DİPNOTLAR

1. Necip Fazıl Kısakürek, “Çile” Bütün Şiirleri, YKY, İst. 2005, s. 238

2. Prof. Dr. Şahin Uçar, “Varlığın Mana ve Mazmunu”, İz. Yay. İst. 1995, s. 54

3. Konuyla ilgili bk. H. Bergson, “Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri” MEB Yay. İst.1997 Çev. M. Şekip Tunç

4. Prof. Dr. Şahin Uçar, “Tarih Felsefesi Meseleleri”, Nehir Yay. İst. 1997, s. 443

5. Necip Fazıl Kısakürek, “Mümin-Kafir”, b. d. Yayınları, İst 1997, s. 165

6. Mustafa Kara, “Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi”, Dergah Yay. İst. 2003, s. 64

7. A.g.e., s. 65

8. “Türkçe Sözlük” TDK. Yay. c. 2, s. 1198 (“Pösteki” maddesi)

9. İmam Gazali, “El-Munkizü Mine’d Dalâl” Kayıhan Yay. İst. 1990, s. 259 (Hazırlayan ve şerh eden Abdulhâlim Mahmud; Mütercim, Salih Uçan)

10. Necip Fazıl Kısakürek, “Çile” Bütün Şiirleri, YKY, İst. 2005, s. 139 (“Geçilmez” adlı şiirinden iktibas…)

 Bu yazı Yağmur dergisinden alıntıdır.

SON EKLENENLER

Üye Girişi