Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

2. Fikrî Açıdan Tekke Şiiri

İslâm’ın şeriat hükümleri doğrultusundaki inancını, fikrî düşünceyle birleştiren tasavvuf, İslâmiyet’in kabulünden sonra Türkler arasında da yayılmaya başlamıştır. Bu başlayış, Türkler arasında fikrî ve zühdî açıdan önemli rol oynamıştır. Müslümanlığın Türkler arasında Orta Asya’da yayılması esnasında, metod olarak şair tabiatlı Türklere şiirle hitab edilmiştir. İşte biz bu şiirlere Tekke Şiiri diyoruz Demek oluyor ki Tekke şiiri, fikrî kaynağım tasavvuftan almaktadır. Bu sebeple tasavvufun bir meslek olarak fikir ve kaynaklarına bakmak icab eder. Kaynaklarda “kendisini hikmete ve Allah’ı bilmeğe adamak” olarak tarif edilen ve Vahdet-i vücud ve Vahdet-i şuhud gibi iki ana prensibe dayanan tasavvuf, Molla Cami, Muhyiddin Arabî, Gazali gibi İslâm bilgin ve mutasavvıflarınca İslâmî temellere oturtulmaktadır. Tasavvuf, esaslarını Hazret-i Ebu Bekr veya Hazret-i Ali vasıtasıyla Hazret-i Peygamber’e kadar eriştirmekte, Küntü kenz hadisini ve Kur’an’daki Rahman Suresini kendisine delil olarak göstererek “varlığın birliği” fikrini işlemektedir.

İslâm Bilgin ve mutasavvıflarınca İslâmî bir temele oturtulan tasavvuf, bu sayede, Müslümanlığı kabul etmiş devlet adamlarından devamlı taraftar bulmuştur. Bu mesleğe mensup olanlar da büyük devlet adamları hatta sultanlar nazarında yüksek bir manevî nufuza ulaşmışlardır. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde bu hususlara da temasla şu fikirlere yer vermektedir: “İslâm âlemindeki tasavvuf cereyanı daima gittikçe artan bir kuvvetle bütün İslâm memleketlerini işgal ve istila etmiş, her tarafa hızla yayılmıştır; Gazalî’den sonra Ehl-i sünnet akideleri ile de pek iyi te’lif edilmiş olan bu cereyan, XII. ve XIII. yüzyıllarda İran’da, Orta-asya’da, Suriye’de, Mısır’da, Anadolu’da hulasa bütün İslâm sahalarında bir çok tekkeler vücuda getiriyordu”.

Bizim üzerinde duracağımız mesele, tasavvuf felsefesinin fikrî temelleri değildir. Biz, Köprülü’nün de ifâde ettiği gibi İslâm dünyasında tasavvuf felsefesini yaymak ve yaşatmak üzere kurulan tekkelerin çevresinde meydana gelen edebiyat-bilhassa manzum edebiyat- üzerinde duracağız.

Türk edebiyatı, İslâmiyet’in kabulünden asrımıza kadar, gerek tekkelerin mistik çevresinde, gerekse bu çevreden ilham alan şairlerin dinî-tasavvufi eserleriyle doludur. Bu eserler, içinde bulunduğumuz asırda incelenmeye değerlendirilmeye, ilmi usullerle tedkik edilmeye başlanmıştır. Köprülü’nün “... işte bu tekkelerde yaşayan mutasavvıfların hakiki yüzleri kalın menâkıb bulutlarıyla örtülmüş olsa bile, kuvvetli bir görüş, o bulutların arkasında bir çok mühim şairlere, derin ve serbest düşünceli bir çok mühim mütefekkirlere, samimi meczublara rastlayabilir”, diye haklarındaki ihmale işaret ettiği mutasavvıflar, bil-hassa-konumuzu meydana getirmeleri hasebiyle- tekke şairleri üzerinde yapılan tedkiklerden hareketle tekke şiirinin fikri temelleri hakkında bazı görüşler ortaya koyacağız.

Yukardaki açıklamalar çerçevesinde Tekke şiirinin fikri temelini tasavvuf felsefesinin meydana getirmesi tabiîdir. Tasavvufta ise vahdet-i vücud prensibi mühimdir ve ekseriyetle mutasavvıflar bu hareket noktasından yola çıkmışlardır. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce Maveraünnehr-İran kanalıyla İslâmiyet’i tanımış, kısa bir müddet sonra da Horasan erenlerin neşrettiği tasavvuf mesleğini benimsemeye başlamışlar; eski Türk dinine ait bir çok unsuru da böylece yaşatma imkânı bulmuşlardır’.

Ortaya koyduğu fikir ve hayat tarzı ile tasavvuf cereyanının Türkler arasında yayılmasında çok büyük payı bulunan ve “Hikmet” adı verilen dinî-tasavvufî şiirleriyle tekke şiiri geleneğinin teşekkül etmesinde mühim vazifeler îfa eden Hoca Ahmed Yesevî’den önce Türkistan'da tasavvuf yayılma zemini bulmuş, bu mesleği göçebe çadırlarında yaymaya çalışan Türk denişleri ortaya çıkmış ise de Yesevî’ye kadar büyük bir başarıdan söz etme imkânına sahip değiliz. Ancak, buna rağmen göçebe çadırlarında” ...İlahîler, şiirler okuyan Allah rızası için iyilikte bulunan bu denişleri saf Türkler, eskiden dinî bir kudsiyet verdikleri ‘ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar dediklerine kolayca inanıyorlardı”.

Bu bakımdan “Ahmed Yesevî gibi büyük bir mutasavvıf ortaya çıkıncaya kadar, Türk içtimai çevresi, mutasavvıflara, dervişlere alışmıştı. Onlara iyilik ve saadet yollarını gösteren, İlâhiler, şiirler okuyarak Allah rızası için öğütler veren bu dervişlere Türk halkı büyük sevgiyle bağlı bulunuyordu. Eski kamların, ozanların yerini ata, baba, bab ünvanlı dervişler almıştı.

İşte XII. asırda Ahmed Yesevî, şeyhi Yusuf Hamedanî’den aldığı ilhamla böyle müsait bir zeminde ortaya çıkmıştır. Ahmed Yesevî’nin belli bir temeli olmayan bir alanda Kırgızlardan, Kıpçaklara, Anadolu’ya Rumeli’ye kadar bir çok Türk şubesinde tesir icra etmesi dikkate şayandır. O, Türkistan’da müsait bir zemini olan tasavvuf felsefesini sistemleştirmiş, bir meslek hâlinde göçebe Türk çadırlarından hakan saraylarına kadar çeşitli yerlere yaymıştır.

Prof. Dr. Kemal Eraslan, hikmetlerinden hareketle Yasevî’nin Türkistan’da yaydığı fikirlerin esasını şu şekilde izah etmektedir: “...Ahmed Yesevî, mürşidi Şeyh Yusuf Hamedanî gibi Hanefî mezhebinde bir âlim ve şeriatçı idi. ... Bir mürşid ve ahlakçı hüviyetiyle onlara şeriat ahkamım, tasavvuf esaslarım, tarikatının âdab ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyeti Türklere sevdirmek ve ehl-i sünnet akidelerini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. ... Şeyhi gibi Ahmed Yesevî de Hz. Peygamberin sünnetine sıkı sıkıya bağlıdır. Tarikat sahibi olmasına ve tasavvufu benimsemesine rağmen hikmetlerinde şeriata aykırı hiçbir ize rastlanmaz. Şeriat ile tarikatı kolayca te’lif etmesi Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında suretle yayılıp yerleşmesinde, daha sonra ortaya çıkan bir çok tarikatler üzerinde müessir olmasında başlıca sebep olmuştur”. Yesevî’nin şiirlerinden de örnekler vererek onun tarikatım, şeriat ahkamı üzerine bina ettiğini ve bu görüşünü yaymak üzere vucuda getirdiği hikmetlerinde buna muhalif bir ibâreye rastlamadığını ifâde eden Eraslan, bu husustaki fikirlerini şöyle sürdürür:

“Isıksızlarnı hem cam yok hem imânı 

Resûlüllah sözın aydın me'nâ kanı

beyitiyle ilâhı aşkın hem can hem de imân olduğunu dolayısıyla tasavvuf anlayışının temelinin şeriat olduğunu belirtir. Esasen tasavvufta önemli bir veri olan “fakr” anlayışının Hz. Peygambere isnad edilen “El-fakru fahri” (fakr benim iftıharımdır) mevzu hadîsine dayandırılması da bu görüşle ilgilidir”.

Bunun yanında şeriat hükümlerine bağlı edebiyatı ‘ zühdî edebiyat” olarak değerlendiren Gölpınarlı’ya göre tasavvufî edebiyat; cennet, cehennem, ahiret telâkkilerini aşmıştır. Gölpınarlı, tasavvufî edebiyatı şöyle değerlendirir: “Bir yandan Hint-İran, Roma - Bizans efsâneleri, bir yandan Kur an ve hadislerden alman sözler, bir yandan peygamberlerin ve erenlerin hayatlarına ait menkâbeler, bir yandan tasavvufî umdeler, Türk Divan Edebiyatını yoğurmuş, bu edebiyata İnsanî ve fikrî bir yön vermiştir ”.

Dini edebiyata “zühdî edebiyat”, Divan edebiyatına “Tasavvufî Edebiyat” diyen Gölpınarlı, zühdî edebiyatla, tasavvuf! edebiyat (dîvân) arasındaki farkı, “Yunus’a atfedilen”;

 

Şol cennetin ırmakları akar 

Allah deyi deyü Çıkmış 

İslâm bülbülleri öter Allah deyi deyü

 

mısraları ile başlayan şiirle, Yunus’un:

 

Uçmak uçmağum didiğin müminleri yeltediğün 

Bir ev ile bir kaç huri arzum yokdur uçmagiçün

beyitini karşılaştırarak göstermeye çalışır.

 

Gölpınarlı’nın bu yaklaşma tarzından Tekke şiiri Hakkındaki kanaatini ancak Yunus ile ilgili örneğinden çıkarabilmekte isek de, onun Tekke şiirini ayrı bir bütünlük içerisinde telâkki etmemesinden dolayı, tekkelerin çevresinde teşekkül eden (kendisinin sandığı gibi sadece dîvan edebiyatı kalıplan içerisinde olmayan) ve şekil itibariyle hem dîvan hem de halk şairleri tarafından kullanılan nazım şekillerini kullanan Dinî-Tasavvufî Tekke Şiiri geleneğini göz önüne alınmasından dolayı bir tasnif yanlışlığı içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.

Zira Erarslan’ın da ifâde ettiği gibi sadece şeriat ahkâmını göçebe Türkler arasında yaymaya çalışan ve Tekke şiirinin - XI. yüzyılda Karahanlı sahasında gördüğümüz dinî-tasavvufî parçalar hariç ilk numûnelerini meydana getiren Yesevî’nin hikmetleri, Gölpınarlı’nın değerlendirmesine göre “zühdî edebiyat” içerisinde değerlendirilmelidir. Halbuki Yesevî, ilk Türk tarikatının kurucusu ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Ayrıca, bizim anladığımız mânâsıyla da bir dîvan şairi değildir. Bu bakımdan, Türk edebiyatının kültürel bütünlüğünü göz ardı etmeden Ahmed Yesevî’nin hikmetlerini değerlendirecek (tasnif cephesinden) olursak onları “Tekke şiiri” bölümüne almak ve bunların Tekke şiirinin ilk numûneleri olduğunu kabul etmek durumundayız.

Tekke şiirinin ilk ortaya koyucusu ve ilk örneklerini veren mutasavvıf-şair olarak kabul ettiğimiz Yesevî’nin ortaya koyduğu tasavvufî umdeler onun halife ve dervişleri vasıtasıyla Anadolu’ya da getirilmiş Tekke şiiri geleneğinin Anadolu’da ortaya çıkması ve yayılması tabiatıyla Ahmed Yesevî’den mülhem olmuştur.

Anadolu’ya gelen Yesevî ve Hayderî dervişleri Yesevî tesirini Mevlana Celaleddin-i Rûmi, Sultan Veled, Ahmet Fakih, Şeyyad Hamza, Yunus Emre gibi şairlere de taşımışlar onların Yesevî, zaman zaman da İran - Arap tesiri altında önceleri taklidi sonraları te’lif eserler vücuda getirmelerine vesile olmuşlardır.

Bu dönemde Anadolu, gerek Türkler arasında zuhur eden gerekse sair İslâm memleketlerinden Anadolu’ya geçen tasavvufî cereyanların ortaya koyduğu değişik fikirlere sahip tarikatların ortaya çıkışma da sahne olmaktadır. Birbirinden farklı fikirler neşreden bu tarikatlar, gerek hayat tarzları gerek edebiyat telâkkileri ve düşünce sistemleri itibariyle de Anadolu’da Tekke edebiyatının zenginleşmesine yardımcı olurlarken bir yandan da taraftar kazanma mücadelesinde millî zevke yöneliyorlar, ancak, bazıları da haricî tesirlerin altında kalarak, Yesevî’nin hikmetlerinde gördüğümüz tarikat-şeriat uyumunu, şeriat ahkamı aleyhine bozuyorlardı.

Bu dönemde bu fikirlerin aksine tasavvuf ve tarikatleri Anadolu’nun Türkleştirilmesi-İslamlaştırılması gibi kutlu bir vazifeye yönlendiren mutasavvıflar-dervişler de zuhûr etmiştir. Esasen geçmiş tarihlerinde ülkeler fetheden “alp tipi’ni karşımıza çıkaran Türk milleti, geldikleri yeni mekânda bu fethe “gaza” mübarekliğini de katarak “gazi tipi”ni yaratmıştır. Zaten başlangıcında dört tarafı tehlikelerle dolu olan ve henüz Anadolu’yu, Rumeli’yi Türkleştirememiş olan, haçlı seferleri sebebiyle devamlı tayakkuz halinde bulunmak zorunda kalan ve yukardaki şekliyle temas ettiğimiz bazı hasletleri bulunan bir milletin tekkelere, mescidlere kapanarak mistik bir havaya bürünmeleri mümkün olmadığından tekkelerin neşrettiği fikirlerin ağırlık merkezini “din yolunda mücadele” teşkil etmekteydi. Nitekim Prof. Dr. Ömer Lutfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı makalesi. Anadolu ve Rumeli’yi Türkleştirmek üzere yola çıkan dervişlerin mücadele şekil ve şartlarım gösteren örneklerle doludur.

Mevlâna Celaleddîn-i Rûmi ve oğlu Sultan Veled’in tasavvufî eserlerinin paralelinde Anadolu’da ilk güçlü mutasavvıf şairler, XIII. yüzyıl ortalarında ortaya çıktılar. Bunlar fikir itibariyle tasavvufun vahdet-i vücûd prensibine bağlı olan Yunus Emre “evvela herkesi Kur’an ve hadîs’e uymağa, şer’î esaslara en ufak teferruatına kadar riayete davet eder”. Bunu tasavvufun usûl ve esasının şeriat olmasına bağlar ve buna riayet etmeyenin ebedî azab içinde kalacağını söyler. Nitekim Yunus’un şu beyitlerinde de bu ifadeyi doğrular ibareleri bulmaktayız:

İsrafil sûru urula yer gök yüzü değşirile 

Harâb ola yaş u kuru çerh-i felek de yorula

 

Kimsene kalmaya bunda fenâ ola hepsi sinde 

Mikâil'in dükkânında şol hak terâzi kurula

 

Cümle halayık hep bite yeryüzünü düpdüz tuta 

Hükmeyleye Cebbâr-ı vakt mahşer dapa hep sürüle

 

Evvel bize vâcib budur iyi hulk u amel gerek 

İslâm adı konucağız yoldaşımız imân gerek

 

İsrâfıl sûrun urunca cümle mahluk uyanınca 

Soru hesap sorulunca Arap dili lisan gerek

 

Müslümanım diyen kişi şartı nedir bilse gerek 

Tanrının buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek

 

Her kim Müslüman olmadı beş vakt namazı kılmadı 

Bil kı Müslüman olmayan ol tamuya girse gerek

 

İşit sözünü ey âkil tanla seher vaktinde dur 

Öyle buyurmuş ol kâmil tanla seher vaktinde dur

 

Okuna hadîs ü kelâm diyeler aleyhisselâm 

Âşık isen belli bifem tanla seher vaktinde dur

 

Sana derim ey velî dur erte namazına 

Eğer denilsen ölü dur erte namazına

 

Tasavvuf görüşünü, şeriat ahkamı üzerine bina eden Yunus Emre’nin lirizmini sağlayan İslâmî-Nev-Eflâtunî bir tasavvuf anlayışına sahip Mevlâna Celâleddin Rumî’dir. Onun Mevlâna’dan ilham alan “...sufiyâne şiirleri Anadolu’da süratle yayılarak asırlarca devam etti, onun bir çok takipçi ve taklitçisi yetişti ve böylece halk diliyle ve millî hece vezniyle sûfîyâne şiirler yazmak ananesi, İran te’sirinin en kuvvetlendiği devirlerde bile kuvvetini kaybetmedi”. Şiirlerini Farsça yazan ve İran kültürünün yoğun tesiri altında bulunan Mevlâna’dan Yunus’un tasavvuf görüşü itibariyle istifade ederken, İran dili ve kültürünün -o dönem için- cezbedici tesirinde kalmayarak, millî kültüre ve millî zevke yönelmesi Türk edebiyatının Anadolu’daki inkişâf ve istiklâli açısından çok mühim bir hadisedir.

Nitekim Yunus Emre’nin bu yönelişi Anadolu’da kendisine bir çok taraftar ve takipçi sağlamıştır. Onun ilk büyük takipçileri, İran tesirinden tamamıyla kurtulamamış olsa da millî zevke de yönelen Âşık Paşa ile ondan daha millî ve müessir Said Emre ve Kaygusuz Abdal’dır. Bu şairler kuvvetli nazımları ile sûfîyâne konulan işliyorlar ve bu bakımdan da ayrı bir ehemmiyet kazanarak, Anadolu’da Tekke şiirinin takip edeceği çığırı belirliyorlardı.

Bu arada, yukarda da temas ettiğimiz üzere, bazı Tekke şairleri —aynı fikir kaynaklarından beslenmiş olmalarına rağmen— zuhur eden yeni bazı tarikatların İslâm’a başka cephelerden bakarak, yıkıcı tesirlere kapılmaları gibi sebeplerle şeriat-tasavvuf birliğinden uzaklaşmalarından etkilenerek İslâm’a aykırı fikirler neşretmişlerdir ki, bunları burada uzun uzun anlatmakta bir fayda görmüyoruz.

SON EKLENENLER

Üye Girişi