Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SABAHATTİN ALİ'NİN YAŞAMI VE ÖYKÜCÜLÜĞÜ 

Birkaç yıl önce, başını Kaz Dağları’na yaslamış Altınoluk Köyü'ne çıkarken rastladım ona; solda, Antandros Amfi tiyatrosunun hemen yanı başında. Daha önce neden dikkatimi çekmemişti. Yanına vardım. Suskuyla anlatıyordu her şeyi. O topraklarda çocukluğunu, ilk gençlik yıllarını geçiren Sabahattin Ali'nin büstüydü bu. İki yanında; dörderden sekiz yazıt. Üstlerinde, Sabahattin Ali'nin hemen hepsi bestelenmiş şiirleri yazılı:

Leylim ley, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Benim Meskenim Dağlardır, Melankoli, Ben Yine Sana Vurgunum, Aldırma Gönül Aldırma, vb.

Büst, 2009 yılında, Altınoluk Belediyesi'nce yaptırılmış. Ölümünden 61 yıl sonra da olsa, belediyenin bu değerbilirliğini alkışlamak geçti içimden. İki tarih arasında, yalnızca kırk bir yıllık bir yaşamı simgeleyen o kısacık çizgiye, birkaç ömrü kapsayacak bilgiyi, gözlemi, kültürü, sanat yapıtını ve acıyı sığdırabilmiş Sabahattin Ali.

25 Şubat 1907'de Gümülcine'nin Eğridere kazasında dünyaya gelmiş. Babası Selahattin Ali, Osmanlı Ordusu'nda bir yüzbaşı. Çanakkale Savaşı'ndan sonra ordudan ayrılıp İzmir'e yerleşir, Karşıyaka'da bir gazino işletmeye başlar. Ancak İzmir'in işgaliyle, düzenleri alt üst olan aile, Sabahattin Ali'nin Edremit'te yaşayan anneannesi Hatice Hanım'la, dedesi Mehmet Ali Bey'in yanma sığınmak zorunda kalırlar.

Sabahattin Ali, 1921 yılında, Edremit İlkokulunu bitirir ve Galatasaray Sultanisi'ne girmesi amacıyla İstanbul'daki büyük dayısı Sait Bey'in yanma gönderilirse de, karışık savaş ortamında okula kaydolamaz, geri döner. O yıl boşa geçmesin diye, Balıkesir'deki Öğretmen Okulu'na kaydolur.

1926'da babası ölünce, İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'na geçer ve 1927'de bu okulu bitirir. İstanbul'daki en yakın arkadaşı, o sırada Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olan Pertev Naili Boratav'dır. Aynı yıl, Yozgat İlkokulu'na öğretmen olarak atanır.

Babasının genç yaşta ölümüyle, Sabahattin Ali, ailenin tüm sorumluluğunu üstüne alır. Cezaevi günlerinde bile, annesinin maaşını göndermeyi savsaklamaz. Kimi zaman bu konuda kendisine Pertev Naili Boratav ya da Edremit'ten çocukluk arkadaşı, şair Mustafa Seyit Sutüven yardımcı olurlar.

1928'de, Mili Eğitim Bakanlığı'nın Almanya'ya öğrenci göndereceğini öğrenir ve son anda sınava girer, kazanır; böylece Almanya'da "Berlin yılları" başlar.

Daha yirmi bir yaşındadır Sabahattin Ali.

Berlin'de geçirdiği yaklaşık iki yıllık süre, onun yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır. Sabahlara dek çalışarak kısa sürede Almanca öğrenir ve klasikleri Almanca asıllarından okur. Alman komünistleri Spartakustlerle tanışır. Birkaç sandık dolusu kitapla döner Türkiye'ye. Dünya yazınının klasikleri yanında, Karl Marks, Engels, Lenin, Rosa Luksemburg gibi siyasi yazarların yapıtları da vardır bu kitapların arasında.

1930'da, Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır. O yılların yeni Türkiye Cumhuriyeti için, uçta, aşırı bir gençtir Sabahattin Ali. Kabına sığamayan bir kişiliği vardır, zekâsı ve birikimiyle toplumun çok önündedir.

1931'de, Aydın'da, yıkıcı etkinlikte bulunduğu, öğrencilerin aklını tehlikeli bilgilerle doldurduğu gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine konur, üç ay sonra aklanır. Cezaevinde geçirdiği bu süre, onun yaşamında ikinci önemli dönüm noktasıdır. Çünkü, öykülerinin temel öğesi olan Anadolu insanını ilk kez yakından tanıma olanağı bulmuştur.

30 Eylül 1931'de, Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır. Kağnı-Ses, kitabında yer alan 'Bir Skandal' adlı öyküsü, Konya'yı bir çırpıda tanımlayıveren şu tümceyle başlar:

"Muallim olarak geldiğim şehir, Orta Anadolu'nun bozkırlarında, bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu."

Bu kentin aydınlarıyla, (doktor, avukat, öğretmen vb.) kurmak zorunda olduğu zoraki yakınlık, onun ikinci kez tutuklanmasına neden olur. O tarihlerde Konya'da yaşayan Cemal Kutay ve Emin Soysal, onun bir arkadaş toplantısında okuduğu şiirin, Atatürk'e hakaret içerdiğini savlayarak, adli makamlara ihbarda bulunurlar. Sabahattin Ali, 14 aya mahkûm olur. 8 Ocak 1933 tarihinde Konya'dan arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya yazdığı mektupta;

"Benim mesele, senin zannettiğin gibi, fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açık olduğu bir-iki namussuz, başıma bu işi getirdi," der.

Sabahattin Ali, Mayıs 1932'de, Konya'dan, Sinop Cezaevi'ne nakledilir. Milyonlarca insanın dilinden düşmeyen 'Aldırma gönül, aldırma,' nakaratlı şiirin de içinde bulunduğu 5 Hapishane şarkısını Sinop Cezaevi'nde yazar.

Ekim 1933'te, Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur; Ankara'da, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi'nde iş bulup çalışmaya başlar.

1944'lere dek Sabahattin Ali'nin, düzenli verimli bir yaşantısı vardır. 1935'te Aliye Hanım'la evlenir, 1937'de kızı Filiz dünyaya gelir. Sabahattin Ali'yi, 1938'de, önce, Musiki Muallim Mektebi'nde, ardından Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmeni olarak görüyoruz. Kısa bir süre sonra da, konservatuarın opera ve tiyatro bölümünü kurmakla görevli, ünlü Alman sahne sanatçısı, yönetmen, Carl Ebert'in çevirmenliğini ve dramaturgluğunu üstlenir. Cari Ebert, Hitler yönetimine karşı geldiği için ülkesinden ayrılmış, bir fırsatı değerlendirerek Ankara'ya yerleşmiştir. Yıllar sonra, 1961'de Filiz Ali'yle Newyork'ta karşılaştığında, Türkiye'de çok arkadaşım oldu, fakat baban tek dostumdu. İkimiz tam anlamıyla bir kardeşlik kurduk. Hayatımda, ailem dışında 'sen' diye seslendiğim az bulunur kişilerden biriydi, baban' diyecektir.

1934'ten başlayarak, Sabahattin Ali'nin art arda kitapları yayımlanır. İlk şiir kitabı 'Dağlar ve Rüzgâr'ı 1935'te, 'Değirmen' adlı öykü yapıtı izler. 1936'da 'Kağnı', 1937'de 'Ses', ve ilk romanı Kuyucaklı Yusuf'u yayımlatır. 1943'ten sonra, Değirmen ile "Dağlar ve Rüzgâr", "Kağnı" ile de "Ses" birleştirilerek yeniden yayımlanır.

Yazarlığının yanı sıra, iyi bir fotoğraf sanatçısıdır Sabahattin Ali. Devletin açtığı pek çok yarışmada, çektiği fotoğraflar, ödüle değer bulunmuştur. Kızı Filiz Ali'nin anlattığına göre, okumak, hiç vazgeçmediği bir alışkanlığıdır Sabahattin Ali'nin. Okuması için özel bir yere gereksinim duymaz; yolda yürürken, otobüs beklerken, trende, vapurda, hatta tuvalette, akla gelebilecek her yerde onu elindeki kitaba gömülmüş görmek olağandır. Ne acıdır ki, ölüm de onu böyle bir anda yakalar. Kırklareli'den Bulgaristan'a kaçarken yol göstermesi için yanına aldığı, öldüren olduğu savlanan Ali Ertekin, verdiği "ifade"sinde, onu bir mola anında, kitap okurken öldürdüğünü “itiraf” eder.

Ona bu acıklı sonu hazırlayan olaylar dizisine bir göz atalım:

1944 Nisan'ında, Turancılığı savunan yazar Nihal Atsız'ın, solcuları hedef gösteren, onlara hakaret içeren yazılarından dolayı, Sabahattin Ali ona dava açar. Duruşmalarda, Turancı öğrenciler, Nihal Atsız'ı destekleyen gösteriler yaparlar, yürüyüşlere katılırlar. Sabahattin Ali'ye ise saldırırlar ye onun kitaplarını yakarlar. Mahkeme sonucunda, Nihal Atsız, dört ay hapis cezasına çarptırılsa da, bu olaylar sonucunda en büyük zarara uğrayan Sabahattin Ali olur. İzleyen günlerde, Sertel'lerin Tan Matbaası yakılır ve Sabahattin Ali, "Milli Eğitim Bakanlığınca ceza olarak Bakanlık emrine alınır"; artık Sabahattin Ali işsizdir.

Aziz Nesin'le birlikte, İstanbul'da haftalık, Marko Paşa gazetesini çıkarmaya başlar. Halk öylesine ilgi gösterir ki bu karşıt görüşlü gazeteye, 6000 basılan ilk sayı, 8. sayıda 34.000 adede ulaşır. Bu gelişme iktidarın gözünü korkutur. Gazetede çıkan Aziz Nesin'in bir yazısından ötürü, gazetenin sahibi olması nedeniyle, Sabahattin Ali tutuklanır. Üç ay süreyle, Üsküdar'daki Paşakapısı Cezaevinde yatar. Marko Paşa kapatılır. Onun yerine çıkarılan Malum Paşa ve Merhum Paşa da kısa sürede kapatılır. Daha sonra çıkarılan Ali Baba adlı gazetenin ömrü yalnızca bir sayı olur.

Sabahattin Ali, cezaevinden çıktıktan sonra sürekli izlenmektedir. Bu süre içinde, İstanbul'da Mehmet Ali Aybar'ların, Adalet Cimcoz'ların evinde kalır. Çünkü ailesi Ankara'dadır. İşsiz ve sürekli saklanmak zorunda kalan bir kişi için, ülkeyi terk etmekten başka bir çıkar yol bulunmamaktadır; ancak, pasaport alması olanaksızdır. Bir kamyon alıp nakliyeciliğe başlar. Kırklareli'den Bulgaristan'a kaçmak isterken öldürülür.

 

SABAHATTİN Ali'nin yapıtları:

Sağlığında on kitabı yayımlanmıştır:

Ses, Kağnı, Değirmen, Yeni Dünya, Sırça Köşk (Öyküler)

Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan (Roman)

Dağlar ve Rüzgâr (şiir)

Esirler (Oyun)

Ölümünden sonra Hikmet Altınkaynak'ın derlediği "Sabahattin Ali-Marko Paşa yazıları ve ötekiler". Bunların dışında, Asım Bezirci, Ramazan Korkmaz, Filiz Ali Laslo, Kemal Sülker, Kemal Bayram ve Almanya'da Elizabeth Siedel, Sabahattin Ali üzerine araştırmalar içeren çeşitli kitaplar yayımlamışlardır.

 

ÖYKÜCÜLÜĞÜ:

1930'larda ülkemiz yazın dünyasında geçerli olan, gerçekçi akımın öncülerindendir. Bugün pek çok yazarın benimsediği, 'ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir' savı, Sabahattin Ali'de tersine işler. O, nasıl anlattığıyla değil, neyi anlattığıyla ilgilidir. Biçimden çok, özü önemser. Fazlaca yazınsal kaygı gütmeden, ancak yine de "edebiyat"ın çerçevesi içinde kalarak yazar öykülerini. Slogan atmaz, herhangi bir düşünceyi dikte ettirmez; amacı, okurda soru imleri yaratmaktır.

Onun öykülerindeki başat izlek, ezen-ezilen ikileminde, Anadolu'daki yoksulluktur. Bir yazgı olarak algılanır bu yoksulluk, soğuk ve katıdır, üşütür insanı.

Sabahattin Ali'nin öykülerinde mutlu son yoktur. Hiçbir zaman, Hızır yetişmez, bir tansık çıkmaz ortaya. Halkı ezenlerin de gücünü vurgular öykülerinde. Kimdir bu ezenler? Köylerde ağadır; kasabalarda, kaymakam, jandarma; cezaevlerinde acımasız gardiyanlardır.

Doktorları da alabildiğine eleştirir. Onlar da, son derece acımasız, çıkarlarını düşünen para canlısı insanlardır. Onları bu denli eleştirmesinin nedeni, doğrudan yönetici sınıftan sayılmasalar bile, maddi varlıkları ve yaşam biçimleri gereği yönetici sınıfa yakın olmaları ve ezenlere yakın oldukları ölçüde varsıllıklarını daha da arttırmalarıdır. Örneğin, "Sulfata" adlı öyküsünde doktor, karısı sıtmadan titreyen köylüye inanmaz, onu kapıdan kovar. Köylü, bütün parasını, devletin parasız vermesi gereken 'sulfata' adlı ilaca yatırır.

Sabahattin Ali, iyi eğitim görmüş kentli aydınlarla da öykülerinde hesaplaşır. "Köpek" öyküsü buna güzel bir örnektir. Yurtdışında eğitim görmüş, İstanbullu genç bir mühendisin, nişanlısıyla birlikte Konya Ovası'ndan geçerken, bir çobanla karşılaşmalarını anlatır. Çoban karın tokluğuna hiç para almaksızın ağanın sürüsünü otlatmaktadır. Yaşlı annesiyle birlikte yaşar. Hiç çoban görmemiş olan gencin nişanlısı, mühendisten arabayı durdurup, çobanı yanlarına çağırmasını ister. Mühendis ve nişanlısı soru yağmuruna tutarlar yoksul çobanı. İlk soru, genç mühendisten gelir?

"Bu koyunlar senin mi?"

"Nereden benim olsun beyim, biz karnımızı zor doyuruyoruz, ağanın bunlar."

Saçma soruların ardı arkası gelmeyince, çoban sıkılır; kısa, isteksiz yanıtlar verir. Çobanın bu davranışını umursamazlık olarak algılayan genç mühendis silahını çeker, onun en sevdiği varlığı olan köpeğini; sürekli dertleştiği sürünün bekçisi Karabaş'ı öldürür. Sabahattin Ali, bu eğitimli genci bir caniye dönüştürerek, bilinçsiz, züppe aydınların tümünden öcünü almış, okurda nefret duygusu yaratmayı başarmıştır.

Anadolu'da,  özellikle Konya'da Meram Bağları'ndaki oturak alemlerinin de öyküsünü yazmıştır Sabahattin Ali. Gramofon Avrat (filmi de çekildi) ve Yeni Dünya, bu konuda yazılmış en güzel öykülerdir. Yeni Dünya'da insanlığını unutmuşların dramı yansıtılır. İnsanların bir ölüye bile saygıları yoktur. Yeni Dünya yaşlı ancak iyi dans eden bir kadındır. Deli Emine ise genç ve güzeldir. Her ikisi de bir düğüne çağrılıdır. Herkes, Deli Emine'nin oynamasını ister. Oysa Yeni Dünya, bu düğüne katılıp ekmek parasını çıkarabilmek için dokuz saatlik bir yoldan gelmiştir. Ölümüne dans eder ve sonunda yaşlı bir kadının evinde ölür. Düğünün tadını kaçıranlar, bu cesedi, bir çula sarıp arabaya atarlar. Kimsenin cesetle ilgilendiği yoktur. Araba hareket ettikçe cesedin başı tekerleklere vurur durur.

Gelelim aşk öykülerine. Belki herkesin düşlerini süsleyen; ancak gerçekte var olmayan aşklardan söz eder Sabahattin Ali; sevdikleri uğruna gözünü kırpmadan ölüme atlayanlardan... Dili coşkuludur; hemen içine çeker okuru. En güzeli "Değirmendir." Olay, Edremit yöresinde geçer. 'Atmaca' takma adlı bir çingene genciyle, değirmencinin tek kollu güzel kızının aşkını anlatır. Atmaca, deliler gibi sever sevmesine de, bu aşka inandıramaz sevdiğini. Kız da onu sever; ancak, bu eksikli haliyle sevildiğine emin olamaz bir türlü. Bir gece Atmaca, yöre halkını değirmende toplar. En içli aşk ezgilerini çalar klarnetiyle. Sonra kalkar, tek kolunu değirmenin taşlan arasında koparır. Sevdiğinin bedeninde olmayan bir organın, kendi bedeninde varlığını sürdürmesine katlanamamıştır delikanlı.

Aşk öyküleri denince Hasanboğuldu'yu anmadan geçmek olur mu? Söylenceler üreten Kaz Dağları'nda yaşanmış bir aşkı anlatır bu öykü. Hasan, Zeytinli Köyü'nden, yerleşik düzene alışık bir yiğit delikanlı. Emine ise, dağların doruğuna oba kurmuş, konar-göçer bir ailenin ele avuca sığmaz kızı. Aşkları büyük. Ancak Emine'nin ailesi, hemen vermek istemezler kızlarını Hasan'a. Delikanlının zorlu bir sınavdan geçmesi gerekmektedir. Emine'yle birlikte Zeytinli Köyü'nden yola çıkacak, sırtına vurduğu altmış kiloluk tuz çuvalını, hiç dinlenmeksizin obaya çıkaracaktır. Hava alabildiğine sıcak, dağ yolları çetindir. Hasan, yüreğindeki yangın yetmezmiş gibi, sıcakta iyice nemlenen tuzun, teninde çıkardığı yangınla da baş etmek zorundadır. Yolu yarıladıklarında bir gölet çıkar karşılarına. Biraz oturup dinlenmek ister delikanlı. Ancak Emine, kabul etmez bu öneriyi, 'Sözümüzde dinlenmek yoktu.' der. Sonra çuvalı sırtlayıp, bir çırpıda çıkarır dağların doruğuna. Hasan, elinde Emine'nin yemenisi, içinde sevdiğini yitirmenin acısı ve utancıyla bırakır kendini göletin sularına, yitip gider. Emine geri döndüğünde Hasan'ı bulamaz. Ona anmalık olarak verdiği yemenisi, bir yaşlı çınarın dallarında sallanmaktadır. Hasan'ın öldüğünü anlar. O da yemenisiyle asar kendini çınarın dallarına.

Sabahattin Ali, bu öyküyü yazdıktan sonra, o güne değin Kızılkeçeli olan yörenin adı Hasanboğuldu'ya dönüşmüş; o çınar da Emine'nin çınarı olarak anılır olmuş. İşte öykünün gücü!

Sabahattin Ali'nin bugün bir gömütü bile yoktur. Kızı Filiz Ali, 'Sabahattin Ali Günleri' etkinliğine katılmak için 1993 yılında Kırklareli'ne gittiğinde gördüklerine inanamaz. Babası, Kırklareli köylerinin folkloruna girmiş, bir halk kahramanına dönüşmüştür. Duygulanır ve ilk kez babasının öldüğüne inanır. Sabahattin Ali'nin cesedini bulan çobana götürürler onu. Her şeyi bir de ondan dinler. Babasının kemikleri yıllarca oradan oraya taşınmış, ancak Sabahattin Ali'ye ait oldukları bir türlü kanıtlanamamıştır. O da cesedin bulunduğu çatağın yakınındaki kayanın üzerine bir mermer diktirir ve üzerine, Sabahattin Ali'nin çok sevdiği dağlar için yazdığı şiirin ilk dizelerini kazıtır.

"Başım dağ,

Saçlarım kardır.

Benim meskenim dağlardır,"

Siyasal kıyımlara uğrayan tüm aydınlarımızın anısına saygıyla...

 İnci Ponat

Kaynakça: 

"Filiz Hiç Üzülmesin", Filiz Ali -Yapı Kredi Yayınları 

"Bütün Öyküleri", Sabahattin Ali -Yapı Kredi Yayınları

http://www.turkdilidergisi.org/155/InciPonat.htm


 

SABAHATTİN ALİ’NİN ÖYKÜLERİ

Edebiyatın farklı pek çok türünde eser verse de öykücü olarak anılan Sabahattin Ali'nin beş öykü kitabı vardır: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk.

Sabahattin Ali öykülerinde, zorluklarla mücadele eden küçük insanın günlük dertlerini anlatır. Öykülerinin konularını da yaşamdan seçer: aşk, düşkün kadınlar, hapishane ve mahkûmlar, hastane ve doktorlar, işçiler, memurlar, aydınlar. İlk öykülerinde küçük insanın başından geçenleri anlatır-ken, zamanla bozuk düzenin eleştirisi ve bu düzenin değiştirilmesi gerekliliği de öykülerin bir parçası haline gelir.

Kendisinden önce Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Kenan Hulusi Koray, Sadri Ertem gibi yazarlar Anadolu'yu anlatmışlarsa da; Sabahattin Ali, gerçeği kavrama ve ifade etmede kendisinden önceki yazarların yapamadığını yapmış, gerçeği olduğu gibi, yorumlamadan, duygularını katmadan ele almış, olguları olay düzeniyle -olay ölçüsünde- anlatmıştır. Böylece, öğreten, belleten, düzelten ya da acıyan, şefkat gösteren, taraf tutan yazarlardan olmamıştır. Nâzım Hikmet'in şu tespiti bu nedenle son derece doğrudur: "Evet, Türkiye orta sınıflarının, köylüsünün, fukarasının hayatını bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalıkla ve inkılâpçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız odur." 

Benimsediği dünya görüşü doğrultusunda "halkçı sanat" anlayışını savunan Sabahattin Ali, öykülerinde romantik konular işlese bile, duygularını gizlemiş, nesnel sayılabilecek yalın ve açık bir anlatımı benimsemiştir. Halk için yazmakla popülist olmak arasında ince ayrımı her zaman gözetmiş, kendi deyişiyle "samimi bir realizm" le Türk edebiyatının en beğenilen öykülerini kaleme almıştır.

Sabahattin Ali'nin öykülerinde "olay" önemli bir yer tutar ve öykülerin yapısı klasik olay düzenine dayanır: giriş- gelişme-düğüm-çözüm. Varlık dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide öykü anlayışı ve öykülerinin yapısı hakkında kısa bir açıklama yapmıştır: "Hikâye yazmak hayli güç bir iştir. Güçlüğü nisbetinde nankördür. Şiir insanda yarattığı lirik heyecanının derecesi kadar uzun ömürlü olur, fakat epik eserin hayatı yarattığı insanların hakiki bilgisine, canlılığına tâbidir. Hikâyede ise insan yaratmak pek zor, bazan imkânsızdır. Hikâyenin merkez sıkleti vaka, (anekdot) olduğuna, ve vakalar pek çabuk aktüel olmaktan çıkacağına göre, hikâyelerin uzun ömürlüleri parmakla gösterilecek kadar azdır. Garba baksanız, orada bile bugün ayakta durabilenler Boceado, Poe biraz da Çekof'dur..." 

Maupassant tarzı öykücülüğü benimseyen Sabahattin Ali öyküleriyle bu anlayışı geliştirir. Bu türde yazan öykücülerden farklı olarak, kahramanları sınıfsal ilişkileri içinde, yaşayan "gerçek" kişilerdir. Bir tezi savunmak için değil, bir olayı yaşatmak ve yaşatırken okurda kalıcı değişiklikler yaratmak arzusuyla yazdığı öykülerde merak unsuru hep üst düzeydedir, merak yavaş yavaş başlar ve sona doğru artar.

Bütün bu özellikleriyle Sabahattin Ali, Türk öykücülüğünde Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal'le sürecek yeni bir çığırın öncüsü olmuştur. Sabahattin Ali'nin açtığı bu çığır, "toplumcu gerçekçilik", "eleştirel gerçekçilik", "romantik ve psikolojik gerçekçilik"in iç içe geçtiği, inşam anlama ve kavramada natüralizme yaklaşan özellikler taşımaktadır.

Kahramanların doğayla ilişkisi, kendilerini doğanın bir parçası saymaları ve doğadan uzaklaştıkça mutsuz olmaları ("Ses"te kahraman doğadan aldığı güç ve yalınlıkla türküsünü söyleyebilmekte, doğadan kopunca bu yeteneğini kaybetmektedir, "Bir Orman Hikâyesi"nde orman köylülerin koruyucusudur, orman yok olunca onların hayatı da yok olacaktır) natüralizmin habercisi sayılabilecek bir doğacılık, doğallık belirtisidir.

İlk öyküsünden son öyküsüne kadar karakteristik çizgiler taşıyan, olay eksenli bir yapı kuran Sabahattin Ali'nin öykü kitaplarına tek tek bakıldığında yapısı değişmese de öykülerinin konu ve anlatım olanakları açısından zamanla geliştiği görülecektir:

Değirmen

1926-29 yılları arasında yazılmış öykülerden oluşan kitabın ilk bölümünde (Değirmen, Kurtarılamayan Şaheser, Viyolonsel, Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi vb.) Sabahattin Ali'nin olağanüstü ve düşsel bazı motifleri ve olayları ele aldığı görülmektedir. Bu öykülerin dili dönemine göre sade olsa da anlatım şairanedir. Betimlemelere ve benzetmelere fazlaca yer verilmiştir.

İkinci bölümdeki öyküler (Bir Delikanlı Hikâyesi, Bir Orman Hikâyesi, Kazlar, Bir Firar, Kanal vb.) yeni bir anlatıma yönelişin habercisidir. Bazılarında romantik öğeler bulunsa da bunlar Sabahattin Ali öykücülüğünün karakteristik özelliği "gerçekçiliği"yle yoğrulmuş, çarpıcı öykülerdir.

Kağnı 

Biri dışında hepsi 1935-36 arasında yazılan öykülerin çoğu köy ve hapishane yaşantılarını anlatmaktadır. İlk kitaptaki acemiliklerden, şairane söyleyişten ve süslü anlatımdan uzaklaşan Sabahattin Ali, özellikle "Kağnı", "Apartman", "Düşman" öykülerinde sınıf kavramına, ekonominin insan hayatındaki belirleyici özelliğine göndermeler yapar. Hayatın içinden gözlem yoluyla devşirilen olaylar, sorgulayan ve eleştiren birer öyküye dönüşür.

Ses

1936-37 yıllarında yazılan, pek çoğu, işçi ve köylülerin yaşamlarıyla ilgili öykülerdir. "Ses", "Köpek", "Sıcak Su" gibi öykülerde Sabahattin Ali'nin yurt sevgisini açıkça görmek mümkündür. Anadolu köylüsünü yabancı bir seyyah gözüyle kaleme alan yazarları konuşmalarında sıkça eleş-tiren Sabahattin Ali, "Ses"te Anadolu'nun çileli, çaresiz ve kimsesiz insanlarını çok içten ve yalın biçimde dile getirmektedir.

Yeni Dünya

1936-42 yıllarında dergilerde yayımlanan öykülerden oluşan kitap Sabahattin Ali'nin ustalık ürünüdür. Öykücülüğünün temeli olan klasik olay yapısı değişmez; ama dil çok daha yalın ve pürüzsüzdür. Dış dünyaya ait gözlemler, kahramanların iç dünyasıyla çok başarılı bir şekilde buluşturulur ve ortaya derinlikli öyküler çıkar. "Asfalt Yol", "Bir Konferans" öykülerinde eleştirilerine mizahi bir üslup sinmiştir.

Sırça Köşk

1944-47 yılları arasında yazılan öykülerden oluşan kitap Sabahattin Ali'nin son öykü kitabıdır. Bu öykülerinde Sabahattin Ali artık "kent"e bakmakta, halkı sömüren tüccarları, doktorları ve sözde aydınları eleştirmektedir. "Böbrek", "Cankurtaran", "Dekolman" hastane öyküleridir ve bu öyküler konu bakımından Türk edebiyatında ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

Kitabın sonundaki dört masaldan "Bir Aşk Masalı" aşk öyküsüdür, diğer üçü "Sırça Köşk", "Devlerin Ölümü" ve "Koyun Masalı" alegorik anlatımlı eleştirel öykülerdir. Özellikle "Sırça Köşk"te Sabahattin Ali içinde yaşadığı çağı, iktidarı ve giderek tehlikeli bir hal alan faşizmi çok sert eleştirir. Siyasi olarak daha sert bir söylemin habercisi olan bu masallar, etkisini kısa sürede gösterir, 1947'de yayımlanan Sırça Köşk Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır.

Sabahattin Ali'nin gerçeği ve acıyı katıksız bir yalınlıkla anlatan öyküleri, modern tragedya olarak değerlendirilebilecek ölçüde etkileyicidir.

Sevengül Sönmez

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi