VAROLUŞÇULUK AKIMI
(Existentialisme)
Varoluşçuluk, hemen İ00 yıldır tanınan bir felsefe sistemi, 1935'lerden beri ise daha çok edebiyata uygulanmış bir akımdır. Dünyaya yayılışı ve tutunuşu, II, Dünya Savaşı sonuna rastlamakta, hâlâ da etkileri sürüp gitmektedir. Felsefe ve edebiyat olarak bu akınım başkenti Paris, ünlü lideri ise Jean-Paul Sartre (1905-1980} olmuştu.
Varoluş felsefesinin ilk görüşleri 19. yüzyıl ortalarında belirmiştir. İlk büyük filozofu Danimarkalı Sören Kierkegaard (1813-1855)'dır. Bîaise Pascal (1623-1662) da ve hatta Sokrates'te bile Varoluşçuluk'un ilk izlerini bulanlar eksik değildir. Kierkegaard'dan sonraki filozof ve yazarlar arasında (bir yanı ile) Frederic Nietzsche (1844-1900) Karllaspers (1883-1969), Gabriel Marcel, Martin Heideggerve Jean Paul Sartre bu düşüncenin önde gelenleridir. Varoluşçuluk akımını uzun bir süre J. P. Sartre, Simon de Beauvoir (1908) ve Merleau-Pontyyi içine alan Paris Felsefe Okulu temsil etmiştir.
Varoluşçu felsefe iki kola ayrılır
a) Dine Bağlı Varoluşçuluk
Ünlü filozofları Sören Kierkegaard ve katolik Gabriel Marcel'dir.
Varoluş fikri bir yaşayış buhranı ve sistem olarak Hıristiyan kaynaklarından doğmuştur. Kierkegaard, Descartes'a büsbütün zıt bir görüşle, hiçbir varoluşun dolayısıyla Allah'ın da isbat olunamayacağını, çünkü O'nun bir fikir değil kendisine bağlanılan ve yaşanan bir varlık olduğunu ifade etmiştir. Allah'ı inkâr bir hafiflik, fakat onu isbata kalkmak küfürdür. Dini akılla izaha kalktınız mı, onu temelinden yıkmış olursunuz. İsbatçı filozofların Allah anlayışı, matematik denklemi gibidir. Oysa kutsal kitapların anlattığı Allah gerçek bir varlıktır. Hakikî bir dindar Allah'la içten şahsî temas halindedir. Kierkegaard der ki: "Hakikat hürriyetimizin hareketidir. Lâkin biz bu seçimi aklın önderliğiyle yapamayız. Bu, bilinmeyene doğru şuursuz bir hamledir. Bunu yaptıran sonsuzluk, yani iman, yani Allah sevdasıdır. Ancak Allah'a sığınmak suretiyle hayatın çelişmelerinden kurtulabiliriz."
Katolik Gabriel Marcel dinî varoluşçuluğu daha sistemli bir hâle koymuştur. Ona göre varoluş, daima seçmek suretiyle kendi kendini yapmaktadır. Kendi kendini yapan insanın bu atılışındaki hedef, Sartre'in dediği gibi hiçlik değildir, daha fazlaya, daha yüceye yani Tanrı’ya gidiştir. Biz Allah'a akıl ile yaklaşanlayız, bu yürüyüş içgüdünün, hayatın yürüyüşüdür, imana ulaşmak için ahlâkî bir hazırlığa ve ondan doğacak seçime ihtiyaç vardır. Ancak o zaman bize musallat olan saçma ıstıraptan kurtulabiliriz. Hür seçimi yalnız iman sayesinde yaparız. Ümit hayatın şartıdır ve âdeta ruhumuzun yapıldığı kumaştır.
b) Tanrı Tanımaz Varoluşçuluk
Başlıca filozofları Martin Heidegger, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, George Bataillevb, dır.
Tanrı tanımaz Varoluşçular, Hıristiyan fikirleriyle, bazı temel görüşlerde birleşirlerse de yaşamanın gayesi, ümitsizlik, bunalım gibi konularda onlardan ayrılırlar.
Aşağıda, sanat ve edebiyatla yakın bağlantısı dolayısıyla Varoluş akımının dünyaca bilinen temsilcisi olması bakımından bilhassa Jean Paul Sartre'in görüşleri anlatılacaktır.
"Dostoyevski'den Sartre'a Varoluşçuluk" adlı inceleme eserinde Walter Kaufman, bütün Varoluşçular için şu üç ortak inançtan söz ediyor;" Varoluş'un Öz'den önce geldiğine inanma noktasında birleşirler. Topluma karşı kişiyi (ferd) tutarlar. Birde eski felsefeye karşıdırlar. Bu üç esastan başka beraberlikleri görülmez."
Paris Mektebi'nin temsil ettiği Varoluşçuluk bir sistemdir. Bu sistem, eski felsefeye, ruha, akla, duyguculuğa ve idealizme karşıdır. Tanrıya, tarihe, geçmişe, geleceğe inanmaz. Rejimlere, gelişmeye, ahlâka, aşka ve bütün kurtuluş umutlarına şüpheyle bakar. İnsanı tam bir çıkmazda bırakır ve o çıkmazdan başlayarak yeni insan kavramını bulmaya çalışır.
Bazılarına göre Varoluşçuluk (Existentialisme) akımı savaşların getirdiği, yıkım, bunalmışlık ve umutsuzluktan doğmuştur. Bazılarınca, kişiyi ezmek isteyen toptancı (totaliter) rejimlere karşı insanoğlunun savunulması, hür iradenin uyartılmasıdır. Kimilerine göre de makinenin insan ruhunu yok eden baskısına karşı, yılgın (tek) insanın direnişidir. Özlü varlığa ve felsefenin ölümsüz meselelerine yeni bir dönüştür. Sartre ise "insan gerçeği"ni bulmak emelinde olduğunu söylemektedir.
Varoluşçuluk'un ana fikri şudur: "Var olma, öz'den önce gelir." Oysa, dinli ve dinsiz bütün eski felsefeler bunun tersini söylüyorlardı: "Öz, varoluştan önce gelir" diyorlardı, Yani bu sonuncu felsefe (existentialisme) var olmak (existence) üstünde duruyorsa eski felsefeler essentialistirler. Yani öz (essence) üstünde dururlar. Öz'cülere göre: Öz (essence) varlığı var eden nesnedir. Sözgelişi ağacı ağaç, insanı insan yapan unsura, onun özü denir. Aynı cinsin bütün fertlerinde bulunan esaslar evrensel öz'ü meydana getirir.
Varoluş akımına göre ise öz, türlü tabiatlara ve görünüşlere bürünmesi mümkün olan bir şeydir. Bu imkân, kişinin hür iradesiyle seçtiği varoluş sayesinde gerçekleşir.
Öncekiler, yani, "öz, varoluştan öncedir" diyenler, insanın bir "öz" ile muhteva ile birtakım değer veya değersizliklerle (korkaklık, kahramanlık, ahlâk, ahlâksızlık vb.) doğduğunu kabul ediyorlar. Existentialisme ise, insanın var olduktan sonra özünü kendi eylemleri ile (fiil) bulduğunu söylüyor. Diyor ki:
"İlkin öz'ün varoluş'tan önce geldiği fikrine misal verelim:
Yapılmış bir nesneyi, meselâ bir kesekâğıdını alalım. Bir zanaatçı, bu kesekâğıdını, kafasındaki bir kavramın, bir düşüncenin ilhamı ile yapar. Bu kavrama bağlı bir yapma (imâl) metodunu ve tekniğini de göz önünde tutar. Yaptığı kâğıt keseciğin neye yarayacağını bilmeyen bir zanaatçı düşünülemez: Öyleyse bu kesekâğıdı denen nesnenin özü, yani onu tarif etmeğe, ortaya koymaya yarayan metod ve özelliklerin hepsi var olmasından önce gelir. Bu dünyanın teknik bir görünüşüdür: Yapmak, var olmaktan öncedir.
Terimlere dikkat edelim: Varlık =(Osmanlıcada) vücut ve mevcut kelimelerini aynı zamanda karşılar. Emstentialisme de vücudun değil, mevcudun felsefesidir. Vücudu olan şey, sözgelişi bir taş veya sürahi varoluş sahibi yani mevcut değildir. Onlar bizim düşüncemizin hareketi sayesinde mevcudiyet kazanırlar. Onlar insana göre vardırlar. İnsan ise her şeyden bağımsız olarak varoluşa nail olmaktadır. İnsanın varlığı da vücudundan değil, bir tasarı olmasından ileri gelmektedir.
Bizim anlayışımızda ise (Tanrı yoksa) varoluşu özünden Önce gelen hiç olmazsa bir yaratık (insan) vardır. Bu yaratık, hiçbir kavramla anlatılmadan önce de yaşamaktadır. Bu, Heidegger'in dediği gibi "insan gerçeği"dir.
Varoluşçuluk'a göre insan, önceden tarif edilemez. Yaşamaya başlamadan önce bir şey değildir. Çünkü varoluş hürriyete muhtaçtır. Buysa yalnız insanda olan bir imtiyazdır. Ancak kendi kendisini seçebilen, varlığını serbestçe yapan kendi kendisinin eseri olan insan varoluş sahibidir. Sartre'in bir kahramanı bu anlamda olarak: "Kendimden başkasına bağlanmak istemiyorum." demektedir. İnsan sonradan, kendisini nasıl yaratırsa öyle olacaktır. Kendini ne kadar meydana getirmişse ancak o kadardır. Bu da insanı taştan, masadan daha fazla değerli kılar. (İnsan değerlidir, çünkü ondan başka nesnelerde öz, varoluştan öncedir.)
Şu var ki her insan bu değere sahip var-oluşçu değildir. Sartre, böylelerini, özü varoluşundan önce gelen taş, masa yahut su bardağı gibi herhangi bir nesneden farksız görmektedir. Sinekler adlı oyununda akılcı bir filozofa, kahramanı Oreste'yi şöyle konuşturur:
"-İnsanlar vardır, bağlanmış olarak doğarlar: Seçmek yoktur onlar için. Bir yola atılmışlardır, bu yolun sonunda kendilerini bekleyen bir eylem vardır."
.Sartre'a göre, yaratıldıktan sonra kendi özünü yapacak ve bulacak insan, bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın şuurunda olan bir tasarıdır. Bu yüzden, bir yosundan, bir karnabahardan üstündür. Nasıl olmayı tasarladıysa öyle olacaktır.
Varlık, öz'den önce geldiğine göre, insan da, ne olması gerektiğinden sorumludur. Varlığının sorunu, omzuna yüklenmektedir. İnsan yalnız kendinden değil, bütün insanlardan da sorumludur. Sartre'da, sorumluluk fikri çok geniş, bazen akla durgunluk veren ufuklara kadar yayılmaktadır. Fikrince, biz, iç hayatımızdan olduğu kadar dış dünyanın olaylarından da sorumluyuz. Seçtiğimiz ve yaşadığımız her şeyden hatta biz ilân etmişiz gibi harbden de sorumluyuz. Çin'in Tibet'i işgal etmesinden de sorumluyuz. Zaten sorumsuz yaşamak insan şerefini bozar ve yaşama fikrine aykırıdır. Her insanın, her yazarın, idarecinin, komutanın sorumluluğu vardır. Sartre, bunu şöyle açıklar:
"Biz yazarların önlememiz gereken şey, sorumluluğumuzun suçluluğa çevrilmesi ve elli yıl sonra bize şunun söylenmesidir: Bu adamlar dünyaya en büyük felaketin geldiğini gördükleri halde sustular."
Sorumluluk, seçme mecburiyetinden ileri gelir. "İnsan, kendisini seçer." Yani Önceden var olduğuna göre kendi özünü arar bulur. Nasıl bir insan olacağını, ne iş tutacağını, hangi ruh vasıflarım taşıyacağını tayin eder. Bir kişinin kendi kendini seçmesi, aynı zamanda öbür insanları da seçmesi demektir. Yani, olmak istediğimiz tipi yaratırken yalnız kendimizin değil, başkalarının nasıl olmasını istediğimizi de belirtmiş, tasarlamış bulunuruz. Bu tasarı herkes için ve çağımız için bir değer taşımaktadır. Böylece sorumluluğumuz büsbütün artmış, çünkü bütün insanları kuşatmış olur. Kendi eylemimizle bütün insanlığa da "Böyle yap, çünkü en iyisi budur!" demek istemiş oluruz. İnsanları seçerken kendimizi ve kendimizi seçerken insanları seçmiş durumdayızdır. Sözgelişi mütevekkil bir kişiysek tevekkülü, yok eğer mücadeleci isek mücadele ve kavgayı herkese salık vermiş bulunuruz. Evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşsak, insanlara "evlenin, çoluk çocuk sahibi olun" demek istemişizdir.
İnsanlar yalnız doğma, büyüme ve ölmede eşittirler. İktisadî denklik veya kanun karşısında eşitlik gibi sözler gerçeğe dayanmaz bir takım propaganda lâflarıdır. Varoluşçulukta bunlara itibar edilmez. Onlarca insan, ancak seçmelerine göre üstün, orta veya aşağı olabilir. Seçim ise bizim dışımızdaki sebeplere meselâ: Tanrıya, kadere, soya-çekime dayanmaz. Varoluş'ta Tanrı'nın ve kaderin bir hissesi olmadığı gibi, ataların bize bıraktığı karakter mirası veya Zola'nın iddia ettiği Determinizm'in (gerekircilik-muayyeniyet) de tesiri olamaz.
Exitentialisme, gerçi elde olmayan şeyleri kabul ediyor. Bir işçi veya patronun oğlu olmak; Türk veya İngiliz doğmak; çirkin veya güzel, zeki veya az akıllı olmak elimizde değildir. Lâkin varoluşun bunlarla ilgisi yoktur. Varoluş, içinde bulunduğumuz şartlara karşı takınılan tavırda yapılan seçimdedir. Bizi dışarıdan kuşatan şartları beğenmek veya onlara isyan etmek, onların sorumluluğunu yüklenmek yahut reddetmek, onlarla Öğünmek veya onlardan tiksinmek işte varoluş budur ve bu bizim elimizdedir,
Bazı Existentialiste'lerin "Dünyamızla birlikte kendimizi de biz yaratıyoruz" deyişlerinin sebebi budur. Tabiî içinde yaşadığımız dünyayı seçmek hakkımız yok ama onu mutlu, sevimli veya çirkin, âdi bir ıstırap kaynağı saymak, ona göre yazıp konuşmak kendi elimizdedir. Varoluş sorumluluğu dedikleri de budur.
Bir eylemin iyi veya kötü olduğuna biz karar veririz, biz seçeriz. Ahlâk da bir seçiştir, Çünkü, öğüt alacağı kimseyi veya okuyacağı kitabı tercihle insan kendince iyi olanı seçmiş bulunur; kötüyü tercih etmez. Seçimimizde, hiçbir genel ahlâk bize yardım edemez, çünkü genel ahlâk yoktur. Önümüze öyle durumlar çıkar ki, hepsi de ahlâka uygundur. Demek ki hepsi ahlâka uygun olan bir kaç yoldan birini seçmek zorunda kalabiliyoruz.
Seçmek, bir kerede olup biten şey değildir. İnsan, daima yeniden seçmek zorundadır. Çünkü bir hâlde karar kılmak, varoluşu katılaştırıp dondurmak demektir. Bir hâl artık değişmeyen bir vücut kazandı mı, varoluş ortadan kalkar. Halbuki olmak istediğimiz hâle ait tercihleri durmadan yapmalıyız, Varoluşa götüren bütün imkânları yoklamalıyız. Esasen varoluş bir taşandır yani vücuda gelen her şeyin daha ötesine geçmektir, Varoluş, varlığı (vücudu) aşmaktır.
Tercih yaparken hürüz. İnsanın kişiliği hürriyetinde görülür. Onlarca hürriyet: "Ne insan tabiatının felsefî bir kudreti, ne her istediğini yapma serbestliği, ne de zindanda bile elimizden alınmayan iç sığınaktır. İnsan her istediğini yapamaz ama yine de hürdür, çünkü varoluşundan sorumludur. O, bu yükü taşır ve yaptıklarının hesabım verir. Bu anlamda hürriyet bir baş belasıdır, ama insanın büyüklüğünü yapan da odur." İnsan gerçi dış dünyaya da, topluma da bağlıdır, fakat bu bağlılık bir taşın, bir ağacın bağlılığına benzemez. Mutlak bağlılık değildir. Çünkü insan hürdür. Hür olmak, bizi tabiatın durgunluğundan ayırıp harekete sevk etmektedir. Hürriyet durgunluğa (statike) karşı olduğu kadar tabiata da aykırıdır.
Varoluşçular, hürriyeti toplumculardan başka türlü anlarlar, Onlarca hürriyet akıldan çok içgüdüye dayalıdır. "Hürriyet, hiç bilmeden sonradan bizi var edecek sebepleri, sebepsiz olarak seçme gücüdür." Yani hürriyet sırf iradeli hareketlerimize vergi değildir. Sartre: "Korkum da hürdür." diyor. Yani kendisini, filân şartlar altında korkak bir insan olarak seçtiğini belirtiyor. Bizi şu veya bu insan, şu veya bu karakter, şu veya bu varoluşa götüren her tercihi hürriyet sayıyor.
Varoluşçulara göre insan bir bunalımdır. Bunalması, kendini yaratmak yani tercih etmek zorunda olmasından ve bu seçimi sağlayan hürriyetinden gelir. Çünkü insan bir kanun-koyucu gibi küllî (tümel) sorumluluk altına girmiştir, Karar vermek durumunda olan herkes (meselâ, savaşta askerlerini ölüme yollayan komutan yahut kalemi eline alan yazar) bu krizi (buhran, bunalım) yaşar. Hürriyet, önümüze bir uçurum açmıştır, orada baş dönmesi, sıkıntı ve bunalım vardır. Kişi zaten tesadüfle dünyaya gelmiş ve yalnız, umutsuz, terk edilmiş bir yaratıktır. İnsan, buhranın çıkmazındadır ama seçmek imkânı da bu sıkıntılardan doğmaktadır. Demek ki, bunalış, insanı hareketsizliğe götürmez, tersine, harekete yöneltir.
İnsan bırakılmış, Tanrısız ve yardımcısız olduğuna göre umutsuzluk olağan bir şeydir. Descartes "Dünyada en çok kendinizi yenin" derken "Umuda kapılmayın*" demek istemiştir hükmünü verirler, Bir işe atılırken umutlanmak gerekmez. Biz seçeceğiz ve sonunun ne olacağını düşünmeyeceğiz. Kişi, hiçbir zaruret ve şart tanımadan hür olarak tercih ettiğine göre en âlâsını seçiyor demektir. O hâlde tercihten sonra bunalıştan ve ümitsizlikten kurtulmak, ıstıraba yer kalmamak icap eder.
Dine bağlı varoluş felsefesinde durum böyle değildir. Çünkü varolmak kendini aşmak, vücudunun üstüne yükselmektir. Varoluş sonsuzluğa Allah'a kadar açıktır. Yani ümit ve ferahlığı seçmiş oluyoruz.
Dini reddetmekte olan Sartre'da ise bu ıstırap hiç bitmez. Zira varoluş kapısı sonsuzluğa değil, ancak hiçliğe, saçmalığa açıktır. Öyleyse hayal kurmayacağız, sadece elimizden geleni yapacağız. Çünkü işler, biz nasıl olmasını kararlaştırdıysak öyle olacaktır. Ümid etmek, olmayan şeyleri yardıma çağırmak demektir. Bunun için "Ah! Nideyim talih bana yâr olmadı*." diye hayıflanmayacağız. Şart diye birşey yok. Biz, ne kadar yaptıksa o kadarız demektir. Ne yazmışsak, oyuz. İnsanın dehâsı varsa eserinde görülendir ama neyleyelim ki "İnsan yaşadığı hayatından başka bir şey değildir." İnsan, bir teşebbüsler zinciridir. İnsan=Eylemdir.
Hür eylem'den sonra pişmanlık olmaz. Çünkü yaptığımız işte Tanrı'nın da, kaderin de, hiçbir başka kuvvetin de tesiri yoktur. Biz istemiş yapmışızdır.. Biz sorumluyuzdur. Bu eylem bir cinayet dahi olsa madem ki isteyerek yapmışızdır, iyidir ve huzur vericidir. Sartre, bir tragedyasında bu durumu şöyle konuşturur:
"Jüpiter (Zeus) - İnsanın ruhunda hürriyet patlamaya görsün. Tanrılar ona artık hiçbir şey yapamaz. Çünkü bu, bir insan işidir.
Egisthe - (Oreste'nin kılıcıyla vurulmuştur. Ölmek üzereyken sorar:) Doğru mu? Pişmanlık duymuyor musun?
Oreste - Pişmanlık mı? Neden? Ben doğru olanı yapıyorum.
Egisthe - Doğru olan Jüpiter'in isteğidir.
Oreste - Jüpiter'den bana ne? Doğruluk insan işidir. Bunu tanrılardan öğrenecek değilim."
Eylem (fiil, edim), Varoluşçu felsefenin temelidir. Şöhretimiz, ahlâkımız ve karakterimiz yaptıklarımızdan ibarettir. Bu açıdan Sartre, Pragmacı felsefe ile birleşir. O da "yaptığımız ve başardığımız kadar değerimiz var" demek ister. Kendimizi bulmak ve kendimizle birlikte toplumu da kurmak için hareket, mücadele, kavga etmek zorundayız. Yangeldicilik, nemelâzımcılık, boş vericilik, "ben yapmazsam başkası yapar... Dünyayı düzeltecek ben mi kaldım? Her koyun kendi bacağından asılır." vb. davranış ve düşünceler, Varoluşçuluğa zıttır ve kişiye noksanlık getirir. Bu dünya, yapılması gereken şeyler dünyasıdır,
Duygu dediğimiz şey de eylemlerimizin sonucudur. Yani duygu, eylemi hazırlamaz, eylem duyguyu hazırlar, Zaten yaşanmış duygu ile yaşadığımızı sandığımız duygu, kolay kolay ayırd edilemez. Korkaklık veya cesurluk da yaratılıştan gelmez, ancak eylem ile ortaya çıkar. Filân işi yaptığımız veya yapmadığımız için cesur veya korkak sayılırız. Ahlâk da fiillerimize göredir. İnsanın yazgısı (kaderi) da eylemleri demektir. Sanatçı, resim çizerken kendi kendini yapar, partici mücadele ederken kendini seçmiş olur. Hayatın kendince, özel bir anlamı yoktur, onu biz, edimlerimizle mânâlandırırız. İster iyi, isterse (cinayet gibi) kötü sayılan bir fiil işlesin, insanın yaptığı şey iyidir, Binlerce yoldan birini hürriyet içinde seçmiş demektir. Taşıması ne kadar ağır olursa olsun, onu omuzlarımızda taşıyacağız, sevinç içinde hesabım vereceğiz demektir.
Bu eylem insanı kendi ötesinde aşkın (trancendant) amaçlara yöneltir. Çünkü insan kendi kendini aşarak var olur. İşte bu aşma ve sürekli yücelme ilkesi varoluşçu anlamda Hümanizma (insancılık)'dır. Çünkü ferdin bu yükselişi insanlığı da yüceltir. Geleceği, milyonlarca insanın kendi kendini seçmesi ve kendini aşması yaratacaktır.
Varoluşçuluk ne maddeci, ne de ruhçu bir felsefedir. Realizmle idealizmi kaynaştırmak istemiştir. Onlara göre insan Descartes'in COGİTO'su (Latince) yani "Düşünüyorum, öyleyse varım" düsturuna uyarak, seçimini yapar, sorumunu kavrar, bunalımdan eyleme geçer.
Varoluşçuluk, çağdaş bir felsefedir ve yalnız çağı kollamıştır. Çünkü biz yokken hayat yoktur, ölünce olmayacaktır. Daha güzel zamanlar olabilir ama belki de bir bomba her şeyi mahvedecek, bizden sonra hayat olmayacaktır. Şu hâlde bizim için önemli olan kendi zamanımızdır. Bu bakımdan insan çağma uymak mecburluğunu zaten benimsemiştir. Geçmişe bağlanmak saçma olduğu kadar uzak geleceği düşünerek onun için çalışmak da abestir. Bütün dava biz yaşarken kazanılır veya kaybedilir. Olsa olsa, bir nesil sonraki yakın geleceği düşünebilir ve eylemlerimizle ona yön vermeğe çalışırız. Şu hâlde içinde bulunduğumuz çağın verilerini toplayarak ona göre bir seçim yapmak; karar vermek zorundayız, Bizden sonraki çağları, o çağlarda yaşayan insanların fiilleri hazırlayacaktır. Öyleyse, gelecek çağlar için çalıştığını, ölümsüzlük peşinde koştuğunu iddia etmek ikiyüzlülüğe çıkar. Bu iddia, çağdan ve hakiketten kaçıştır; tembelliği gizleyen bahanedir.
Edebiyatta Varoluşçuluk
Varoluşçuluk bir felsefe olarak kaldıkça, geniş bir yayılma alanı bulamamış, fakat Jean Paul Sartre ve arkadaşlarının onu romana ve tiyatroya geçirmeleri ile birdenbire büyük ün kazanmıştır.
Varoluşçu yazarların en başında Sartre bulunur. Fakat ilkönce Dostoyevski’de, daha sonra Büke, Kafka, Camus, Malmux, Bernanos, Unamuno gibi yazarlarda Sartre'inkine uymayan, kendilerine mahsus Varoluşçuluk temaları görülmektedir. Bilhassa Sartre'ın yönettiği (Existentialistelerin yayın organı) Les Temps Modernes dergisinde imzası görülenlerden (J. P. Sartre'ın hayat arkadaşı, kadın yazar) Simone de Beauvoir ile Marleau-Ponty tam varoluşçu yazarlardır.
1955'ten sonra eser vermeğe başlayan yeni Türk şair ve yazarlarının bir kısmında (yine Gerçeküstücülükle (kaynaşmış olarak) bu akımın da izleri görülmektedir.
Varoluşçu yazarlar (bilhassa Sartre, Kafka, Camus ve Simone de Beauvoir) en çok felsefî roman ve tiyatrolar yazdılar. Varoluşçulukta felsefi roman kavramını Simone de Beauvoir şöyle açıklıyor:
"Şimdiye kadarki roman, hikâye ve tiyatrolarda bir edebî kişi psikolojik özellikleri ile anlatılıyordu. Biz onu, metafizik denen, yani bir kişinin bütün dünyaya karşı durumunu gösteren bütün Özelliklen ile yaşatacağız. Ama insanlar ile dünya arasındaki münasebet, bir fikir münasebeti olmaktan çok, bir uğraşım, bir duygu, tek kelime ile canlı bir münasebettir. Biz eserlerimizde işte bunu vermek istiyoruz. Endişe, ölüm korkusu, isyan, hakikati arayış bir insanın asıl kişiliğini, cimriliği ve korkaklığından daha iyi belirtir.
İyi yazılmış, iyi okunmuş bir felsefî roman, başka hiçbir edebî türün yapamayacağı Ölçüde hayatı aydınlatır. Felsefî roman, romanın en yüksek, en mutlak nevidir. Çünkü insanların ve insancıl olayların dünya ile münasebetlerini tümel (külli) olarak sezmeğe çalışır. Sırf edebiyatın ve sırf felsefenin yapamayacağı şeyi yalnız o yapar."
Yalnız Varoluşçu felsefî roman, bildiğimiz felsefî romanlardan ayrılır. Bu çeşit eserlerde (roman-piyes vb.) bütün kişilerin müşterek özleri değil, her kişinin kendisine mahsus olan, onun Varoluşunu sağlayan nitelikler anlatılır. Ünlü terimleri ile essence değil emstence üstünde durulur. Sartre'ın ve Gabriel Marcel'in tiyatro ve romanlarında hiçbir eserde bulunmayan ancak özel yaşamamızda, kendi üstümüzde sezdiğimiz duygular, ruh hâlleri ve görünümler ele alınmaktadır. Alışılmamış gerçekleri dile getirmek isteyen bu anlatışlar bizde acaip tesirler uyandırmaktan geri kalmaz
Varoluşçular, iç hayatımızın mantıklı bakışla ve kesin açıklıkla kavranabile-ceğine inanmadıkları için ondaki yükseliş ve alçalışları, atılış ve çırpınışları tes-bitle yetinirler.
Onlarca, somut (müşahhas) gerçek, soyut (mücerret) metotla anlaşılamaz; bunun için soyut şeyleri, somut belgelerle anlatmaya çalışırlar. Felsefî eser yerine roman veya piyes yazmalarının sebebi budur.
Varoluşçular (bilhassa Sartre) kendilerine mahsus olan mânâda toplumcu bir edebiyat yaparlar. Bu yüzden "Sanat, sanat içindir." ilkesine olduğu kadar, Re-aiizm'e ve faydasız buldukları Gerçeküstücülüğe de zıt giderler. Hayalci ve iddiacı Romantizm, zaten hiç benimsemedikleri bir fantezidir.
Onlarca yazar, çağma katılmalı ve yaptığı seçim ile yaşadığı topluluğa ve zamana yön vermelidir. Sanat, politikaya da karışmalıdır; politika sanatı aşağılatmaz, tersine yüceltir. Çünkü ödevini yapmayan edebiyat, değerini yitirir. Yazar çağının bir kişisi olarak, toplumun geçirdiği bunalımlar içinde görev almak zorundadır. Zaten, buhrandan kaçması boşunadır. İster katılsın, ister katılmasın, yazar damgalanmaya hatta lekelenmeye mahkûmdur. Gelecek nesiller, çağının meselelerine katılmayan yazarı ayıplayacaklardır: "Biz, yazar olmaktan utanç duymak istemiyoruz."
Nitekim Sartre, çağlarının sıkıntı ve buhranlarından bir sorumluluk duymayarak kendilerini güzel üslûba ve iyi romancılığa veren Gustave Flaubert ile Hono-re de Balzac'ı kınamaktadır. Buna karşılık, çağlarının meselelerine katılarak çözüm tarzı arayan Emile Zola ile Andre Gide'i beğenmektedir. Çağın meseleleri karşısında, iyi seçici, şuurlu ve kesin olmak gerekir. Faydasız roman veya şiirler yazarak, çağdan kurtulmak imkânı yoktur. Yazar, toplumda üretici (müstahsil) ol malıdır. Sattığı eserler ile okuyucu tarafından beslenen "burslu bir öğrenci" durumuna düşmemelidir.
Toplumcu iddiasına rağmen varoluşçu edebiyat, halka hitap eden bir edebiyat olamamıştır. Existentialisnie, iyice hazırlıklı bir zümreye seslenen, kapalı, koyu felsefî muhtevalı anlaşılması çok güç, hatta çok defa İmkânsız eserler vermektedir. Zaten Sartre "Popülizm (halkın anladığı ve beğendiği tarzda yazmak) yapmıyoruz!" demektedir.
Sartre, edebiyatta üslûpçuluğa karşıdır. Ne göz kamaştırıcı buluşlara, ne de parlak anlatışa değer verir. Cümlelerinde bir ilham izine rastlanmaz. Sadece özü dile getiren yalın bir anlatım tutturmuştur. Dile bir romancı ve filozof olarak sarılmıştır, bir sanatçı olarak değil. Yalın, ılımlı, soğukkanlı bir üslûbu vardır. Coşkunluğa yer vermez.
Sartre'in roman ve piyeslerinde olaylar önemsizdir. Çoğu eserlerinde hemen hiçbir entrika, hatta hiçbir vaka yok denebilir. Kişiyi sıkışık, saçma, kararsız durumda ele alır, hareketleri içinde tanıtır ve yine o hâlde bırakır.
Ne var ki romanları tahlilci de değildir. Çünkü insanı tahlil etmek, onu değişmez bir durumda saymak olur. Romanlarında büyük bir tahlilci olan Marcel Prousf, kendi ruhunu ince ince anlatmakla, bütün insanları anlattığını sanmıştır. Oysa varoluşçuluk, insanı "bezelye kutusunda bir bezelye" gibi ele almaz, onu türlü edimler, seçimler, hareketler ortasında gösterir. Her an yeni bir seçim, yeni bir karar, bir hâlden ötekine geçiş durumlarını izler. Bu romanlar bir tezi isbat etmek için de yazılmamıştır, sadece durumları ortaya koymaktadırlar.
Sartre'in kişileri de birbirlerinden pek ayırt edilemez. Bu kişilerin her biri ayrı bunalım, sıkıntı, hiçlik, boşluk, abeslik sancısı içindedir. Bunlar, hem kendilerini, hem de başkalarını tedirgin ederler. Kendi tiksintileri, bozuluşları dışında birşey bilmezler. Onlar için: "Başkaları cehennemdir." Aşk bile, sıkıntıdır ve başarısızlık konusu dur. "Hep kusmuk ve pislik kokar." Sevgili "kirli ve besinli bir yemek dolabıdır" Ama, bu kişiler hürdürler. Bunalımlar içinde bir çıkış yolunu seçeceklerdir.
Sartre'in romanlarında en ilgi çeken taraf, ortaya koyduğu "evren"dir. Bu bir dünya görünümü (vision)’dür. Umutsuzluğu ve bunalımı yansıtmak için dünyanın ve insanın amansız, korkunç bir tablosunu çizmektedir. Bu korkunç dünya:
Saçma ve iğrençtir. İnsan burada "susamadığı hâlde içer". Her şey fazladır ve gereksizdir. Tabiat bile çirkin, güneş bile uğursuzdur. Deniz, soğuk ve kara bir düzlüktür. Dünya, derseniz, dışarıya kapalı bir odadır. Zaten Sartre'in çoğu romanları ve oyunları, öyle kapalı bir odada, bir hücrede, mahzende, havası hiç değişmeyen bir kovukta geçmektedir.
İLGİLİ İÇERİK
DÜNYA EDEBİYATINDA AKIMLAR VE TEMSİLCİLERİ