Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

TASAVVUF CEREYÂNI
Tasavvuf, İslâm Dünyası’nda, sosyal hayatla geniş ölçüde birleşerek inanmış halk kütleleri arasında büyük alâka ve heyecan uyandıran bir iman, bir fikir ve irfan cereyanı ve bir aşk hadisesidir.
Diğer bir söyleyişle tasavvuf, bir İslâm mistizmidir; sırrî bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi’dir.
Bu sistem, yalnız Allah’ın birliği esasına değil, (yalnız Allah’ın varlığı) inancına dayanır; Allah’tan başka herhangi hakiki bir varlık olmadığına inanır.
Allah’tan başka varlık olmayınca, yaratılıştan beri duyan, düşünen, icat eden ve inanan insanın maddî-manevi, mana ve mahiyeti üzerinde düşünür. Kur’an-ı Kerim' den, hadislerden, Peygamberler Tarihi’nden ve bu yolda öteden beri duymuş, düşünmüş, inanmış olanların hâtıralarından aldığı ilham ve İrfan’la: İnsan, Allah’tan kopan bir nur ve kudret parçasıdır ki, geçici bir zaman için, bedenlenmiştir.
İnancına ulaşır.

Bunun tabiî neticesi olarak insana ve bütün insanlığa üstün saygı ve sevgi gösteren bir terbiye sistemi hedefine yönelir; zaman zaman ve yer yer bu hedefe ulaştığı görülür.
İman tarihinde en eski asırlardan beri, peygamberlerden başka, bir kısım insanların daha, manevî üstünlüğe sâhip oldukları inancı vardı: Böyle insanlar, üstün yaratılıştı kimselerdi ki hayat ve hareketlerinde görülen manevi kudretler, şüphesiz, İlâhî âlemle ilgiliydi. Bütün mitolojilerde, eski ve büyük tarihti milletlerin destanlarında nice destan ve iman kahramanları hakkında söylenen menkıbeler, hangi din ve medeniyete mensup olursa olsun, insanlık âleminin ruhunda derin izler bırakmıştı.
Yarım Tanrılar, mukaddes insanlar, azîz’ler, evliyalar, manevi üstünlüklerini milletlere kabul ettiren, bu yolda kerametleri görülen kimselerdi. Onlar hakkında bilinen ve söylenenler, zamanla sırlı bir manevi bilgi ve bir iman derecesi almıştı. Sayıları az da olsa bir kısım insanlardaki bu manevi kudret, diğer insan yığınlarına derin heyecan veriyordu.
İslâm tasavvufu, insanlık tarihindeki bu köklü ve yaygın inanışın, böyle bir sezginin veya bu esrarlı gerçeğin, bu sefer, İslâmî esaslar dâhilinde şahlanan son büyük hamlesidir.
Daha İslam medeniyetinin yayılmağa banladığı ilk asırlarda; zihni bir tecessüs ve dini bir heyecanla; yaradılışın sırlarım çözmeğe çalınan kimseler belirmiş ve bunlar birtakım inanın partileri kurmağa banlamalardı. İslâm’ın büyük imamlarına aşırı duygularla bağlanan; onların şahısları veya maneviyatları etrafında bir nevi dini-siyasi teşekküller kuran zümreler belirmişti.
İmam’larına kendileri değil fakat taraftarları, onlarda hatta tapınılacak ölçüde manevi değerler buluyorlardı. Alt taraftarlarının onu önce peygamber, sonra Allah sayacak kadar ileri gidileri böyle hareketlerdi.
Öteden beri bu çeşit inanışlara alışmış ve sonradan Müslüman olmuş bazı kavimler, bu arada Suriye Hristiyanları, Yahudiler, Budistler ve bankaları İslâm dünyasına daha birtakım yabancı inançlar getirmişlerdi. Bunları Kur’an-ı Kerim'in deruni manalarıyla izaha, ispata çalınıyorlardı.
Bu arada ve daha M. II. asır sonlarında, eski Yunan kültür ve tefekkürünün son kalesi İskenderiye’de Neoplatonlame yani Eflâtunculuk sistemi başlamıştı: Büyük Yunan mütefekkiri Eflâtun’un (varlığın tekliği ve Allah’tan ibaret olduğu) inancındaki ponthâiame’iyle “ölmek yaşamaktır) kanaati ve benzeri fikirleri, bu felsefe ve theologie (ilâhiyat) mektebi’nin temelini teşkil ediyordu. Bu felsefe Pisagor felsefesiyle, Tevrat’la; türlü Yahudi, Zerdüşt ve Hristiyan düşünüş ve inanışlarıyla birlenerek, zamanla, zengin bir meslek olmuştu.
Yeni Eflâtunculuğun, aksi, vecd, aşk ve hal (rûhun Allah’la birleşmesi) yollarıyla Allah’a yükselmenin mümkün olacağı inanışı, İslâm tasavvufu üzerinde tesirli oldu.
Yine bu ilk asırlarda İslam âleminde bir Hint-İran tesiri belirmişti. Hint inanışında öteden beri bilinen vücut birliği ile Hint Nirvana’sında İslâm tasavvufuyla kolay birleşecek çizgiler vardı. Bunlar, İslam tefekkürüne bilhassa İran yoluyla girmeğe başlamıştı.
Bütün bunlar ve daha birtakım inanış kalıntıları, ilk İslam zahitlerinin ruh hallerini okşayacak duygulardan uzak değildi.
Dış ibadetlerden başka Allah’a gönül ibadetleriyle yaklaşmak isteyen; bunun vecdini, istiğrakını, heyecanını duyan ilk İslâm zahitleri, bu yola daldıkları zaman, henüz yukarıda belli başlılarını saydığımız ilahiyat ve felsefe cereyanlarından haberli değillerdi.
Dış tesirler, onların tasavvufa başlangıç olan bu halleri gelişirken başladı. İslâm tasavvufu, dış tesirlerin kendi ruhuna uygun görüş, düşünüş ve inanışlarını kendi bünyesinde eritmekte güçlük çekmedi. Asırlar ilerledikçe, bir yandan Kur’an-ı Kerim’le hadislerden mülhem, kendi İç olgunlaşması devam ederken öte yandan bu dış tesirlerle de birleşip gelişme yolunu tuttu.
Tasavvuf, İslâm medeniyetinin birçok büyük mütefekkirleri elinde asırlarca işlendi. Nihâyet M. XIII. asırda (bu asrın maddî, manevi, ilmi ve fikri hayatının bu türlü duyuş ve düşünüşlere şiddetle elverişli akışı içinde) tekâmülünün en çekici ve üstün seviyesine vardı.
İşte İslam devletleri ve milletleri coğrafyasında, bir taraftan İslâm’ın klâsik ilimlerini öğreten medreseler çoğalırken, bir taraftan da serbest tefekkür ve heyecan sistemlerini daha geniş halk kütlelerine yaymak ve insanlara Allah’a varma yollarını göstermek amacıyla, medreselerle ölçülemeyecek kadar çok sayıda tekke kuruldu.
Tekkelerin büyük kısmı Sünnî idi. Kur’an-ı Kerim’den hadis ve sünnet ’den, bilhassa Allah'la birliği esasından asla ayrı değildi. Böyle olduğu halde onların duyuş, düşünüş ve inanış üslûptan medrese mensupları tarafından şiddetle yadırgandı. Tekke ile medrese arasında zaman zaman geniş anlaşmazlıklar oldu. Bu anlaşmazlık asırlarca sürüp giden dinî-fikri bir geçimsizlik doğurdu

NİHAT SAMİ BANARLI, R.T.ED.TARİHİ, C.1

SON EKLENENLER

Üye Girişi