(1884-1958) Türk şairi ve nesir yazarı.
2 Aralık 1884'te o zaman Osmanlı toprakları içinde bulunan Üsküp'te doğdu. Bir müddet burada belediye reisliği de yapan adliye memuru Nişli İbrahim Naci Bey ile Leskofçalı İsmail Paşazade Dilâver Bey'in kızı Nakıye Hanım'ın oğlu olup asıl adı Ahmed Âgâh'tır. Aile şeceresi hem anne hem de baba tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa'ya dayanır. Şairin daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şehsüvar lakabının Türkçesidir ve onun hâtırasını taşır.
Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp'teki Yeni Mektep'te başladı (1889), bir müddet sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb'e girdi (1892). Üsküp İdâdîsi'nde başladığı orta öğrenimine (1895) ailece Selânik'e taşındıklarından Selanik İdadisi’nde devam etti (1897). 0 yıl annesinin ölümü ve babasının yeniden evlenmesi üzerine Üsküp'e döndüler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yahya Kemal yatılı olarak Selanik İdadisi’ne gitmek zorunda kaldı, fakat hastalandığından yeniden Üsküp'e döndü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki geçimsizlik had safhaya varmış olduğundan idadiyi tamamlamak üzere Yahya Kemal'i İstanbul'a gönderdiler (Nisan 1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği Galata Sarayı Sultanisi’ne giremedi, Robert Kolej'e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet boşta kalması devrin siyasî akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir fırsatını bularak, neslinin birçok genci gibi Paris'e kaçtı (Temmuz 1903). Bir müddet tahsilden uzak. Jön Türkler arasında yaşadı. Sonra Fransızcasını ilerletmek için Meaux Koleji'nde okudu. Birkaç yıl, hemen pek çok Türk'ün okuduğu Ecole Libre des Sciences Politiques'e devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere girdi, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanıdı, hareketli bir hayat yaşadı. İki ay kadar da Londra'da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi. Herhangi bir diploma sahibi olmadan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul'a döndü (1912). Dârüşşafaka Mektebi'nde (1913), Medresetü'l-Vâizîn'de (1914), Heybeliada Bahriye Mektebi'nde (1916), Darülfünun Edebiyat Şubesi'nde (1916-1919) tarih, medeniyet tarihi, Garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Tedavi için bir süre Sofya'da bulundu (1921). Lozan barış müzakerelerine müşavir delege olarak katıldı (1922). Yurda dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne II. dönem Urfa mebusu olarak girdi (1923-1927). Bu arada Türkiye Suriye sınır tesbit komisyonunda önemli çalışmalar yaptı (1925). Varşova (1926), Madrid (1929) ve Lizbon'da (1931) orta elçi sıfatıyla çalıştı. 1933'te memlekete döndü, Yozgat mebusu olarak yeniden Büyük Millet Meclisi'ne girdi (1933), Tekirdağ (1935) ve İstanbul (1942) mebusluğu da yaptı. Yeni kurulmuş olan Pakistan Devleti nezdinde ilk büyükelçimiz oldu (1947). 1949'da emekliye ayrılarak yurda döndü. Sık sık sağlığı bozulan Yahya Kemal bu tarihten sonra tedavi için birkaç defa Paris'e gitti, fakat tam iyileşemedi. Son aylarında yattığı Cerrahpaşa Hastahanesi'nde 1 Kasım 1958'de öldü. Mezarı Rumelihisarı Kabristanı'ndadır.
Yahya Kemal, yetişmesinde Üsküp'-ün, oradaki Yeni Mekteb'in ve Mekteb-i Edeb'in, bilhassa annesinin rolü olduğunu hâtıralarında belirtir. Edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisinin de Üsküp İdâdîsi'nde başladığını söyler. Bu yıllarda Recâizâde Ekrem'i, Abdülhak Hâmid'i, Muallim Naci'yi ve Ziyâ Paşa'yı okuduğu gibi eski divanları da elinden düşürmediğini, hatta Esrar mahlasıyla şiirler yazdığını anlatır. "Hâtıra" adlı ilk şiiri de yine bu yıllarda İstanbul'da çıkan Terakki gazetesinde yayımlanmıştır. İdâdî tahsili için geldiği İstanbul'dan Paris'e gidinceye kadar boş geçirdiği bir buçuk yıl içinde Servet-i Fünûn'un genç şairlerini ve Cenab Şahabeddin'i tanımıştır. İrtikâ (1902) ve Malûmat dergilerinde (1903) Agâh Kemal imzasıyla şiirleri çıkmış, bu arada çeşitli edebiyat ve mûsiki meclislerine de devam etmiştir.
Yahya Kemal'in gerek sanat ve edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris'te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllarda şöhretleri devam eden Fransız romantiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir kültür temeli bulmak için Fransızların yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat ediyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien'in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu. Çeşitli istikametlerde genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar açtı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzaklaştı. Esasen bir süreden beri yenileşme ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşacak halis bir dil olacaktı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etmenin yollarını aramalıydık.
Bunların yanında tarih anlayışı için de bir çıkış yolu aradı. Asırlardır hüküm süren Osmanlı fikri karşısında şimdi Turan düşüncesi uyanıyordu. Türk millî tarihinin temeli ne olacaktı? Tarihçi Camille Julien'in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: "Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı". Bu cümle Yahya Kemal'in tarih felsefesinin formülü oldu ve bunu Türk tarihine uyguladı. Böylece Ziya Gökalp'in daha çok ırkî değerlere dayanan görüşü yerine millî tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde başlatmış oldu. Bugünkü Türk milleti ile Anadolu toprağı arasında bir medeniyetin yoğrulmuş olduğuna inanıyor, Türkler'in Anadolu'ya geldikten sonra ortaya koydukları yeni medeniyeti ve bu medeniyeti meydana getiren unsurları tanımak gerektiğini kabul ediyordu.
Bu duygularla Türkiye'ye dönen Yahya Kemal, şiirde Türk klasik devrinin sesiyle örnekler vermeye başladı. Eski Şiirin Rüzgârıyle kitabındaki şiirlerinin büyük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Bir taraftan da Peyâm-ı Edebî (1919), İleri (1919-1921), Tevhîd-i Efkâr (1920-1921), Payitaht (1921) Yarın (1921-1922), gazetelerinde tarih ve edebiyata dair görüşlerini makaleler halinde yayımlıyordu. Bundan bir müddet sonra Anadolu'da başlayan Millî Mücadele hareketlerini de aynı gazetelerde ve Dergâh (1921) mecmuasında çıkan yazılarıyla destekledi. Sonraki yıllarda önceki makaleleri Edebiyata Dâir, ikinciler ise Eğil Dağlar kitapları içinde yer almıştır.
Büyük Millet Meclisi üyeliği ile elçilik yıllarını daha çok çevresindekilerle tarih ve edebiyat üzerine sohbetler, konferanslar ve bazı şiirlerini neşretmekle geçirmiştir. Yahya Kemal'in şiir ve nesirlerini son yıllarına kadar kitap halinde neşretmek gibi bir düşüncesinin olmadığı anlaşılmakta ve bütün yakınlarının hâtıraları bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ölümünden sonra talebesi ve yakın dostu Nihad Sami Banarlı'nın himmetiyle kurulan Yahya Kemal Enstitüsü bütün şiirlerini, nesir yazılarını, hâtıralarını ve mektuplarını on üç kitap halinde yayımlamıştır. Bu on üç kitabın onu Banarlı'nın sağlığında, geri kalan üç tanesi de ölümünden sonra çıkmıştır. Banarlı'nın ifadesine göre, Yahya Kemal'in şiir kitapları ölmeden önce kendi tavsiyeleri ve tertip şekli hakkındaki arzulan dikkate alınarak ve kendisinin koyduğu isimler altında yayımlanmıştır. Buna göre eski ve klasik divan tarzında olanlar Eski Şiirin Rüzgârıyle, Hayyâm'dan tercümeleri de dahil olmak üzere bütün rubaileri Rubailer, yeni tarz şiirleri de Kendi Gök Kubbemiz adı altında toplanmış bulunmaktadır.
Yahya Kemal'in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelade cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunmaya muhtaçtır. Mısra bir nağme olmalıdır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra kompozisyonunda birçoklarında aşın telakki edilmiş bir titizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap haline getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine talip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi ve söylenmesi isteğinden doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neoklasizminin hemen yegâne örnekleri olarak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunlarından ve belagatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile getirmek istemiştir.
Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin başlangıcı olarak 1071'i yani Malazgirt Zaferi 'ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğuşudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, mûsiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat felsefemiz, cihangirlikle beraber fethedilen yerlerde bir ümran tesis etme idealimizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk temasının ağırlığını hissettirdiği şiirlerinde bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimizle iç içe görünür. "Fenerbahçe", "Mihri-yâr", "Bir Tepeden", "İstanbul'un O Yerleri" adlı şiirleri tamamen bu duyguların tezahürüdür.
Yahya Kemal'in siyasî fikirlerinin gelişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısındaki davranışı Türk aydınının son asırda geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duyguların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir daüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bilhassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir. Buna karşılık "ümmî" fakat görgülü bir kadın olan annesi Nakıye Hanım, gelenekten gelen bilgilerle ve bir kadın hassasiyetiyle onda ilk dinî duyguları uyandırır. Henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna, "Oğlum, dünyada iki insanı sev... Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!" diyen bu rikkatli anne, böylece bu iki büyük isim etrafında ilk dinî ve millî terbiyeyi veriyordu (Sultan Murad'dan maksadının hem Murâd-ı Hüdâvendigâr, hem II. Murad olduğunu Yahya Kemal ilâve eder). Şair Leskofçalı Galib Bey'in yeğeni olan Nakıye Hanım oğluna bildiği ilâhileri öğretir, onu Müslüman Osmanlı geleneğiyle büyütmek ister. Böylece çocuk Ahmed Agâh, Üsküp'ün camileri, türbeleri, evliya kabirleri arasında, dinî hayatla millî ve mahallî örf ve geleneğin birbirine karıştığı "uhrevî bir âlemde", Yûnus ilâhilerinin, Muhammediye'lerin okunduğu bir evde "sofuluğa mütemayil olmayan" bir Müslüman dünyasının lezzetini alır. Hatta bir ara, biraz da çocukça bir aşk duygusu ve şiir hevesinin birbirine karıştığı bir atmosferde, Üsküp'teki Rufâî Tekkesi'ne devam eder. Şairin bu yıllarına ait duygularını en güzel biçimde "Kaybolan Şehir" adlı şiiri dile getirmektedir.
Yahya Kemal'in hâtıralarından, gerek Selanik'te gerekse İstanbul'da siyasî meselelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selanik'te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar; yurda girişi yasaklanmış kitap, risale ve dergileri merakla okur. İstanbul'a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur. Memleketi zindan, Avrupa'yı nurlu bir cihan gibi görür, Doğulu'nun ahlâkından nefret eder. "Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu" diyen genç adam daha İstanbul'da iken dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bunun Paris'te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fransız gençleriyle birtakım sokak mitinglerine katıldığını yine hâtıralarında yazar. Paris'te öğrenciliğinin de pekiyi olmadığı ilk yıllarda Jön Türkler'e ve İttihatçılar'a karışır, onların kahve ve lokallerdeki toplantılarına devam eder. Birbirinden çok farklı sebeplerle vatandan uzakta yaşayan bir yığın Osmanlı arasında, Hoca Kadri Efendi gibi dindar fakat Yahya Kemal'in dostluk etmekten pek de zevk alamayacağı tiplerin karşısında, zıt bir aşırılığın temsilcisi Abdullah Cevdet gibi ateistler, Doktor Nâzım gibi daha dengeli şahsiyetler de vardı. Yahya Kemal'in bunlardan kopuşu Paris'teki hayatının üçüncü yılından itibaren başlar. Bu, hayat hikâyesinde söz konusu olan, Fransız millî tarih felsefesine ilgi duyması hadisesidir. Bu arayışları onda kaybettiği dinî duygularının yerini millî tarihimiz ve değerlerimizle doldurma gayretini doğurur.
11. Meşrutiyet'in ilânından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul'da, her biri memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmak için birer hasta reçetesi gibi sunulan ideolojilerle karşılaştı. Yine bir kısım Fransız fikir ve sanat adamlarının etkisiyle tasavvur ettiği vatan toprağı nazariyesi onu bir müddet Yakup Kadri ile beraber bir "Nev-Yunânîlik" fantezisine şevketti. Nasıl vaktiyle İran kültür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümüzün kaynağını teşkil edebilirdi. "Bergama Heykeltıraşları" ve "Sicilya Kızları" adlı şiirleriyle "Bir Kitâb-ı Esâtîr", "Tiyatro" ve "Çamlar Altında Musahabe" serisinden bazı makaleleri bu yılların mahsulüdür. Yahya Kemal'de kısa süren bu bocalama, Balkan ve 1. Dünya savaşlarının acı gerçeğiyle sona erer. "Yol Düşüncesi" şiiri de Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün ifadesidir. Bu devrede tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osmanlı tarihlerine eğilen şair, birçok millî değer gibi dinî duyguyu da yeniden kazanır. 1921-1922 yıllarında yazdığı "Topkapı Sarayında", "Ezan ve Kur'an", "Ezansız Semtler", "Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb" yazıları, milletimizin Müslümanlığa bağlılığını tarih, örf; mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikiminin perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında da, en çok emek ve önem verdiği "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" başta olmak üzere, "Itrî", "Ziyaret", "Atik Valide'den İnen Sokakta", "Koca Mustâpaşa", "Ufuklar", "O Taraf", "Selimnâme" ve "Ezân-ı Muhammedi" Yahya Kemal'in dinî duygularını derin ve samimi bir şekilde aksettirir.
ESERLERİ:
Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal'in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul'da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. "Yahya Kemal Külliyatı" adını taşıyan seri on üç kitabı ihtiva etmektedir:
1. Kendi Gök Kubbemiz (1961). Yahya Kemal'in sade Türkçeyle söylediği, hem yapı hem şekil bakımından yeni tarz şiirlerini bir araya getiren eseridir. Kitaptaki şiirler "Kendi Gök Kubbemiz", "Yol Düşüncesi" ve "Vuslat" başlıkları altında üç grupta toplanmıştır. Birinci gruptaki şiirlerde daha çok Türk milletinin tarih içinde iman gücüyle Anadolu ve Rumeli topraklarında yaptığı fetihler ve ortaya koyduğu güzellikler üzerinde durulur. İkinci grupta rindlik, ölüm ve sonsuzluk gibi temaların işlendiği şiirler, üçüncü grupta ise daha çok aşk şiirleri yer alır. Yahya Kemal aynı zamanda bir tefekkür şairi olduğu için bu bölümlerin herhangi birinde yer alan birçok şiir diğer bölümlere de girebilecek özellikler taşımaktadır. Onun aşk temasını işleyen şiirlerinde aynı zamanda yoğun bir şekilde vatan ve düşünce unsurları, fikrî muhtevalı şiirlerinde aşk unsurları, vatan şiirlerinde ise diğer bütün unsurları bir arada görmek mümkündür.
2. Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962). Divan şiirini XX. yüzyılda da yaşatma düşüncesiyle hem şekil hem yapı hem de muhteva bakımından tamamen klasik tarzda yazılan şiirlerin toplandığı kitaptır. Bu şiirler "Selimnâme", "Gazeller", "Şarkılar", "İthaf" ve "Kıt'alar-Beyitler" başlıkları altında beş bölümden meydana gelir. Tarihin eski ve ihtişamlı devirlerine ait olayları kendi çağlarının diliyle söylemek Yahya Kemal'in önem verdiği bir husus olduğundan bu kitaptaki şiirlerin tamamı eski devrin diliyle yazılmıştır.
3. ve 4. Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (iki kitap bir arada 1963). Klasik edebiyatta rubâî, genellikle büyük manzumelerde ifade edilebilecek birtakım duygu ve düşünceleri dört mısraya sığdırabilme başarısının ifadesi olmuştur. Yahya Kemal de bu kitapta toplanan rubaileriyle klasik şiirde ayrı bir yeri olan rubâîye Türkçede yeni bir hayat kazandırmaya çalışmıştır. İkinci kitapta ise Hayyâm rubailerinin Hüseyin Dâniş tarafından 1927'de yayımlanan ikinci baskısı esas alınmıştır. N. S. Banarlı'nın ifadesiyle bu kitaptaki rubailer, "Yahya Kemal'in kitap okurken veya kendi şiirlerini söylerken yorulan ruhunu dinlendiren birer çalışmadır".
5. Aziz İstanbul (1964). Yahya Kemal'in, Osmanlı-Türk kültür ve medeniyetinin en güzel ve en anlamlı âbidelerinin bulunduğu İstanbul hakkında çeşitli tarihlerde kaleme aldığı yazılardan meydana gelmektedir.
6. Eğil Dağlar (1966). İstiklâl Savaşı yıllarında Anadolu'daki Millî Mücadele'yi İstanbul'dan kalemiyle destekleyen Yahya Kemal'in, o günün İleri (1921), Dergâh (1921), Tevhîd-i Efkâr (1922) ve Hâkimiyet-i Milliye (1924) gibi gazete ve dergilerinde doğrudan doğruya Millî Mücedele ile ilgili olarak yayımlanan yazılarını bir araya getirmektedir. Kitapta işlenen ana fikirlerden biri, İstiklâl Savaşı ile başlayan yeniden millet olmanın temeline hangi değerlerin konulacağı görüşüdür. Yahya Kemal'e göre millî birliğin artık saltanat çevresinde sağlanması mümkün değildir. Ancak yazar yeni Türk devletinin teşekkülünü, Osman Gazi'nin kurduğu Türk devletindeki ruhla izah eder. Bu devlet eskisinden farklı biçim ve usullerle, fakat eskisi ile yine aynı temeller üzerinde yükselecektir. Kitapta ayrıca, Türkiye'nin Anadolu ve Trakya'da kurulması ile dünya barışına sağlayacağı faydalar üzerinde de durularak Yunanistan'ın yayılma politikasından doğan fikirlere karşılık verilmektedir.
7. Siyâsî Hikâyeler (1968). Yahya Kemal'in ileriki yıllarda yayımlamayı düşündüğü siyasî muhtevalı hikâyelerden oluşur. Kitapta yer alan "Şem'i Molla", "Bir Gözdenin Gafleti", "Atıf Efendi'nin Üslûbu" ve "Râif Efendi'nin Katli" başlıklı hikâyelerin hemen hepsinde Osmanlı tarihinden alınmış ve saray çevresinde geçen olaylar anlatılmıştır.
8. Siyâsî ve Edebî Portreler (1968). Bu kitapta ise Tanzimat sonrasının siyasî ve edebî hayatında önemli rolleri olan yirmi Türk edebiyatçı, devlet adamı ve politikacısı hakkında Yahya Kemal'in düşünce ve gözlemleri yer almaktadır. Yazarın, muhtemelen herhangi bir polemiğe girmemek düşüncesiyle, ölümünden sonra yayımlanmak üzere yazdığı bu yazılar devrin çeşitli olaylarına da ışık tutacak niteliktedir.
9. Edebiyata Dâir (1971). Yahya Kemal'in büyük bir kısmı devrin gazete ve dergilerinde yayımlanan eski Türk edebiyatı, şiir, Türkçe, vezin ve kafiye, tenkit, tiyatro ve memleket edebiyatı gibi konularda kaleme aldığı yazılar bu kitapta yer almaktadır.
10. Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973). Burada da Yahya Kemal'in doğup büyüdüğü, yetiştiği ve şahsiyetinin teşekkül ettiği çevre ile bu çevrede geçen önemli olaylar, şairin bunlara bakış tarzı ve bunları değerlendirmeleri bulunmaktadır. Eser "Çocukluğum-Gençliğim", "Edebî Hâtıralar", "Siyasî Hâtıralar" ve "Jön Türkler'e Dâir" başlıkları altında dört bölümden oluşur.
11. Târih Musahabeleri (1975). Aslında kendisi bir tarihçi olmadığı halde bu kitaptaki yazılarında Yahya Kemal bir edebiyatçının Osmanlı tarihine nasıl bakması gerektiğinin en güzel örneğini vermiştir. Ayrıca bu yazılarda ondaki tarih ruhunun nasıl geliştiğini de açıkça görmek mümkündür.
12. Bitmemiş Şiirler (1976). Bu kitapta şairin bitmiş şiirleri kadar güzel denebilecek şiir tasarıları, yarım kalmış şiirleri, kıtaları, rubaileri, bazı mısraları ve mısralarının birbirinden farklı şekilleri yer almaktadır. Bu yarım kalmış parçalarda şairin bir şiir üzerinde nasıl çalıştığı ve bir şiir için olgunlaşıncaya kadar nasıl bir cehd sarf ettiği açıkça görülebilmektedir.
13. Mektuplar-Makaleler (1977). Yazarın bu isim altında neşredilen kitabında mektup ve makalelerinden başka, hâtıraları, sohbet yazılan ile bazı hitabe ve konferansları da yayımlanmıştır. "İspanya Hâtıraları" adını taşıyan bölümde bir kısmını mektup olarak yazdığı bu hâtıralarda İspanya'nın coğrafî ve sosyal özellikleri yanında tarih ve mitolojisine de yer vermistir. Peyâm ve Peyam-ı Edebî'de yayımlanan makalelerde 1914-1915 yıllarının birtakım sosyal meseleleri üzerinde durulurken Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlanan yazılarda ise tamamen siyasî ve aktüel konular ele alınmıştır.
Bibliyografya:
Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), Ankara 1958, s. 671-683; Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal'e Vedâ, İstanbul 1959; Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul 1959; a.mlf., Yahya Kemal'in Hâtıraları, İstanbul 1960; a.mlf.. RTET, II, 1167-1201; a.mlf., Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul 1984; Sermed Sami Uysal, Yahya Kemal'le Sohbetler, İstanbul 1959; a.mlf., İşte Gerçek Yahya Kemal, İstanbul 1972; Halil Vehbi Eralp, Yahya Kemal İçin, İstanbul 1959; A. Hamdi Tanpınar. Yahya Kemal, İstanbul 1962; a.mlf.. Edebiyat üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1977, s. 299-357; Adile Ayda, Yahya Kemah Kendi Ağzından Fikirleri ve Sanat Görüşleri, Ankara 1962; a.mlf., Yahya Kemal'in Fikir ve Şiir Dünyası, Ankara 1979; Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal, İstanbul 1979; A. Süheyl Onver, Yahya Kemal 'in Dünyası, İstanbul 1980; Ölümünün Yirmi Beşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı, Ankara 1983; Doğumunun 100. Yılında Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul 1984; Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İstanbul 1985; Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal, Eve Dönen Adam, Ankara 1985; Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, I, İstanbul 1959; II (1968), III (1988), Derginin her üç sayısında da yer alan bütün yazılar sadece Yahya Kemal'le ilgilidir; Mehmet Kaplan, "Beyatlı, Yahya Kemal", TDEA, 1, 413-418.
Orhan Okay, DİA, 6.cilt
Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler isimli kitabından bir değerlendirme
Geniş, ağır bir gövde, kalın bir gladyatör boyunu, irice bir baş, uçları keskin çizgilerle sımsıkı kapalı ihtiraslı bir ağız katı bir çene, dolgun yanaklar üstünde gömülü gibi duran dalın gözler. Serilir gibi oturuşunda bitmeyen bir hazım yorgunluğu var gibidir. Onda eski Roma kayserlerini andıran bir hal sezilir.
Yahya Kemal'i yirmi beş sene evvel Türk Ocağı'nda tanımıştım. Sert, gür bir göğüs sesiyle, meşhur Kurdun Ölün ü şiirini gümbürdetiyordu. Bu ses, iri av bıçaklarının kurdun bağırsakları içinde kıskaç demirleri gibi çatıştıklarını duyuruyor, dinleyenlere ürpermeler veriyordu.
O zamanlar henüz şöhreti yayılmamıştı. Yalnız ban mısralarının dillerde dolaştığını hatırlıyorum. Bir manzume sedefine enginlerin uğultusunu doldurduğu söyleniyor ve ondaki büyük sanatkâr titizliğini anlatmak için, bazı mısralarının yıllardan beri yarım kaldığı kulaktan kulağa fısıldanıyordu.
Çok gençtim. Coşkun bir Türkçülüğün taşırdığı gollümde, dilime büyüklük verenlere derin bir saygı çarpıyordu. Yahya Kemal'i böyle bir ruh kahramanı gibi alkışlamaya hazırdım. İşte bundan ötürüdür ki:
Fânileri gökten ayıran perdeye değdim
mısraını kendinden menkul bir keramet gibi değil, büyük ve zengin bir ruh hazinesinin tılsımlı anahtarı gibi karşılamıştım. Gerçi yine o günlerde elime geçen bir şiirindeki:
.... Bir kanlı sevinç
Kahkahâtiyle bu hevvalenin en genç, en dinç
Şehsuvârânı kılıç koymamak azmiyle kına
Doludizgin koşuyorlardı akından akma
parçası, bir tek cümleye dolanan şu "kahkahâtiyle" ve "azmiyle"siyle zevkimi incitmiş ve o meşhur titizlikle telifi güçleştirmişti. Ama yine tesellimi buldum. Bu şiir, henüz basılmamış, yaratıcısının son tashihinden geçmemişti. Çünkü neşir yaratıcının eseri hakkında mükemmellik kararıdır.
Gazel yolunda yazdıkları, onda çok kuvvetli bir mazi çeşnisinin şahitleridir. Fakat bu gerçekten güzel şiirler ne yazık ki Nedim'in olmaktan kurtulamıyor.
Bu sıralarda Yahya Kemal Darülfünun'a müderris oldu. Üniversite kürsülerine eser basamaklarından çıkılır. Biz onun ilmî değerini ortaya koyan böyle bir fikir merdivenini görmemiştik. Bugüne kadar hâlâ kitabını okumuş değiliz. Şu halde bu müderrisliği onun şairliğinin bir caizesi saymaktan başka çare yoktur.
Zaten yeryüzünde edebiyat ve sanata Yahya Kemal kadar borçlu, başka bir şair daha var mı bilmem. Bundan ötürüdür ki üç beş yıl önce bir mecmuada çıkan bir mülakatı beni hayrete düşürmüş ve kendisine düşündüklerimi söylemiştim. Yahya Kemal orada edebiyatın nankörlüğünden bahsediyor ve sanat uğrunda, kendini boşu boşuna harcadığını söylüyordu. Hâlbuki sanat, onun kadar hiç kimseye yar olmamış, hiç kimseye bu kadar kolay şöhret, bol refah, zengin alkış getirmemiştir. Darülfünun profesörlüğüne esersiz çıkışı, ilham perisinin bir cilvesiydi.
Sonra yine onu İspanya'da sefir gördük. Hangi siyasî kariyerden hız alarak bu geniş ve yüksek sıçrayışa erdi? Siyaset onun mesleği değildi. Hayatta böyle bir terbiye almamıştı. Hariciyemizle ne yakından, ne uzaktan alâkalı idi. Ama Madrid'e sefir oldu. Çünkü şairdi. Demek ekselanslığını da edebiyata borçludur.
Nihayet Yahya Kemal'i mebus seçtiren de yine şairliğidir. Şu halde onu yeryüzünün edebiyata en minnettar adamı olarak tanımak hiç de haksız olmaz.
Yoksa Yahya Kemal'in bu şikâyeti, şiirleriyle kendi kendini duyuramadığından mı ileri geliyor?
Herkesin bildiği gibi o, çok az yazar. Yıllar süren sancılardan sonra doğan mısralar belki kendisini de kandırmıyor. Sanata karşı söylenişleri belki de maddî hayatın tamamıyla üstünde ruhî sitemlerdir.
Verimsizliği eskiden beri tarizlere uğradığı için bunu da tabiî bulmalıyız. Çünkü kimi "tıknefes" dedi, kimi daha insafsız bir atılganlıkla "Edebiyatımızda 'Lâedri' imzalı birtakım şairsiz şiirler var. Bunları bari Yahya Kemal'e verelim de hem edebiyatımız, şairsiz şiirlerden, hem şairimiz şiirsizlikten ki .-tulsün!" hükmünü verdi.
Az yazmanın ızdırabını zaten olanca ateşiyle kendi yüreğinde duyan şâiri, bu sitemler elbette çok yaralamıştır. Bereket versin, onun imanları hiçbir şeyle sarsılmaz müritlerine. Onlar bütün bu hücumların altında bir kıskançlık sızısı oldu unu söyleyen makale merhemleri yazdılar.
Yahya Kemal'in sanat hayatında bu dâva eskidir. Daha ilk günlerde bile "Edebiyat masasında blöf yaptın herkese sen ey pokerci!" diyenler olmuştu.
Şu halde asıl Yahya Kemal nedir? Eski yazıları, divan kültüründe kuvvetli olduğunu gösteriyor. Kâh Nedim gibi, kâh Nailî-i Kadim gibi, kâh Nev'î gibi yazar. Bunları ona mal etsek bile, sahipliğin iğretiliğini gidermek elimizden gelmez. Yalnız Deniz ve Ses manzumelerinde hususî bir ahenk ölçüsünün bir Yahya Kemal diyapazonunun çeşnisi var. Bazı şarkılarında da bu iç ve dış ahengi duyulur. Son şiirlerinde ise bu iki varlığın da si indiğini görüyoruz:
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Şiir olmak şöyle dursun, değerli bir lâf bile değil. "Tanburi" kelimesindeki nispet ye'si topal topal basıyor. Onun meşhur titizliğiyle bu korkunç ahenk bozukluğu nasıl yan yana gelebilir? Yabancı bir ülkede, yabancı sazların, ruha uzak orkestraların çaldığı bir memlekette Cemil'in tamburundan vatan bağrının sesini duymakta güzel ve içli bir derinlik var. Ama bunu mısra'ın kendisi değil, benim zihnî cephem söylüyor.
Fikr-i tâlin her kaçan bu kalb-i şeydâdan geçer
Dil safadan mest olur gûyâ ki sahbâdan geçer
matla'lı gazeli andıran bir eserinde Yahya Kemal:
Bir hıyâbândır ki hasret kûy-i canandan geçer
demişti. "Hıyâbân" ile "hasret" gibi bir cehennemi birleştiren bu satırı okuduğum zaman, dudaklarımdan.
- Hasret, yemyeşil kubbeli serin bir hiyâbân ha! Galiba vuslat olacak bu hasret! hükmü dökülmüştü.
Bu mısra benim içimde gerçek şairlik imanını çürüten bir tesir bırakmıştır.
Yukarıda:
Fânileri gökten ayıran perdeye değdim
mısraını bir müjde gibi karşıladığımı söylemiştim. Araya bir ömürlük zaman girdi. Henüz bizi o perdenin arkasındaki zengin ruh ve gönül âlemine yükselten eserlere eremedik. Belki hâlâ bakliyenler vardır. Fakat doğrusu benim artık tahammülüm kalmadı, ümidim de. Onda bir sanat mehdîsi varlığını görenlerle beraber değilim.
Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler
YAHYA KEMAL BEYATLI-YUSUF ZİYA ORTAÇ EDEBİ PORTRELER
Kırk yedi yıl geçti aradan. İstanbul’da bir dergi çıkıyordu. Adı Rübab. Penbe kâğıda basılırdı. Eni dar, boyu uzun bir dergi. Yeni bir sanat kuşağının bayrağıydı o:
Ayaklarımda çarıklar, elimde bir değnek,
Sükûn içinde yürürdüm semayı dinliyerek...
Halit Fahri Ozansoy, arûzu bu güzel Türkçe ile konuşturuyordu o zaman...
Ötede, Selanik’te çıkan Genç Kalemler vardı: Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip Türkçenin kurtuluş kavgasını yapıyordular.
Yahya Kemal’in sesini, edebiyat dünyamız, kimi bütün, kimi yarım bir kaç mısrağla bu kımıldanışlardan sonra duymaya başladı:
Mermerde nâşı hareli bir tülle örtülü,
Biblos ilâhı genç Adonis bekliyor ölü
Piyâle - Kerleri üryan omuzlarında sebû,
Alınlarında da çepçevre gülden efserler,
Yayar bu mahfile âsâbı gevşeten bir bû,
Ve gözleriyle derinden bakar, gülümserler!
Türkçeyi arûz ile en güzel dile getiren büyük şairimiz, başlangıçta: Çıplak yerine üryan, testi yerine sebû, taç yerine efser, koku yerine bû kelimelerini kullanan şairdi!
Onun güzel, tatlı, unutulmaz şairliğinden hiçbir şey eksiltmiyecek olan bu doğruyu söyliyelim: Yahya Kemal, hecenin beş şairinden sonra Türkçecidir.
Tanışmamız Türk Ocağında olmuştu: Şiiri, onu dinledikçe daha iyi anlamaya başladık. Kuvvetli adamdı: Kafasiyle, kalbiyle, sesiyle, midesiyle!
Şiirimize, yalnız yazışta değil, okuyuşta da yeni bir ses getirmiştir.
İsterse dünyanın en sevimli insanı olurdu. Ama bunu istemesi için sizden istemiyeceği şey yoktu. En azı kendisine tapmanızdı!
Eğer onun bu yaman bencilliğini sezer ve biraz izzeti nefis tepkisi gösterirseniz dost olmanıza imkân kalmazdı artık.
Yahya Kemal’i memnun etmek mi?... Bu, yalnız kendisini beğenmekle olmazdı. Başkalarını da beğenmiyecektiniz. Hem de şöyle böyle başkalarını değil, Ahmet Haşim'i bile... Mehmet Akif'i bile... Tevfik Fikret'i bile... Abdülhak Hâmid'i bile!
Mizah edebiyatımızın en ince şairi, efendi insan Halil Nihat Boztepe ile darılmışlardı. Niçin mi?... Bir Ankara yolculuğunda, edebiyatımızdan konuşurken Boztepe:
—Ne büyük şairdir Fikret! dediği için...
Yahya Kemal’in ilk şiiri İrtika mecmuasında çıkmıştır. O zaman on sekiz yaşındaydı:
Ey şehriyar-ı âtıfet-âsar-ı muhterem,
Ey tâcdâr-ı mâdelet-efkâr-ı zülkerem,
Şensin o padişâh-ı dil âgâh-ı pür himem.
Kim vasf-ı hazretinde senin her ne söylesem,
Ahrâdır ey halife-i pür lûtuf-u mâdelet!
Bu mısralarla gönüllerdeki yeri ve adaleti övülen padişah İkinci Abdülhamit’tir!
Yahya Kemal, elbet talihli insandı: Çocuk yaşında Paris’e gitti. Fransızcayı, Fransızcanın vatanında öğrendi. Ünlü tarihçi Albert Sorel’den hem feyz aldı, hem zevk. Sanat akımlarının deltası Quartier Lâtin’de yaşadı. Cafe Vachette’de Jean Moreas’la dostluk etti... Sonra, yurda dönünce, günün politikacıları onu oturtacak makam aradılar: Profesör oldu, ilmî rütbelerin en şereflisi... Mebus oldu, millî rütbelerin en büyüğü... Elçi oldu, siyasî rütbelerin en keyiflisi... Ve nihayet şiirden anlayan ve anlamıyan, bütün aydınların ve yarı aydınların gönül tahtına oturdu...
Ama Yahya Kemal memnun olmadı! Çünkü o gönül tahtlarında başkaları da vardı!
Sakın bu satırları okurken, içinizden kötü düşünceler geçmesin. Yahya Kemal, bütün kıskançlıkların üstündedir. Kaldı ki, o şiirleri yazan adam kıskanılmaz, onunla övünülür...
Ben de Yahya Kemal ile övünen biriyim. Gün geçmez ki, bir müslüman mahallesinde dolaşırken, Üsküdar pencerelerinde akşamı seyrederken, Emirgân kıyılarında dinlenirken onun büyük hâtırası, içimden mısra mısra geçmesin. Kadeh elde, onu anarız, güz yaprakları bahçelerde hışırdarken onu anarız, hele ölüm karşısında, o sonsuz karanlık önünde onu ne kadar, ne kadar, ne kadar anarız:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...
Hangi İstanbullu vardır ki, Bebek kıyılarında dolaşırken dudaklarına onun sesi gelmesin:
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum,
«Yârab, hele kalb ağrılarım durdu» diyordum.
His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin heyecaniyle kanatlı
Bir taze bahar âlemi seyretti felekte,
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebekte.
Akşam, lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam!
Ama yine tekrar edeyim: Şiirlerini ne kadar severseniz seviniz, Yahya Kemal’i, her gün ona izzet-i nefsinizden, benliğinizden bir ziyafet çekmedikçe sevemezdiniz!
Dostluk, arkadaşlık, vefa, saygı, bütün bu güzel duyguları, ödememek şartiyle hep sizden isterdi.
Bir gün, Abdullah Efendi lokantasında öğle üstü masama gelmek lûtfunda bulundu. Sevinerek ayağa kalktım, yerimi verdim ve ben karşısına oturdum.
— Ne lâtif adamsın Yusuf Ziya, diye iltifat etti. Pek keyifli bir yemek yiyorduk.
— Yahya Kemal’ciğim, dedim, dikkat ediyorum, senin mısralarında kelime yok... Yüzüme merakla baktı.
— Kelimeler, dedim, mısraın potasında eriyor, bir bütün oluyor ... Artık o bütünü kırmadan, zedelemeden bir nokta bile çıkaramazsın...
Pek sevindi, pek... Burada tekrarlıyamıyacağım kadar güzel sözlerle sevindi.
Ama, sofradan dargın kalktık. Neden mi?... Sadece karşısındakine insan saygısı göstermeyişinden:
Yemek sonunda, masaya küçük bir bakır tas getirtmiş ve ağzından çıkardığı takma dişleri karşımda yıkamaya başlamıştı. Suların üstünde yemek kırıntıları yüzüyordu. Midem burkularak koptu sandım. Belki biraz hırçın:
— Yahya Kemal, bunu yapmaya hakkın yok, dedim... Mağrur ve öfkeli haykırdı:
— Bir daha benimle oturmazsın... Ben de ayni sesle bağırdım:
— Benimle oturan sensin!.. Kalktı, gitti, darıldık.
Yalnız bana mı?. Halit Fahri’ye, bir gün sormuş:
— Ne iş yapıyorsun?
— Edebiyat hocasıyım...
— Maaşın?
— Seksen lira... Hakaretle gülmüş:
— Oooh, bedavadan milletin seksen lirasını alıyorsun!
Yahya Kemal bunu söylediği zaman milletin binlerce lirasını alan bir elçi idi!
İbrahim Alâettin Gövsa gibi, karınca incitmez bir adam, onun çirkin bir tecavüzüne uğramış, ama şu müthiş mısralarla da damgalamıştı:
Şairim der de tufeyli yaşatır gövdesini,
Dayanıp köhne Nedim artığı üç, beş satıra!
Senelerdenberidir aynı sakız, aynı geviş,
Seneler var ki doğursun diye baktık katıra!
Onun ölümü ile büyük bir şair, küçük bir insan kaybettik... Eyvaaah, artık mavi Boğaz, artık Türk Üsküdar, artık müslüman Kocamustafapaşa, artık edebiyatımız Yahya Kemalsizdir!
YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 137 - 141