Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YAHYA KEMAL BEYATLI 

(1884-1958) Türk şairi ve nesir yazarı.

2 Aralık 1884'te o zaman Osmanlı top­rakları içinde bulunan Üsküp'te doğdu. Bir müddet burada belediye reisliği de yapan adliye memuru Nişli İbrahim Na­ci Bey ile Leskofçalı İsmail Paşazade Dilâver Bey'in kızı Nakıye Hanım'ın oğlu olup asıl adı Ahmed Âgâh'tır. Aile şece­resi hem anne hem de baba tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beyle­rinden Şehsüvar Paşa'ya dayanır. Şairin daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şeh­süvar lakabının Türkçesidir ve onun hâ­tırasını taşır.

Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp'teki Yeni Mektep'te başladı (1889), bir müd­det sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb'e girdi (1892). Üsküp İdâdîsi'nde başladığı orta öğrenimi­ne (1895) ailece Selânik'e taşındıklarından Selanik İdadisi’nde devam etti (1897). 0 yıl annesinin ölümü ve babasının yeni­den evlenmesi üzerine Üsküp'e döndü­ler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yah­ya Kemal yatılı olarak Selanik İdadisi’ne gitmek zorunda kaldı, fakat hastalandı­ğından yeniden Üsküp'e döndü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki ge­çimsizlik had safhaya varmış olduğun­dan idadiyi tamamlamak üzere Yahya Kemal'i İstanbul'a gönderdiler (Nisan 1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği Galata Sarayı Sultanisi’ne giremedi, Robert Kolej'e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet boşta kalması devrin siyasî akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir fırsatını bularak, neslinin birçok gen­ci gibi Paris'e kaçtı (Temmuz 1903). Bir müddet tahsilden uzak. Jön Türkler ara­sında yaşadı. Sonra Fransızcasını iler­letmek için Meaux Koleji'nde okudu. Bir­kaç yıl, hemen pek çok Türk'ün okudu­ğu Ecole Libre des Sciences Politiques'e devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere gir­di, devrin bir kısım yazar ve politikacı­larını tanıdı, hareketli bir hayat yaşadı. İki ay kadar da Londra'da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa'nın ve di­ğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi. Herhangi bir diploma sahibi ol­madan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul'a döndü (1912). Dârüşşafaka Mektebi'nde (1913), Medresetü'l-Vâizîn'de (1914), Heybeliada Bahriye Mektebi'nde (1916), Darülfünun Edebiyat Şubesi'nde (1916-1919) tarih, medeniyet tarihi, Garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Tedavi için bir süre Sof­ya'da bulundu (1921). Lozan barış müza­kerelerine müşavir delege olarak katıldı (1922). Yurda dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne II. dönem Urfa mebusu olarak girdi (1923-1927). Bu arada Tür­kiye Suriye sınır tesbit komisyonunda önemli çalışmalar yaptı (1925). Varşova (1926), Madrid (1929) ve Lizbon'da (1931) orta elçi sıfatıyla çalıştı. 1933'te memle­kete döndü, Yozgat mebusu olarak yeni­den Büyük Millet Meclisi'ne girdi (1933), Tekirdağ (1935) ve İstanbul (1942) me­busluğu da yaptı. Yeni kurulmuş olan Pakistan Devleti nezdinde ilk büyükelçi­miz oldu (1947). 1949'da emekliye ay­rılarak yurda döndü. Sık sık sağlığı bo­zulan Yahya Kemal bu tarihten sonra tedavi için birkaç defa Paris'e gitti, fa­kat tam iyileşemedi. Son aylarında yat­tığı Cerrahpaşa Hastahanesi'nde 1 Ka­sım 1958'de öldü. Mezarı Rumelihisarı Kabristanı'ndadır.

Yahya Kemal, yetişmesinde Üsküp'-ün, oradaki Yeni Mekteb'in ve Mekteb-i Edeb'in, bilhassa annesinin rolü olduğu­nu hâtıralarında belirtir. Edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisinin de Üsküp İdâdîsi'nde başladığını söyler. Bu yıllarda Recâizâde Ekrem'i, Abdülhak Hâmid'i, Muallim Naci'yi ve Ziyâ Paşa'yı okuduğu gibi eski divanları da elinden düşürme­diğini, hatta Esrar mahlasıyla şiirler yaz­dığını anlatır. "Hâtıra" adlı ilk şiiri de yi­ne bu yıllarda İstanbul'da çıkan Terakki gazetesinde yayımlanmıştır. İdâdî tah­sili için geldiği İstanbul'dan Paris'e gi­dinceye kadar boş geçirdiği bir buçuk yıl içinde Servet-i Fünûn'un genç şairlerini ve Cenab Şahabeddin'i tanımıştır. İrtikâ (1902) ve Malûmat dergilerinde (1903) Agâh Kemal imzasıyla şiirleri çıkmış, bu arada çeşitli edebiyat ve mûsiki meclis­lerine de devam etmiştir.

Yahya Kemal'in gerek sanat ve ede­biyat gerekse tarih görüşlerinin teşek­külünde Paris'te geçirdiği dokuz yılın bü­yük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllar­da şöhretleri devam eden Fransız roman­tiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sem­bolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şi­irine bir kültür temeli bulmak için Fran­sızların yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat edi­yordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien'in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki soh­betlere katılıyordu. Çeşitli istikametler­de genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar aç­tı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzak­laştı. Esasen bir süreden beri yenileş­me ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşa­cak halis bir dil olacaktı. Fransızlar kla­sik metinlerden hareket edip yeni Fran­sız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etme­nin yollarını aramalıydık.

Bunların yanında tarih anlayışı için de bir çıkış yolu aradı. Asırlardır hüküm sü­ren Osmanlı fikri karşısında şimdi Turan düşüncesi uyanıyordu. Türk millî tarihi­nin temeli ne olacaktı? Tarihçi Camille Julien'in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: "Fransa toprağı bin yılda Fransız mille­tini yarattı". Bu cümle Yahya Kemal'in tarih felsefesinin formülü oldu ve bunu Türk tarihine uyguladı. Böylece Ziya Gökalp'in daha çok ırkî değerlere dayanan görüşü yerine millî tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde baş­latmış oldu. Bugünkü Türk milleti ile Anadolu toprağı arasında bir medeniye­tin yoğrulmuş olduğuna inanıyor, Türkler'in Anadolu'ya geldikten sonra orta­ya koydukları yeni medeniyeti ve bu me­deniyeti meydana getiren unsurları ta­nımak gerektiğini kabul ediyordu.

Bu duygularla Türkiye'ye dönen Yah­ya Kemal, şiirde Türk klasik devrinin se­siyle örnekler vermeye başladı. Eski Şii­rin Rüzgârıyle kitabındaki şiirlerinin bü­yük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Bir taraftan da Peyâm-ı Edebî (1919), İleri (1919-1921), Tevhîd-i Efkâr (1920-1921), Payitaht (1921) Yarın (1921-1922), ga­zetelerinde tarih ve edebiyata dair gö­rüşlerini makaleler halinde yayımlıyor­du. Bundan bir müddet sonra Anadolu'­da başlayan Millî Mücadele hareketleri­ni de aynı gazetelerde ve Dergâh (1921) mecmuasında çıkan yazılarıyla destek­ledi. Sonraki yıllarda önceki makaleleri Edebiyata Dâir, ikinciler ise Eğil Dağ­lar kitapları içinde yer almıştır.

Büyük Millet Meclisi üyeliği ile elçilik yıllarını daha çok çevresindekilerle tarih ve edebiyat üzerine sohbetler, konfe­ranslar ve bazı şiirlerini neşretmekle ge­çirmiştir. Yahya Kemal'in şiir ve nesir­lerini son yıllarına kadar kitap halinde neşretmek gibi bir düşüncesinin olma­dığı anlaşılmakta ve bütün yakınlarının hâtıraları bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ölü­münden sonra talebesi ve yakın dostu Nihad Sami Banarlı'nın himmetiyle ku­rulan Yahya Kemal Enstitüsü bütün şiir­lerini, nesir yazılarını, hâtıralarını ve mek­tuplarını on üç kitap halinde yayımla­mıştır. Bu on üç kitabın onu Banarlı'nın sağlığında, geri kalan üç tanesi de ölü­münden sonra çıkmıştır. Banarlı'nın ifa­desine göre, Yahya Kemal'in şiir kitap­ları ölmeden önce kendi tavsiyeleri ve tertip şekli hakkındaki arzulan dikkate alınarak ve kendisinin koyduğu isimler altında yayımlanmıştır. Buna göre eski ve klasik divan tarzında olanlar Eski Şi­irin Rüzgârıyle, Hayyâm'dan tercüme­leri de dahil olmak üzere bütün rubai­leri Rubailer, yeni tarz şiirleri de Kendi Gök Kubbemiz adı altında toplanmış bulunmaktadır.

Yahya Kemal'in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelade cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunma­ya muhtaçtır. Mısra bir nağme olmalı­dır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulun­ması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra kompozisyonunda birçoklarında aşın telakki edilmiş bir ti­tizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap hali­ne getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine talip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi ve söylenmesi isteğinden doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neoklasizminin hemen yegâne örnekleri ola­rak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunla­rından ve belagatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile getirmek istemiştir. 

Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin baş­langıcı olarak 1071'i yani Malazgirt Zaferi 'ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğu­şudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, mûsiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat fel­sefemiz, cihangirlikle beraber fethedi­len yerlerde bir ümran tesis etme ideali­mizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk te­masının ağırlığını hissettirdiği şiirlerin­de bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimiz­le iç içe görünür. "Fenerbahçe", "Mihri-yâr", "Bir Tepeden", "İstanbul'un O Yer­leri" adlı şiirleri tamamen bu duyguların tezahürüdür.

Yahya Kemal'in siyasî fikirlerinin ge­lişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısın­daki davranışı Türk aydınının son asır­da geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duy­guların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir daüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bil­hassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir. Buna karşılık "ümmî" fakat görgülü bir kadın olan annesi Nakıye Hanım, gelenekten gelen bilgi­lerle ve bir kadın hassasiyetiyle onda ilk dinî duyguları uyandırır. Henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna, "Oğlum, dün­yada iki insanı sev... Peygamber Efen­dimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!" diyen bu rikkatli anne, böylece bu iki büyük isim etrafında ilk dinî ve millî terbiyeyi veriyordu (Sultan Murad'dan maksadının hem Murâd-ı Hüdâvendigâr, hem II. Murad olduğunu Yahya Kemal ilâ­ve eder). Şair Leskofçalı Galib Bey'in ye­ğeni olan Nakıye Hanım oğluna bildiği ilâhileri öğretir, onu Müslüman Osmanlı geleneğiyle büyütmek ister. Böylece ço­cuk Ahmed Agâh, Üsküp'ün camileri, türbeleri, evliya kabirleri arasında, dinî hayatla millî ve mahallî örf ve geleneğin birbirine karıştığı "uhrevî bir âlemde", Yûnus ilâhilerinin, Muhammediye'lerin okunduğu bir evde "sofuluğa mütema­yil olmayan" bir Müslüman dünyasının lezzetini alır. Hatta bir ara, biraz da ço­cukça bir aşk duygusu ve şiir hevesinin birbirine karıştığı bir atmosferde, Üsküp'teki Rufâî Tekkesi'ne devam eder. Şairin bu yıllarına ait duygularını en gü­zel biçimde "Kaybolan Şehir" adlı şiiri dile getirmektedir.

Yahya Kemal'in hâtıralarından, gerek Selanik'te gerekse İstanbul'da siyasî me­selelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selanik'­te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar; yurda girişi yasaklanmış kitap, risale ve dergileri merakla okur. İstan­bul'a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden so­ğutur. Memleketi zindan, Avrupa'yı nur­lu bir cihan gibi görür, Doğulu'nun ahlâ­kından nefret eder. "Paris hayalimin üze­rinde bir yıldız gibi parlıyordu" diyen genç adam daha İstanbul'da iken dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bu­nun Paris'te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fran­sız gençleriyle birtakım sokak mitingle­rine katıldığını yine hâtıralarında yazar. Paris'te öğrenciliğinin de pekiyi olma­dığı ilk yıllarda Jön Türkler'e ve İttihatçılar'a karışır, onların kahve ve lokallerdeki toplantılarına devam eder. Birbi­rinden çok farklı sebeplerle vatandan uzakta yaşayan bir yığın Osmanlı ara­sında, Hoca Kadri Efendi gibi dindar fa­kat Yahya Kemal'in dostluk etmekten pek de zevk alamayacağı tiplerin karşı­sında, zıt bir aşırılığın temsilcisi Abdul­lah Cevdet gibi ateistler, Doktor Nâzım gibi daha dengeli şahsiyetler de vardı. Yahya Kemal'in bunlardan kopuşu Pa­ris'teki hayatının üçüncü yılından itiba­ren başlar. Bu, hayat hikâyesinde söz konusu olan, Fransız millî tarih felsefe­sine ilgi duyması hadisesidir. Bu arayış­ları onda kaybettiği dinî duygularının ye­rini millî tarihimiz ve değerlerimizle dol­durma gayretini doğurur.

11. Meşrutiyet'in ilânından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul'da, her biri mem­leketin içinde bulunduğu sıkıntılı durum­dan kurtulmak için birer hasta reçetesi gibi sunulan ideolojilerle karşılaştı. Yine bir kısım Fransız fikir ve sanat adamlarının etkisiyle tasavvur ettiği vatan top­rağı nazariyesi onu bir müddet Yakup Kadri ile beraber bir "Nev-Yunânîlik" fan­tezisine şevketti. Nasıl vaktiyle İran kül­tür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümü­zün kaynağını teşkil edebilirdi. "Berga­ma Heykeltıraşları" ve "Sicilya Kızları" adlı şiirleriyle "Bir Kitâb-ı Esâtîr", "Tiyat­ro" ve "Çamlar Altında Musahabe" seri­sinden bazı makaleleri bu yılların mah­sulüdür. Yahya Kemal'de kısa süren bu bocalama, Balkan ve 1. Dünya savaşları­nın acı gerçeğiyle sona erer. "Yol Düşün­cesi" şiiri de Akdeniz medeniyeti hülya­sından vatan gerçeğine dönüşün ifade­sidir. Bu devrede tarih ve medeniyet ta­rihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osman­lı tarihlerine eğilen şair, birçok millî de­ğer gibi dinî duyguyu da yeniden kaza­nır. 1921-1922 yıllarında yazdığı "Topkapı Sarayında", "Ezan ve Kur'an", "Ezansız Semtler", "Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb" yazıları, milletimizin Müslümanlı­ğa bağlılığını tarih, örf; mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikimi­nin perspektifinden gösterir. Şiirleri ara­sında da, en çok emek ve önem verdiği "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" başta olmak üzere, "Itrî", "Ziyaret", "Atik Valide'den İnen Sokakta", "Koca Mustâpaşa", "Ufuklar", "O Taraf", "Selimnâme" ve "Ezân-ı Muhammedi" Yahya Kemal'in dinî duygularını derin ve samimi bir şe­kilde aksettirir.

ESERLERİ:

Sağlığında şiir ve yazıları der­gi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal'in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul'­da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tara­fından gerçekleştirilmiştir. "Yahya Kemal Külliyatı" adını taşıyan seri on üç kitabı ihtiva etmektedir:

1. Kendi Gök Kubbe­miz (1961). Yahya Kemal'in sade Türkçeyle söylediği, hem yapı hem şekil bakı­mından yeni tarz şiirlerini bir araya geti­ren eseridir. Kitaptaki şiirler "Kendi Gök Kubbemiz", "Yol Düşüncesi" ve "Vuslat" başlıkları altında üç grupta toplanmış­tır. Birinci gruptaki şiirlerde daha çok Türk milletinin tarih içinde iman gücüy­le Anadolu ve Rumeli topraklarında yap­tığı fetihler ve ortaya koyduğu güzellik­ler üzerinde durulur. İkinci grupta rindlik, ölüm ve sonsuzluk gibi temaların iş­lendiği şiirler, üçüncü grupta ise daha çok aşk şiirleri yer alır. Yahya Kemal ay­nı zamanda bir tefekkür şairi olduğu için bu bölümlerin herhangi birinde yer alan birçok şiir diğer bölümlere de gire­bilecek özellikler taşımaktadır. Onun aşk temasını işleyen şiirlerinde aynı zaman­da yoğun bir şekilde vatan ve düşünce unsurları, fikrî muhtevalı şiirlerinde aşk unsurları, vatan şiirlerinde ise diğer bü­tün unsurları bir arada görmek müm­kündür.

2. Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962). Divan şiirini XX. yüzyılda da yaşatma dü­şüncesiyle hem şekil hem yapı hem de muhteva bakımından tamamen klasik tarzda yazılan şiirlerin toplandığı kitap­tır. Bu şiirler "Selimnâme", "Gazeller", "Şarkılar", "İthaf" ve "Kıt'alar-Beyitler" başlıkları altında beş bölümden meyda­na gelir. Tarihin eski ve ihtişamlı devir­lerine ait olayları kendi çağlarının diliyle söylemek Yahya Kemal'in önem verdiği bir husus olduğundan bu kitaptaki şiir­lerin tamamı eski devrin diliyle yazılmış­tır.

3. ve 4. Rubailer ve Hayyam Rubai­lerini Türkçe Söyleyiş (iki kitap bir ara­da 1963). Klasik edebiyatta rubâî, genel­likle büyük manzumelerde ifade edile­bilecek birtakım duygu ve düşünceleri dört mısraya sığdırabilme başarısının ifadesi olmuştur. Yahya Kemal de bu ki­tapta toplanan rubaileriyle klasik şiirde ayrı bir yeri olan rubâîye Türkçede yeni bir hayat kazandırmaya çalışmıştır. İkin­ci kitapta ise Hayyâm rubailerinin Hü­seyin Dâniş tarafından 1927'de yayım­lanan ikinci baskısı esas alınmıştır. N. S. Banarlı'nın ifadesiyle bu kitaptaki ru­bailer, "Yahya Kemal'in kitap okurken veya kendi şiirlerini söylerken yorulan ruhunu dinlendiren birer çalışmadır".

5. Aziz İstanbul (1964). Yahya Kemal'in, Os­manlı-Türk kültür ve medeniyetinin en güzel ve en anlamlı âbidelerinin bulun­duğu İstanbul hakkında çeşitli tarihler­de kaleme aldığı yazılardan meydana gelmektedir.

6. Eğil Dağlar (1966). İs­tiklâl Savaşı yıllarında Anadolu'daki Millî Mücadele'yi İstanbul'dan kalemiyle des­tekleyen Yahya Kemal'in, o günün İleri (1921), Dergâh (1921), Tevhîd-i Efkâr (1922) ve Hâkimiyet-i Milliye (1924) gi­bi gazete ve dergilerinde doğrudan doğ­ruya Millî Mücedele ile ilgili olarak ya­yımlanan yazılarını bir araya getirmek­tedir. Kitapta işlenen ana fikirlerden bi­ri, İstiklâl Savaşı ile başlayan yeniden millet olmanın temeline hangi değerle­rin konulacağı görüşüdür. Yahya Kemal'e göre millî birliğin artık saltanat çevre­sinde sağlanması mümkün değildir. An­cak yazar yeni Türk devletinin teşek­külünü, Osman Gazi'nin kurduğu Türk devletindeki ruhla izah eder. Bu devlet eskisinden farklı biçim ve usullerle, fa­kat eskisi ile yine aynı temeller üzerin­de yükselecektir. Kitapta ayrıca, Türki­ye'nin Anadolu ve Trakya'da kurulması ile dünya barışına sağlayacağı faydalar üzerinde de durularak Yunanistan'ın ya­yılma politikasından doğan fikirlere kar­şılık verilmektedir.

7. Siyâsî Hikâyeler (1968). Yahya Kemal'in ileriki yıllarda ya­yımlamayı düşündüğü siyasî muhteva­lı hikâyelerden oluşur. Kitapta yer alan "Şem'i Molla", "Bir Gözdenin Gafleti", "Atıf Efendi'nin Üslûbu" ve "Râif Efendi'nin Katli" başlıklı hikâyelerin hemen hepsinde Osmanlı tarihinden alınmış ve saray çevresinde geçen olaylar anlatılmış­tır.

8. Siyâsî ve Edebî Portreler (1968). Bu kitapta ise Tanzimat sonrasının si­yasî ve edebî hayatında önemli rolleri olan yirmi Türk edebiyatçı, devlet ada­mı ve politikacısı hakkında Yahya Kemal'in düşünce ve gözlemleri yer almak­tadır. Yazarın, muhtemelen herhangi bir polemiğe girmemek düşüncesiyle, ölü­münden sonra yayımlanmak üzere yaz­dığı bu yazılar devrin çeşitli olaylarına da ışık tutacak niteliktedir.

9. Edebiya­ta Dâir (1971). Yahya Kemal'in büyük bir kısmı devrin gazete ve dergilerinde ya­yımlanan eski Türk edebiyatı, şiir, Türkçe, vezin ve kafiye, tenkit, tiyatro ve mem­leket edebiyatı gibi konularda kaleme aldığı yazılar bu kitapta yer almaktadır.

10. Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973). Burada da Yahya Kemal'in doğup büyüdüğü, yetiş­tiği ve şahsiyetinin teşekkül ettiği çevre ile bu çevrede geçen önemli olaylar, şai­rin bunlara bakış tarzı ve bunları değer­lendirmeleri bulunmaktadır. Eser "Çocukluğum-Gençliğim", "Edebî Hâtıralar", "Siyasî Hâtıralar" ve "Jön Türkler'e Dâ­ir" başlıkları altında dört bölümden olu­şur.

11. Târih Musahabeleri (1975). As­lında kendisi bir tarihçi olmadığı halde bu kitaptaki yazılarında Yahya Kemal bir edebiyatçının Osmanlı tarihine nasıl bak­ması gerektiğinin en güzel örneğini ver­miştir. Ayrıca bu yazılarda ondaki tarih ruhunun nasıl geliştiğini de açıkça gör­mek mümkündür.


12. Bitmemiş Şiirler (1976). Bu kitapta şairin bitmiş şiirleri kadar güzel denebilecek şiir tasarıları, yarım kalmış şiirleri, kıtaları, rubaileri, bazı mısraları ve mısralarının birbirinden farklı şekilleri yer almaktadır. Bu yarım kalmış parçalarda şairin bir şiir üzerin­de nasıl çalıştığı ve bir şiir için olgunlaşıncaya kadar nasıl bir cehd sarf ettiği açıkça görülebilmektedir.

13. Mektuplar-Makaleler (1977). Yazarın bu isim altında neşredilen kitabında mektup ve makalelerinden başka, hâtıraları, soh­bet yazılan ile bazı hitabe ve konferans­ları da yayımlanmıştır. "İspanya Hâtıra­ları" adını taşıyan bölümde bir kısmını mektup olarak yazdığı bu hâtıralarda İs­panya'nın coğrafî ve sosyal özellikleri ya­nında tarih ve mitolojisine de yer vermistir. Peyâm ve Peyam-ı Edebî'de ya­yımlanan makalelerde 1914-1915 yılla­rının birtakım sosyal meseleleri üzerin­de durulurken Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlanan yazılarda ise tamamen si­yasî ve aktüel konular ele alınmıştır.

Bibliyografya:
Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), Ankara 1958, s. 671-683; Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal'e Vedâ, İstanbul 1959; Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul 1959; a.mlf., Yahya Kemal'in Hâtıraları, İstanbul 1960; a.mlf.. RTET, II, 1167-1201; a.mlf., Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul 1984; Sermed Sami Uysal, Yahya Kemal'le Sohbetler, İstanbul 1959; a.mlf., İşte Gerçek Yahya Kemal, İstanbul 1972; Halil Vehbi Eralp, Yahya Kemal İçin, İstanbul 1959; A. Hamdi Tanpınar. Yahya Kemal, İstanbul 1962; a.mlf.. Edebiyat üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1977, s. 299-357; Adile Ayda, Yahya Kemah Kendi Ağzından Fikirleri ve Sanat Görüşleri, Ankara 1962; a.mlf., Yahya Kemal'in Fikir ve Şiir Dünyası, Ankara 1979; Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal, İstanbul 1979; A. Süheyl Onver, Yahya Kemal 'in Dünyası, İstanbul 1980; Ölümünün Yirmi Beşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı, Ankara 1983; Doğumunun 100. Yılında Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul 1984; Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İstanbul 1985; Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal, Eve Dönen Adam, Ankara 1985; Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, I, İstanbul 1959; II (1968), III (1988), Derginin her üç sayısında da yer alan bütün yazılar sadece Yahya Kemal'le ilgilidir; Mehmet Kaplan, "Beyatlı, Yahya Kemal", TDEA, 1, 413-418.

 
Orhan Okay, DİA, 6.cilt


Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler isimli kitabından bir değerlendirme

Geniş, ağır bir gövde, kalın bir gladyatör boyunu, irice bir baş, uçları keskin çizgilerle sımsıkı kapalı ihtiraslı bir ağız katı bir çene, dolgun yanaklar üstünde gömülü gibi duran dalın gözler. Serilir gibi oturuşunda bitmeyen bir hazım yorgunluğu var gibi­dir. Onda eski Roma kayserlerini andıran bir hal sezilir.

Yahya Kemal'i yirmi beş sene evvel Türk Ocağı'nda tanımış­tım. Sert, gür bir göğüs sesiyle, meşhur Kurdun Ölün ü şiirini gümbürdetiyordu. Bu ses, iri av bıçaklarının kurdun bağırsakları içinde kıskaç demirleri gibi çatıştıklarını duyuruyor, dinleyenle­re ürpermeler veriyordu.

O zamanlar henüz şöhreti yayılmamıştı. Yalnız ban mısralarının dillerde dolaştığını hatırlıyorum. Bir manzume sedefine enginlerin uğultusunu doldurduğu söyleniyor ve ondaki büyük sanatkâr titizliğini anlatmak için, bazı mısralarının yıllardan be­ri yarım kaldığı kulaktan kulağa fısıldanıyordu.

Çok gençtim. Coşkun bir Türkçülüğün taşırdığı gollümde, dilime büyüklük verenlere derin bir saygı çarpıyordu. Yahya Ke­mal'i böyle bir ruh kahramanı gibi alkışlamaya hazırdım. İşte bundan ötürüdür ki:

Fânileri gökten ayıran perdeye değdim

mısraını kendinden menkul bir keramet gibi değil, büyük ve zengin bir ruh hazinesinin tılsımlı anahtarı gibi karşılamıştım. Gerçi yine o günlerde elime geçen bir şiirindeki:

.... Bir kanlı sevinç

Kahkahâtiyle bu hevvalenin en genç, en dinç
Şehsuvârânı kılıç koymamak azmiyle kına
Doludizgin koşuyorlardı akından akma
parçası, bir tek cümleye dolanan şu "kahkahâtiyle" ve "azmiyle"siyle zevkimi incitmiş ve o meşhur titizlikle telifi güçleştir­mişti. Ama yine tesellimi buldum. Bu şiir, henüz basılmamış, yaratıcısının son tashihinden geçmemişti. Çünkü neşir yaratıcı­nın eseri hakkında mükemmellik kararıdır.

Gazel yolunda yazdıkları, onda çok kuvvetli bir mazi çeşni­sinin şahitleridir. Fakat bu gerçekten güzel şiirler ne yazık ki Nedim'in olmaktan kurtulamıyor.

Bu sıralarda Yahya Kemal Darülfünun'a müderris oldu. Üni­versite kürsülerine eser basamaklarından çıkılır. Biz onun ilmî değerini ortaya koyan böyle bir fikir merdivenini görmemiştik. Bugüne kadar hâlâ kitabını okumuş değiliz. Şu halde bu müder­risliği onun şairliğinin bir caizesi saymaktan başka çare yoktur.

Zaten yeryüzünde edebiyat ve sanata Yahya Kemal kadar borçlu, başka bir şair daha var mı bilmem. Bundan ötürüdür ki üç beş yıl önce bir mecmuada çıkan bir mülakatı beni hayrete düşürmüş ve kendisine düşündüklerimi söylemiştim. Yahya Ke­mal orada edebiyatın nankörlüğünden bahsediyor ve sanat uğ­runda, kendini boşu boşuna harcadığını söylüyordu. Hâlbuki sanat, onun kadar hiç kimseye yar olmamış, hiç kimseye bu ka­dar kolay şöhret, bol refah, zengin alkış getirmemiştir. Darülfü­nun profesörlüğüne esersiz çıkışı, ilham perisinin bir cilvesiydi.

Sonra yine onu İspanya'da sefir gördük. Hangi siyasî kari­yerden hız alarak bu geniş ve yüksek sıçrayışa erdi? Siyaset onun mesleği değildi. Hayatta böyle bir terbiye almamıştı. Ha­riciyemizle ne yakından, ne uzaktan alâkalı idi. Ama Madrid'e sefir oldu. Çünkü şairdi. Demek ekselanslığını da edebiyata borçludur.

Nihayet Yahya Kemal'i mebus seçtiren de yine şairliğidir. Şu halde onu yeryüzünün edebiyata en minnettar adamı olarak tanımak hiç de haksız olmaz.

Yoksa Yahya Kemal'in bu şikâyeti, şiirleriyle kendi kendini duyuramadığından mı ileri geliyor?

Herkesin bildiği gibi o, çok az yazar. Yıllar süren sancılardan sonra doğan mısralar belki kendisini de kandırmıyor. Sanata karşı söylenişleri belki de maddî hayatın tamamıyla üstünde ru­hî sitemlerdir.

Verimsizliği eskiden beri tarizlere uğradığı için bunu da ta­biî bulmalıyız. Çünkü kimi "tıknefes" dedi, kimi daha insafsız bir atılganlıkla "Edebiyatımızda 'Lâedri' imzalı birtakım şairsiz şiirler var. Bunları bari Yahya Kemal'e verelim de hem edebi­yatımız, şairsiz şiirlerden, hem şairimiz şiirsizlikten ki .-tul­sün!" hükmünü verdi.

Az yazmanın ızdırabını zaten olanca ateşiyle kendi yüreğin­de duyan şâiri, bu sitemler elbette çok yaralamıştır. Bereket ver­sin, onun imanları hiçbir şeyle sarsılmaz müritlerine. Onlar bütün bu hücumların altında bir kıskançlık sızısı oldu unu söyleyen makale merhemleri yazdılar.

Yahya Kemal'in sanat hayatında bu dâva eskidir. Daha ilk günlerde bile "Edebiyat masasında blöf yaptın herkese sen ey pokerci!" diyenler olmuştu.

Şu halde asıl Yahya Kemal nedir? Eski yazıları, divan kültü­ründe kuvvetli olduğunu gösteriyor. Kâh Nedim gibi, kâh Nailî-i Kadim gibi, kâh Nev'î gibi yazar. Bunları ona mal etsek bile, sahipliğin iğretiliğini gidermek elimizden gelmez. Yalnız Deniz ve Ses manzumelerinde hususî bir ahenk ölçüsünün bir Yahya Kemal diyapazonunun çeşnisi var. Bazı şarkılarında da bu iç ve dış ahengi duyulur. Son şiirlerinde ise bu iki varlığın da si indi­ğini görüyoruz:

Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta

Şiir olmak şöyle dursun, değerli bir lâf bile değil. "Tanburi" kelimesindeki nispet ye'si topal topal basıyor. Onun meşhur ti­tizliğiyle bu korkunç ahenk bozukluğu nasıl yan yana gelebilir? Yabancı bir ülkede, yabancı sazların, ruha uzak orkestraların çaldığı bir memlekette Cemil'in tamburundan vatan bağrının sesini duymakta güzel ve içli bir derinlik var. Ama bunu mısra'ın kendisi değil, benim zihnî cephem söylüyor.

Fikr-i tâlin her kaçan bu kalb-i şeydâdan geçer

Dil safadan mest olur gûyâ ki sahbâdan geçer

matla'lı gazeli andıran bir eserinde Yahya Kemal:

Bir hıyâbândır ki hasret kûy-i canandan geçer

demişti. "Hıyâbân" ile "hasret" gibi bir cehennemi birleştiren bu satırı okuduğum zaman, dudaklarımdan.

- Hasret, yemyeşil kubbeli serin bir hiyâbân ha! Galiba vus­lat olacak bu hasret! hükmü dökülmüştü.

Bu mısra benim içimde gerçek şairlik imanını çürüten bir te­sir bırakmıştır.

Yukarıda:

Fânileri gökten ayıran perdeye değdim

mısraını bir müjde gibi karşıladığımı söylemiştim. Araya bir ömürlük zaman girdi. Henüz bizi o perdenin arkasındaki zengin ruh ve gönül âlemine yükselten eserlere eremedik. Belki hâlâ bakliyenler vardır. Fakat doğrusu benim artık tahammülüm kal­madı, ümidim de. Onda bir sanat mehdîsi varlığını görenlerle beraber değilim.

Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler

 


YAHYA KEMAL BEYATLI-YUSUF ZİYA ORTAÇ EDEBİ PORTRELER

Kırk yedi yıl geçti aradan. İstanbul’da bir dergi çıkıyordu. Adı Rübab. Penbe kâğıda basılırdı. Eni dar, boyu uzun bir dergi. Yeni bir sanat kuşağının bayrağıydı o:

Ayaklarımda çarıklar, elimde bir değnek,
Sükûn içinde yürürdüm semayı dinliyerek...

Halit Fahri Ozansoy, arûzu bu güzel Türkçe ile konuşturuyordu o zaman...

Ötede, Selanik’te çıkan Genç Kalemler vardı: Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip Türkçenin kurtuluş kavgasını yapıyordular.

Yahya Kemal’in sesini, edebiyat dünyamız, kimi bütün, kimi yarım bir kaç mısrağla bu kımıldanışlardan sonra duymaya başladı:

Mermerde nâşı hareli bir tülle örtülü,
Biblos ilâhı genç Adonis bekliyor ölü

Piyâle - Kerleri üryan omuzlarında sebû,
Alınlarında da çepçevre gülden efserler,
Yayar bu mahfile âsâbı gevşeten bir bû,
Ve gözleriyle derinden bakar, gülümserler!

Türkçeyi arûz ile en güzel dile getiren büyük şairimiz, başlangıçta: Çıplak yerine üryan, testi yerine sebû, taç yerine efser, koku yerine bû kelimelerini kullanan şairdi!

Onun güzel, tatlı, unutulmaz şairliğinden hiçbir şey eksiltmiyecek olan bu doğruyu söyliyelim: Yahya Kemal, hecenin beş şairinden sonra Türkçecidir.

Tanışmamız Türk Ocağında olmuştu: Şiiri, onu dinledikçe daha iyi anlamaya başladık. Kuvvetli adamdı: Kafasiyle, kalbiyle, sesiyle, midesiyle!

Şiirimize, yalnız yazışta değil, okuyuşta da yeni bir ses getirmiştir.

İsterse dünyanın en sevimli insanı olurdu. Ama bunu istemesi için sizden istemiyeceği şey yoktu. En azı kendisine tapmanızdı!

Eğer onun bu yaman bencilliğini sezer ve biraz izzeti nefis tepkisi gösterirseniz dost olmanıza imkân kalmazdı artık.

Yahya Kemal’i memnun etmek mi?... Bu, yalnız kendisini beğenmekle olmazdı. Başkalarını da beğenmiyecektiniz. Hem de şöyle böyle başkalarını değil, Ahmet Haşim'i bile... Mehmet Akif'i bile... Tevfik Fikret'i bile... Abdülhak Hâmid'i bile!

Mizah edebiyatımızın en ince şairi, efendi insan Halil Nihat Boztepe ile darılmışlardı. Niçin mi?... Bir Ankara yolculuğunda, edebiyatımızdan konuşurken Boztepe:

—Ne büyük şairdir Fikret! dediği için...

Yahya Kemal’in ilk şiiri İrtika mecmuasında çıkmıştır. O zaman on sekiz yaşındaydı:

Ey şehriyar-ı âtıfet-âsar-ı muhterem,
Ey tâcdâr-ı mâdelet-efkâr-ı zülkerem,
Şensin o padişâh-ı dil âgâh-ı pür himem.
Kim vasf-ı hazretinde senin her ne söylesem,
Ahrâdır ey halife-i pür lûtuf-u mâdelet!

Bu mısralarla gönüllerdeki yeri ve adaleti övülen padişah İkinci Abdülhamit’tir!

Yahya Kemal, elbet talihli insandı: Çocuk yaşında Paris’e gitti. Fransızcayı, Fransızcanın vatanında öğrendi. Ünlü tarihçi Albert Sorel’den hem feyz aldı, hem zevk. Sanat akımlarının deltası Quartier Lâtin’de yaşadı. Cafe Vachette’de Jean Moreas’la dostluk etti... Sonra, yurda dönünce, günün politikacıları onu oturtacak makam aradılar: Profesör oldu, ilmî rütbelerin en şereflisi... Mebus oldu, millî rütbelerin en büyüğü... Elçi oldu, siyasî rütbelerin en keyiflisi... Ve nihayet şiirden anlayan ve anlamıyan, bütün aydınların ve yarı aydınların gönül tahtına oturdu...

Ama Yahya Kemal memnun olmadı! Çünkü o gönül tahtlarında başkaları da vardı!

Sakın bu satırları okurken, içinizden kötü düşünceler geçmesin. Yahya Kemal, bütün kıskançlıkların üstündedir. Kaldı ki, o şiirleri yazan adam kıskanılmaz, onunla övünülür...

Ben de Yahya Kemal ile övünen biriyim. Gün geçmez ki, bir müslüman mahallesinde dolaşırken, Üsküdar pencerelerinde akşamı seyrederken, Emirgân kıyılarında dinlenirken onun büyük hâtırası, içimden mısra mısra geçmesin. Kadeh elde, onu anarız, güz yaprakları bahçelerde hışırdarken onu anarız, hele ölüm karşısında, o sonsuz karanlık önünde onu ne kadar, ne kadar, ne kadar anarız:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...

Hangi İstanbullu vardır ki, Bebek kıyılarında dolaşırken dudaklarına onun sesi gelmesin:

Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum,
«Yârab, hele kalb ağrılarım durdu» diyordum.
His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin heyecaniyle kanatlı
Bir taze bahar âlemi seyretti felekte,
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebekte.
Akşam, lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam!

Ama yine tekrar edeyim: Şiirlerini ne kadar severseniz seviniz, Yahya Kemal’i, her gün ona izzet-i nefsinizden, benliğinizden bir ziyafet çekmedikçe sevemezdiniz!

Dostluk, arkadaşlık, vefa, saygı, bütün bu güzel duyguları, ödememek şartiyle hep sizden isterdi.

Bir gün, Abdullah Efendi lokantasında öğle üstü masama gelmek lûtfunda bulundu. Sevinerek ayağa kalktım, yerimi verdim ve ben karşısına oturdum.

— Ne lâtif adamsın Yusuf Ziya, diye iltifat etti. Pek keyifli bir yemek yiyorduk.

— Yahya Kemal’ciğim, dedim, dikkat ediyorum, senin mısralarında kelime yok... Yüzüme merakla baktı.

— Kelimeler, dedim, mısraın potasında eriyor, bir bütün oluyor ... Artık o bütünü kırmadan, zedelemeden bir nokta bile çıkaramazsın...

Pek sevindi, pek... Burada tekrarlıyamıyacağım kadar güzel sözlerle sevindi.

Ama, sofradan dargın kalktık. Neden mi?... Sadece karşısındakine insan saygısı göstermeyişinden:

Yemek sonunda, masaya küçük bir bakır tas getirtmiş ve ağzından çıkardığı takma dişleri karşımda yıkamaya başlamıştı. Suların üstünde yemek kırıntıları yüzüyordu. Midem burkularak koptu sandım. Belki biraz hırçın:

— Yahya Kemal, bunu yapmaya hakkın yok, dedim... Mağrur ve öfkeli haykırdı:

— Bir daha benimle oturmazsın... Ben de ayni sesle bağırdım:

— Benimle oturan sensin!.. Kalktı, gitti, darıldık.

Yalnız bana mı?. Halit Fahri’ye, bir gün sormuş:

— Ne iş yapıyorsun?

— Edebiyat hocasıyım...

— Maaşın?

— Seksen lira... Hakaretle gülmüş:

— Oooh, bedavadan milletin seksen lirasını alıyorsun!

Yahya Kemal bunu söylediği zaman milletin binlerce lirasını alan bir elçi idi!

İbrahim Alâettin Gövsa gibi, karınca incitmez bir adam, onun çirkin bir tecavüzüne uğramış, ama şu müthiş mısralarla da damgalamıştı:

Şairim der de tufeyli yaşatır gövdesini,
Dayanıp köhne Nedim artığı üç, beş satıra!
Senelerdenberidir aynı sakız, aynı geviş,
Seneler var ki doğursun diye baktık katıra!

Onun ölümü ile büyük bir şair, küçük bir insan kaybettik... Eyvaaah, artık mavi Boğaz, artık Türk Üsküdar, artık müslüman Kocamustafapaşa, artık edebiyatımız Yahya Kemalsizdir!

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 137 - 141

SON EKLENENLER

Üye Girişi