Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 SÜLEYMAN NAZİF KİMDİR?

(1869-1927)

II. Meşrutiyet dönemi şairi, yazar ve gazeteci.

Diyarbekir’de doğdu; birçok âlim, şair ve devlet adamı yetiştiren köklü bir aileye mensuptur. Divan şiiri tarzında manzumeleri, Mîzânü’l-edeb adlı belâgat kitabı ile Mir’âtü’l-iber adlı on ciltlik tarihi bulunan Diyarbekirli Mehmed Said Paşa’nın oğlu ve Servet-i Fünûn devri şairlerinden Faik Âli Ozansoy’un ağabeyidir. Devrinde kitâbet ve inşâsıyla tanınan büyük babasının adı da Süleyman Nazif’tir. Büyük dedesi ise yine döneminin ediplerinden İbrâhim Cehdî’dir. Annesi Ayşe Hanım’ın ataları Akkoyunlu Devleti’ne mensup Hindî adlı bir Türk aşiretinin reisleridir.

Düzenli bir tahsil hayatı olmayan Süleyman Nazif ilk öğrenimine babasının görevli olarak bulunduğu Harput’ta başladı; bir süre Diyarbekir Rüşdiyesi’ne devam etti. Mardin’de kaldıkları sırada başta babası olmak üzere Abdülkerim Sâbit ve Adliye müfettişi Ferid Bey’den tarih, mantık, gramer ve edebiyat, bir Ermeni papazdan Fransızca ve Muş müftüsünden Arapça dersleri aldı. Daha küçük yaşta iken Nâmık Kemal ile Abdülhak Hâmid’in (Tarhan) eserlerini okuduğu gibi Mardin’de evlerindeki sohbetler sayesinde kültürünü genişletme imkânı buldu. Babasının Mardin’de vefatı üzerine Diyarbekir’e döndü (1891). Burada Vali Sırrı Paşa’nın aracılığıyla Muş Reji Müdürlüğü’nde, Mardin ve Diyarbekir İdare Meclisi’nde çalıştı.

Diyarbekir’de Vilâyet Matbaası müdürlüğü yaparken vilâyet gazetesinde başyazılar yazmaya başladı. O sırada Diyarbekir ve çevresinde meydana gelen Ermeni ayaklanması dolayısıyla yazdığı telgrafta kullandığı ifade tarzı ve üslûbu ile olayları yerinde incelemeye gelen Kölemen Abdullah Paşa’nın dikkatini çekti ve onun kâtibi olarak Musul’a gitti (1895). Ertesi yıl görevinden istifa edip İstanbul’a geldi. Şubat 1897’de Jön Türkler’e katılmak hevesiyle gittiği Paris’te onların lideri Ahmed Rızâ’nın çıkarmakta olduğu Meşveret gazetesinde istibdat rejimi ve II. Abdülhamid aleyhinde oldukça ağır ifadeler taşıyan yazılar yayımladı. Bir yandan Ahmed Rızâ ile aralarındaki anlaşmazlığın büyümesi, diğer yandan saray tarafından verilen bazı teminatlar karşılığında Jön Türk mücadelesinin durdurulması üzerine Ekim 1897’de İstanbul’a döndü. Padişah kendisini vilâyet mektupçuluğu ile Bursa’da ikamete memur etti. Burada yaklaşık on iki yıl kaldı ve bu süre içinde büyük dedesinin adı olan İbrâhim Cehdî takma adıyla Servet-i Fünûn’da çoğu sone tarzında manzumelerle Edebiyât-ı Cedîde mensubu şair ve yazarların sanat anlayışı doğrultusunda yazılar kaleme aldı.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Konya’ya nakledilmek istenince istifa ederek İstanbul’a döndü ve fiilen gazeteciliğe başladı. 1909 yılından itibaren Ebüzziyâ Tevfik’in çıkardığı Yeni Tasvîr-i Efkâr’da İttihat ve Terakkî iktidarını ağır bir dille eleştiren yazıları yüzünden İstanbul’dan uzaklaştırılarak Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat (1914) valilikleriyle görevlendirildi. 1912’de Hak gazetesinde siyasî yazılar yayımladı. Altı ay kadar kaldığı Bağdat valiliğinden İstanbul’a döndü ve kendisini tamamen gazeteciliğe verdi. 1918’de Cenab Şahabeddin’le birlikte Hâdisât gazetesini çıkarmaya başladı. Anadolu’da Millî Mücadele hareketinin başlamasında büyük rolü bulunan Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasına ön ayak oldu (Aralık 1918). 9 Şubat 1919’da İtilâf orduları başkumandanı Franchet d’Esperey’nin İstanbul caddelerinde at üstünde muzaffer bir eda ile dolaşması ve azınlıkların küstahlıkları üzerine sansür engelini aşarak “Kara Bir Gün” adlı meşhur makalesini yayımladı. 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti için düzenlenen anma toplantısında yaptığı konuşma dolayısıyla şehri işgal eden İngilizler tarafından yakalanarak Millî Mücadele’yi destekleyen bir kısım arkadaşıyla birlikte Malta’ya sürüldü ve orada yirmi ay kadar kaldı. O zamana kadar Edebiyyât-ı Umûmiyye Mecmuası, Hazîne-i Fünûn, İctihad, İleri, Ma‘lûmât ve Mecmûa-i Ebüzziyâ gibi gazete ve dergilerde yazılar kaleme alan Süleyman Nazif, Ekim 1921’de İstanbul’a döndükten sonra Peyâm-ı Sabah, Resimli Gazete ve Yarın gibi gazetelerde yazdığı siyasî ve edebî yazılarla güç şartlar altında hayatını sürdürmeye çalıştı. Son yılları maddî sıkıntılarla geçti ve 4 Ocak 1927’de öldü, kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.

Servet-i Fünûn dönemi şairleri arasında yer alan, Sa‘dî-i Şîrâzî, Örfî ve Sully Prudhomme gibi şairleri beğenen Süleyman Nazif’in ferdî ıstırap, aşk ve tabiat konulu manzumelerinde hüzünlü, içine kapanık ve ümitsiz bir hava hâkimdir. Sosyal içerikli ve millî özellikler taşıyan şiirlerinde ise Servet-i Fünûncular’dan büyük ölçüde ayrılmaktadır. Bu şiirlerinde Tanzimat dönemi şair ve yazarları gibi Türk toplumunun çeşitli problemlerine dikkat çekmiş, 1908’den sonra yazdığı eserlerinde millî ve vatanî konulara geniş biçimde yer vermiştir. Süleyman Nazif, karakter bakımından benzerlikler taşıdığı Nâmık Kemal’in edebiyatta bir takipçisi gibidir. Yüksek bir heyecan ve hitabet özelliği taşıyan nesirleri ise Victor Hugo’nun ve yine Nâmık Kemal’in büyük ölçüde tesiri altındadır.

Edebî ve siyasî mahiyette birçok makale kaleme alan Süleyman Nazif, farklı üslûbuyla son devir Osmanlı Türkçesi’nin en başarılı örneklerini ortaya koymuştur. Yahya Kemal Beyatlı, “Nazif münşî doğmuştu” derken Ahmed Hâşim onu “kelimelerin serdarı” diye nitelemiştir. Mehmet Kaplan, zamanla yeknesak bir hal alan Türk nesri üzerinde şuurlu bir şekilde ilk defa onun düşündüğünü ve bu nesri değiştirmek için bazı imkânlar sağladığını belirtmiştir. Polemikçi bir yanı da bulunan Süleyman Nazif, İskilipli Âtıf Hoca ile oruç konusunda bir tartışmaya girişmiş, söylediklerine pek itibar edilmeyince “İmana Tasallut” adlı makalesiyle onu eleştirmiştir (Son Telgraf, 5 Teşrînisâni 1340/1924). Burada Âtıf Hoca’nın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eserindeki (İstanbul 1924) görüşlere karşı çıkmış, Âtıf Hoca’nın şapka inkılâbından sonra idam edilmesi üzerine töhmet altında kalmıştır.

Süleyman Nazif, Hz. İsa’ya Açık Mektup’ta Haçlı zihniyetinin işlediği bütün suç ve cinayetleri Hz. Îsâ’ya şikâyet tarzında dile getirirken Kâfir Hakikat adlı eserinde Fas’taki Haçlı zulmüne duyulan büyük öfke ve isyanı yansıtmaktadır. Sadece Türkiye’de yaşayan hıristiyanlardan değil müslümanlardan da büyük tepki gören Hz. İsa’ya Açık Mektup çeşitli tartışma ve davalara konu olmuş, eser aynı yıl içinde üç defa basılmıştır. Ayrıca Edebiyyât-ı Umûmiyye Mecmuası’nın 1918 yılındaki sayılarında (nr. 50-63, 72) Fars şiirinin Türk şiirine tesiri ve bunun sebepleri hakkında uzun karşılaştırma ve değerlendirmeleri bulunmaktadır.

Süleyman Nazif’in çoğu İstanbul’da basılmış olan eserleri şunlardır: Gizli Figanlar (şiir, Kahire 1906), Firâk-ı Irâk (manzum-mensur karışık, 1918), Malta Geceleri (şiir, 1924), Bahriyelilere Mektup (Cenevre 1897; Kahire 1908), Ma‘lûmu İ‘lâm (Paris 1897; Kahire 1908), Elcezire Mektupları (Cenevre 1897; Kahire 1906), Boş Herif (1910), İki İttifakın Tarihçesi (1914), Batarya ile Ateş (1917; yeni harflerle 1969, 1978), Mektuplar (1916), Âsitâne-i Târîhte: Galiçya (İstanbul 1919; yeni harflerle 1971), Mehmed Âkif (İstanbul 1919, 1924; yeni harflerle 1971), Hitâbe (1920), Tarihin Yılan Hikâyesi (1922), Lutfi Fikri Bey’e Cevap (1922), Nâmık Kemal (1922), Çal Çoban Çal (1923), Nâsırüddin Şah ve Bâbîler (1923), Hazret-i İsa’ya Açık Mektup (1924), Çalınmış Ülke (1924), Âbide-i Şühedâ (1925), İki Dost (1925), Fuzûlî (1926), İmana Tasallut-Şapka Meselesi (1926), Kâfir Hakikat (1926), Yıkılan Müessese (1927). Ayrıca Victor Hugo’nun Bir Mektubu (Bursa 1908), Lübnan Kasrının Sahibesi (İstanbul 1926, P. Benoit’dan) adlı tercümeleriyle Külliyyât-ı Ziyâ Paşa (1924) derlemesi bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ruşen Eşref [Ünaydın], Diyorlar ki, İstanbul 1334, s. 111-133; İbrahim Alâettin [Gövsa], Süleyman Nazif, İstanbul 1933; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 1118-1136; Şükrü Kurgan, Süleyman Nazif: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1955; Hilmi Yücebaş, Süleyman Nazif’ten Hatıralar, İstanbul 1957; Sami N. Özerdim, Süleyman Nazif, Ankara 1958; Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I: Tanzimattan Cumhuriyete Kadar, İstanbul 1969, s. 120-123; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara 1969, s. 213-235; Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara 1970, s. 387-394; Şevket Beysanoğlu, Doğumunun 100. Yılında Süleyman Nazif (Hayatı, San’atı, Eserlerinden Seçmeler), Ankara 1970; a.mlf., Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Ankara 1997, II, 189-227; İsmet Binark - Necmettin Sefercioğlu, Doğumunun Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle Süleyman Nazif Bibliyografyası, Ankara 1970; M. Türker Acaroğlu, Açıklamalı Süleyman Nazif Kaynakçası, Ankara 1987; Şuayb Karakaş, Süleyman Nazif, Ankara 1988; İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), İstanbul 2006, s. 115-120; Beşir Ayvazoğlu, 1924-Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, İstanbul 2006, tür.yer.; Alim Yıldız, “Süleyman Nazif’e Göre İran Edebiyatının Edebiyatımıza Tesiri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VIII/1, Sivas 2004, s. 159-201; Muhammet Gür, “Süleyman Nazif”, TDEA, VIII, 66-69.

Muhammet GÜR (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ- cilt: 38,  sayfa: 92-94)

 

 


SÜLEYMAN NAZİF-2

Esmere yakın bir renk. Ama öyle esmer ki, içinde erimiş koyu bir pembeliğin de izi sezilir. Gür, sert bir kaş çatısı altında, siyahlığı ve derinliği artan bir çift göz. Gülerken bile keskinliği yumuşamayan bakışlar. Sakalının şurasına burasına serpilen gümüş teller, şakaklarına doğru çoğalıyor. Üst dudağı ileriye atılan asabi bıyıklarla örtülü. Ön dişleri sönmeyen bir şimşek gibi azıcık dışarıda... Geniş, ihtiraslı bir ağız ve kuvvetli bir çene...

Çınlamayan; fakat fırlattığı sözlere gülle hızı veren bir sesi vardı. Havayı ateş yapan bu sesin heyecansız zamanını ben, hiç hatırlamam. Çünkü boşuna konuşmazdı. Söylemeye katlandığı vakit ise, sözleri çıplak kılıçlar gibi şakırdardı. Yangın üstünde uçan kuşlar gibi çarpıntı içinde yaşadı. Durgunluk nedir bilmezdi. Ruhunun denizi hiç dinmeyen fırtınalarla köpüre köpüre bulutlara tırmanan bir çığlık ve uğultu mahşeriydi. İşte, benim tanıdığım Süleyman Nazif. Sevgisinde ve nefretinde samimi idi. Sayarken ne ise severken de o görünürdü. Çok kere beyaz dediği siyah çıkmıştır. Fakat buna onu inandırmak kabil olmazdı. Çünkü “Evet!” derken de, “Hayır!” hükmünü verirken de kendi içinden başka hiçbir varlığın tesirine kapılmazdı.

Kâh yıldırım yüklü bir bulut gibi, kâh tutuşmuş bir rüzgâr gibi arkasında aydınlık bırakarak eserdi.

Pervaneler, nasıl mumun etrafında dönüp dolaşırsa, Süleyman Nazif de tehlikelere öyle tutkundu. Kanatları yandıkça kurbanlığının lezzeti artar, gaye uğrunda ölmenin tadıyla kendinden geçerdi.

31 Mart Vakası’nda, İstanbul’u allak bullak eden meşhur makalesinin çıktığı gün o, elinde bastonuyla köprü üstünde dolaşmıştı.

Hâlbuki bu makale şeriatçıların elinde katlinin fetvası olabilirdi. Ama o kelle koltukta gezmeye bayıldığı için başkaları gibi saklanmadı.

İstanbul işgal edildiği gün Hâdisat’ta “Kara Gün”ü yazdı. Franşe Depere az daha onu kurşuna dizdiriyordu. Dostları araya girdiler, başını kurtardılar. Darülfünun konferans salonunda okunan meşhur hitabesi ise gerçekten vatanperverliğin, medeni şecaatin, ruh, gönül ve fikir kahramanlığının bir şaheseridir.

Malta’ya bu yüzden sürüldü. O zamanki hâkimler için bu sürgün hükmü silinmez bir vicdan lekesidir. İttihat ve Terakki’nin en büyük şahsiyetlerine, en şiddetli hücumları yapmaktan çekinmemişti.

Mazul iken, İaşe Nâzırı Kemal Bey’e yazdığı “Eya rezzâk-ı âlem!” hitaplı mektup bunların en güzel örneklerindendir. Hele Bağdat valisi iken rahmetli Enver Paşa’nın:

“Vilâyetiniz merkezinde iki yüz bin kıyye çay iddihar etmeniz mercudur,” tarzındaki telgrafına:

“Adreste yanılmışsınız. Bu telgrafı Çin fağfûruna çekmenizi tavsiye ederim!” deyişi, gerçekten imrenilecek bir şeydi. Çünkü bu cevaba yalnız gelişigüzel bir pervasızlığı değil, ince bir hücumu, keskin bir istihzayı da yerleştirmenin yolunu bulmuştu.

Yukarıda Süleyman Nazif’teki ikiliğe, tezada işaret etmiştim. Evet, bu sarsıntı onun bütün ömründe zaman zaman sezilir. Yalnız hesaplı değildi bunlar. Menfaatin ve küçük endişelerin hiçbiri onun ruhuna konamazdı.

Süleyman Nazif’in bu tezadı nazmı ile nesrinde de görünür. Nazımda ince, solgun ve kelebek kanatları gibi titrek duyguları besteleyen sanatkâr ile o gümbürtülü ve parlak nâsir arasında insan birdenbire münasebet bile bulamaz.

Muhtazır, münkesir sadâsında

Çırpınır bin cerihası ömrün;

Nagâmat-ı tarab fezasında

Muhtefîdir enîn-i ye’si bütün

gibi bir kıtanın onun kaleminden çıkacağına kim ihtimal verebilir?

Batarya ile Ateş yalnız bir yazının adı değil, bütün kitabı dolduran o satır namlularının kapsülüdür de. Her biri ayrı ayrı patlayan gürleyen ve gümbürdeyen satırlar...

Firak-ı Irak, bu Diyarbekir yıldızının gözyaşlarıdır. Her damlasında bir hüzün denizi çağlayan gözyaşları.

İsa’ya Mektup, zulümle kapalı göklere savrulmuş hudutsuz bir hitaptı. Öfkemizin yarasına onu sarmıştık. Süleyman Nazif’in bence en değerli taraflarından biri de şahsiyetlerin tetkikinde gösterdiği inatçı direniştir. Şair Âkif için yazdığı Mehmed Akif, hem bir tetkik hem başlı başına bir şiirdi.

Fuzûlî isimli eseri ise, o büyük Türk dâhisine dair yazılmış en güzel ve en yeni buluşlarla doludur. Fuzûlî’nin Farsî divanını ilk gören ve meşhur mukaddemesini terceme ederek birçok yanlış inanışları düzelten Süleyman Nazif oldu.

Hususi hayatında da vakarından hiç ayrılmazdı. Son yıllar para darlığı çekiyor, ihtiyaçlarını satın alamıyordu.

Fransızca gazeteleri okumak için matbaaya gelişi bu yüzdendi. Daima siyahlar giyer, açık renklerde biraz vakarını inciten bir hafiflik bulurdu.

Bursa mektupçuluğundan Trabzon ve Bağdat valiliklerine kadar memuriyet hayatı, bir sanatkârdan beklenmeyecek kadar düzgün ve faydalı geçmiştir. O idare ettiği beldelerin halkıyla değil, kendi âmirleriyle uğraşırdı. Haksızlık ne onun elinden çıkabilmiş ne de onun sırtına binebilmiştir.

Eğilerek almaktan, toplamaya katlanmaktan ise, aç ve çıplak kalmayı tercih ederdi. Son defa onu bizim kulüpte saz dinlerken görmüştüm. Bir pazar akşamıydı. Salı gününün gecesinde sabaha doğru zatürreeden öldü.

Kara toprak, onunla bir hâzinemizi daha almış, insanlık biraz daha züğürtlemiştir, sanıyorum.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

 


Servet-i Fünun'da Süleyman Nazif (1869 - 1927)

Servet-i Fünûn şairlerinden Fâik Ali Ozansoy’un ağabeyidir. Diğer Servet-i Fünûn’un çoğu sanatçısı gibi, Nazif’in de ilk edebî kültürü Divan edebiyatına dayanır. Ancak, babasının tavsiyesi ile henüz çocuk denebilecek bir yaşta iken, Namık Kemal’in eserlerini de okuyarak ilk şiirlerinde onu örnek almıştır.

1892-1897 yılları arasında yazılmış ve istibdada karşı olan şiirlerini içeren “Gizli Figânlar”, gerek tema gerekse üslup bakımından, Namık Kemal’in etkisindedir. Servet-i Fünûn şairlerinin ilk şiirleri genellikle bireysel konularda oldukları hâlde, Nazif’in daha ilk şiirlerinde sosyal temalara yönelmesi onun ayrı, bir özelliğidir. Nazif’in bireysel konulara eğilişi, 1898’de Servet-i Fünûn’a girmesi ile başlamış ve 1908’e kadar sürmüştür. Bu şiirlerinde, romantik duygu ve hayallerin ve Servet-i Fünûn söz varlığının bütün özellikleri vardır. 1908’den sonra şair, yeniden sosyal temalara yönelmiştir. Bu şiirlerindeki dil de, Servet-i Fünûn şiirinin dilindeki aşırılıklardan ayrılarak, daha doğal bir yön alır.

1908’den sonra gazetecilikle yakın ilgisi dolayısıyla Nazif, bu tarihten ölümüne kadar, nesirle de uğraşmıştır. Genellikle Servet-i Fünûn nesrinin devamı sayılabilecek olan bu nesir, dilce, 1908’den sonraki şiirleri gibi, yer yer doğallaşır. Kökleri yazarın millî, dinî ve İnsanî heyecanlarında olan düşünceleri anlatan bu nesirlerin üslubunda ciddi bir özenti göze çarpar. Bu üslup, içeriğe uyarak, yer yer bir hitabet biçimini alır. Zihniyet bakımından tamamıyla Batılı olan Nazif, Doğu edebiyatının da büyük değerler taşıdığına inanmış ve bütün yazılarında millî değerlerin de koruyucusu olarak kalmıştır.

Samimi bir vatansever olan sanatçı aynı zamanda da oldukça tutucudur. Geçmişin her türlü olumlu değerlerine büyük bir inançla bağlıdır. Bu nedenle, duru ve yalın Türkçenin karşısındadır. Servet-i Fünûncular “Sanat, sanat içindir.” anlayışını kabul edip buna göre eser vermesine rağmen, o, sanatı genelde toplumun ve ulusal sorun ve davaların emrinde kullanmıştır.    

Dil ve düşünce bakımından bir hayli eski olan Süleyman Nazif,   vatan ve millet davaları konusunda bütünüyle yeni ve çağdaş bir görüşe sahiptir.

Süleyman Nazif, kişisel hayatında olduğu gibi, manzum ve mensur tüm eserlerinde de heyecanlıdır. Sevdiğini ölçüsüzce yüceltir; beğenmediğini de alabildiğine küçültür.

Servet-i Fünûn’a bağlı olmakla beraber, Namık Kemal geleneğini devam ettirmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok canlı, çok ateşli bir şekilde ifade etmiştir. Nesirlerinde bile kelime ahengine önem vermiştir. Düz yazıları, şiirlerinden güçlüdür. Türklüğe hayran bir toplumcudur. Nazif, Osmanlı Türkçesinin en güçlü dönemindeki yazarların çoğundan daha sağlam ve daha sanatlı bir dile sahiptir. Ne var ki dilinin anlaşılabilirlikten uzak oluşu onu günümüzden uzaklaştırmıştır.

Eserleri

Boş Herif (1910), İki İttifakın Tarihçesi (1914), Batarya İle Ateş (vatan ve kahramanlık şiirleri, 1918), Âsitân-ı Tarihte (1918); Kara Bir Gün (1919); Fuzuli (1920); Piyer Loti Hitabesi (1920); Nasreddîn Şah ve Bâbîler (1923), Hazret-i İsa’ya Açık Mektub (1924); Mehmet Âkif (inceleme, 1924); Çalınmış Ülke (1924), İmâna Tasallût-Şapka Meselesi (1926); İki Dost (Ziya Paşa ve Namık Kemal, 1924); Kâfir Hakikat (1926); Yıkılan Müessese (1927); Gizli Figanlar (II. Abdülhamit’i tenkit ettiği gençlik şiirlerini yayımladığı imzasız eseri, 1906); Firâk-ı Irak (Irak’ın vatandan kopuşunu anlatan ağıtlar, 1918); Tarihin Yılan Hikâyesi (1922) ; Malta Geceleri (nesir, şiir karışık, 1924); Çal Çoban Çal (1923) , Yılan Hikâyesi.

 

TÜRK NESRİNİN BÜYÜK USTASI SÜLEYMAN NAZİF
Dursun Gürlek

HAYATI:

Türk edebiyatında nesirleri ve şiirleriyle büyük bir yer işga1 eden Süleyman Nazif 1889’da Diyarbakır’da doğmuştur. Babası ünlü tarihçi ve edebiyatçılardan Sait Paşa’dır. Büyük babası İbrahim Cehdi ismini daha sonra yazdığı şiirlerinde takma ad olarak kullanmıştır. Selim Sakit ve Abduhahrar Tahir gibi isimler de, mahlas olarak kullandıklarındandır. Annesi Akkoyunlulardan 'bir aşiret beyinin soyundan gelen Ayşe Hanım’dır. Dört yaşına kadar doğduğu şehir olan Diyarbakır'da kalan Nazif, daha sonra ailesiyle birlikte Harput’ta mutasarrıf olan babasının yanına gitmiştir. Daha sonra Maraş’a yerleşirler. 4 ayda Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeden Süleyman Nazif, Diyarbakır’da. Rüşdiye’ye verilirse de, öğrenim metodlarını beğenmediği için iyi bir sonuç alamaz. Babasının yanında özel hocalardan Arapça ve Farsça öğrenmiş, bir Ermeni papazından (Aleksan Gregoryan) Fransızca dersi almıştır. Avrupa’ya girince Fransızcasını iyice ilerletir. 1S92 yılında babası vefat eder. 15 yaşında Diyarbakır vilâyeti mektupçuluk kaleminde vazife alır. İlk yazılarına da bu arada başlar. Kısa bir süre sonra Meclis-i Vilâyet ikinci kâtibi ve vilâyet matbaa müdürü olur. 1893’de Vilâyet gazetesi baş yazarlığına tayin edilir.


Paris’te kaldığı 5 ay içerisinde Catulla Mendes ve Henri Barbus’la tanışmış, «Meşveret» gazetesinde istibdat aleyhine yazılar yazmıştır. Ahmet Mithat Efendi’nin Servet-ı Fünun’da çıkan ve Pariementer rejim aleyhtarlığı yapan yazısına Süleyman Nazif Abdulahrar Tahir imzasıyla «Mâlum-u İlânı» isimli bir, cevap vermiştir. Bu eser Paris’te basılmıştır. İsviçre’de yayınladığı eserlerinin isimleri, «Bahriyelilere Mektup» ve «Elcezire Mektupları» dır.


Memlekete dönüşünde Vilâyet Mektupçusu olarak Bursa’da kalmıştır. Servet-i Fünun dergisinde ilk şiirlerini «İbrahim Cehdi» takma adıyla hayatının bu döneminde yazmaya başlamıştır. 1906'da Mısır’da Abdullah Cevdet’in yayınladığı Kütübhâne-i İctihad» serisinin üçüncü kitabı olarak şiirlerinin toplandığı «Giz i Figanlar», beşinci kitap olarak da, «Elcezire Mektupları» nın ikinci basımını yapıyor. İçinde padişah aleyhine yazılmış yazılar bulunan bu eser Abdullah Cevdet’e ithaf edilmiştir.
1908 yılında Bursa’dan Konya Vilâyet Mektupçuluğuna tayin edilmişse de, kabul etmemiştir. İstanbul’a dönüp Ebuzziya Tevfik’le beraber «Yeni Tasvir-i Efkâr» ı çıkarmıştır. Bu gazete tutunamamış ama Süleyman Nazif’in sanat gücünün ortaya çıkmasında büyük hizmet etmiştir.


1909’da Basra, Ekim 1910’da Kastamonu, Haziran l911’de Trabzon, Eylül 1913’de Musul, 1914’de de Bağdat Valiliklerine tayin edilmiş, bu arada eserlerinin neşrine de devam etmiştir. Meselâ 1910’da «Boş Herif» adıyla Türkiye’nin İsviçre sefiri Şerif Paşa aleyhine İmzasız bir risale bastırmış, yine aynı yıl «Süleyman Paşa»yı neşretmiştir. 1912’de Trabzon Valiliğinden ayrılıp İstanbul’a döndüğü sırada «Hak» gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. I9l2.de Almanya, Avusturya, İtalya He Fransa ve Rusya ittifakını tahlil eden «İki İttifakın Tarihçesi» adlı risalesi basılmıştır.
1915’de yayınladığı Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa için yazdığı risale paşanın Bağdat’ta yapılacak kabri başında okuyacağı nutuk ile Paşanın oğlu Sami Bey’e yazdığı bir mektubu içine alır.

I915?de İstanbul’a dönen Süleyman Nazif Bey, hayatını yazdığı makalelerle kazanmaya çalışır. Cihan Harbi'ndeki kahramanları tasvir ve Sully Prudhomme’un iki şiirinin tercümesini ihtiva eden meşhur «Batarya ile Ateş» adlı eserini 1917’de bastırır, Süleyman Nazif en heyecanlı günlerini mütareke yıllarında, İstanbul’un yabancılar tarafından işgali günlerinde yaşamıştır. Fransız kumandanının mağrur bir edâ ile ve azınlıkların çılgınca gösterileri arasında İstanbul sokaklarında dolaşması şâirimizin millî duygularını galeyana getirmiş ve ünlü «Kara Bir Gün» isimli protesto makalesini kaleme almıştır. 3 Kasım 1918 tarihli «Hâdisat» gazetesinde intişar eden bu makale büyük heyecan doğurmuş, millî hisleri heyecana getirmiş, aynı zamanda işgal kuvvetleri kumandanının yüzüne kuvvetli bir şamar olmuştur. Bu yazısının düşman üzerinde bıraktığı etkiyle kurşuna dizilmesi emredilmiş, ancak son dakikada kurtulmuştur. 23 Ocak 1920’de İstanbul Darülfünun konferans salonunda, Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma, İngilizler tarafından Malta’ya sürülmesine sebep olmuştur. Malta’da sürgündeyken yazdığı makalelerini «Çal Çoban Çal» isimli eserinde toplamıştır.
Süleyman Nazif Bey 4 Ocak 1927’de İstanbul'da zatürre hastalığından vefat eder. Cenazesi Türk Tayyare Cemiyeti tarafından kaldırılmıştır. İstanbul Belediyesince Edirnekapı’daki Mezarlığı yaptırılmıştır. Mezarının taşında kardeşi Faik Ali Ozansoy’un şu beyti vardır:
«Şimşek mürekkep olmalıdır yıldırım kalem
Tahrir için kitâbe-i seng-i mezarını»

EDEBÎ ŞAHSİYETİ:
Yazımızın başında da dediğimiz gibi Süleyman Nazif Türk nesrinin büyük ustalarındandır. Mimar Sinan’ın Selimiye Câmii’ni yaparken gösterdiği dikkati, sanat gücünü, kubbelerdeki ve duvarlardaki ihtişamı, Süleyman Nazif kelimelerde göstermiştir. Yani o, sanat abidesinin harcı ve düşüncenin ifade vasıtası olan kelimeleri yerli yerinde kullanmakta âzami gayret göstermiştir.


Onun kelimeleri kullanırken gösterdiği aşırı titizliği şekle ait diye küçümseyenler olmuştur. Hattâ nesrini «fincancı katırlarının şakırtılı velvelesine» bile benzetmişlerdir. Oysa kelimeler  basit birer vasıtadan ibarettirler. Onlara canlılık kazandıran, hareket getiren, hayatin sıcaklığını veren üstün bir zekâ ve sanat gücüdür. İşte Süleyman Nazif kelimelere bu gücü vermiştir.


Nazif nesihlerinde ciddi, kahraman, cesur, gözü kara ve gözünü budaktan sakınmayan bir tiptir. Bu yönüyle Namık Kemal’in nesirlerinde görülen özellik onun nesirlerinde de hissedilir. Zaten saygı duyduğu edebi şahsiyetlerin başında Namık Kemâl, Abdülhak Hamid, İbnül Emin, Mahmut Kemal İnal gelir. Servet-i Fünun döneminde yaşadığı halde sanat, zevk ve düşünce bakımından onlara benzemez. Ancak şiirlerinde Servet-i Fünun edebiyatının özelliklerini görmek mümkündün Ne şiirlerinde kelimeleri şimşek çakar gibi kullanan, şiddet ve celadet saçan Süleyman Nazif, şiirlerinde uysal, mûnis ve karamsardır.
Süleyman Nazif’in üslûbu hakkında Ahmet Haşim diyor ki:

«Süleyman Nazif bir doğulu zihniyetiyle «belagat» kaidelerine büyük bir iman ile inanan son büyük sanatkârımızdı. «Söz»ün kudretini kelimelerin âhenginden, nidaların azametinden ve tezatların şimşeklerinden beklerdi. Fakat akla şaşkınlık veren bir hayat kaynağı olan bu adam, ateşten parmaklarıyla kelimelere dokundukça onları garip bir akıcılıkla canlandırmasını bilirdi. Cansız lügat onun elinde bir alev gibi yanardı. Süleyman Nazif, insanlar arasında eski tabaka farkları gibi, kelimeler arasında da bir sınıf farkının olduğuna inanırdı. Süfli addettiği bir takım kelimeler vardı ki, onları üslûbunun eşiğine bastırmazdı. Bu kelimeler günlük hayata ait, herkesin kolayca söyleyip anladığı kelimelerdi. Asil kelimeler sınıfını ise tarihe, coğrafyaya, astronomiye, felsefeye ait olanlar teşkil eder. Bu hususiyet üslûbuna Asurlu bir kâhin dili çeşnisini verirdi.


Süleyman Nazif, elifba içinde bilhassa «a» harfine hayrandı. Seçtiği ekseri kelimelerde bu harf hâkimdir. Onun için üslûbu bir kitabet lisanı gibi derinden derine gelen garip bir ses ile dolu idi. Onu okuyan bir adam bağıran bir adamı dinliyorum sanırdı. Ve önünde matbaa harfiyle basılmış bir sahifenin durduğunu unuturdu.


Süleyman Nazif’in dilinde cinsi ihtirasla'" yer bulmazdı. Onun için «kadın» isminin geçmediği bir üslûpta şâfii bir haşinlik hissedilir. Olgunlaşmış bir erkek güzelliğinin en güzel bir, örneği addedilmeye lâyık olan güzel başı en hassas ve en zengin bir zekâyı taşımakla beraber, üstad eski «estetikse sadık kalmak için olacak yeni coğrafyaya itibar etmez ve dünyayı daraltan telli veya telsiz telgraftan, trenden, otomobilden haberdar görünmeğe hiç tenezzül etmezdi. Onun için lisanında «arz», «Afrika», «Asya», «Şimal». «Cenup» gibi kelimeler esrarengiz bir uzaklık ve bir sonsuzluk hissini verirdi.


«A» harfinin zincirleme gitmesiyle yukarıya doğru gelişen üslubu, diğer taraftan dumanlı ve sınırlı halini lafızların tesiriyle ufki bir tarzda genişlerdi. Bundan dolayı bu dil bazen fikre hiç ihtiyaç duymadan, sırf kelimelerin sihriyle, sema ve …. Yükselme ve genişliğine almağa muvaffak olurdu.
Süleyman Nazif «Kelime»lerin serdarı idi. «Kelimeler» şimdi onsuz, başıboş bir sürüdür.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi