Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

SERGÜZEŞT

Romanın özeti

Bir vapurla İstanbul’a getirilen küçük kız, yaşlı; fakat zengin bir kadına satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Küçük kız, bir gece evden kaçar ve bir eve sığınır. Evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler. Bunun için kızın kaçtığı eve gider ve kızı yanına almak istediğini söyler; fakat kadın bunu kabul etmez. Bundan sonra küçük kız eski evine geri döner.

Evin hanımı kıza Dilber adını koymuştur. Dilber bir esirciye satılır. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşar.

Dilber’e bir gün bir talip çıkar. Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkiler. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal Bey bulunmaktadır. Celal Bey aynı zamanda bir ressamdır. Celal Bey, Dilber’i gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. Celal Bey Dilber’i boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır.

Günler geçtikçe Dilber, zamanının büyük bir kısmını Celal  Bey’in yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal Bey’in Dilber’e olan aşkı da ev halkı tarafından öğrenilir. Bu beraberliği bitirmek için Dilber, Celal Bey’in evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satılır. Dilber Mısır’a götürülür ve orada bir konağa satılır. Orda Cevher’le tanışır. Efendisine karşı çıkan Dilber hapsedilir. Bir gece yarısı Cevher büyük tehlikeler atlatarak Dilber’i gizlice hapsedildiği odadan kurtarır. Ancak bu sırada yaralanır ve düşerek ölür. Dilber’e İstanbul’a gitmesi için aldığı vapur biletini verir. Dilber tek başına İstanbul’a gidemeyeceği düşüncesiyle kendini Nil nehrine atar ve ölür.

Romandan bir bölüm

Dilber bu evde mes’uttu. Sabahları evin hanımıyla kızının odalarını düzeltir ve kendisinin himmet ve dikkatine hava le edilen bir kanaryanın kafesini temizler, yemini verir, suyu nu değiştirirdi. Ara sıra sabahları kafesin yanına gidip de, ka naryanın ürkmeden içinde çırpındığını görerek çocukların pek neşeli oldukları zaman kendilerine mahsus masun tatlılıklarıyla gülerek: “Sarılar giymiş küçük halayık! Sarayında rahat otur. Yaramazlık edersen seni Teravet’in yanına gönderirim, ” derdi. Fakat en yumuşak ve nazik olan zamanında kalbine giren korku, sabit bir fikir gibi yerinden kımıldamadığı için, evde efendilerinden biri “Dilber” diye çağırdığı vakit, yukarıya titreyerek çıkardı. Her ne hizmet etse mutlak dayağı veya azarlanmayı hak edecek bir kusur ettiğine inanır, o esnada birisi: “Buraya bak, ” dese hemen şaşırır: “Ben onu düzeltirim, ben her hizmete gelirim. ” cevabını verirdi.

Sonra karşısındakinin "Sen hiçbir kusur etmedin!" sözünü işiterek, rahatlardı. Evin hanımı almış olduğu medenî terbiye dolayısıyla, kendisine daima lütuf ve nezaketle muamele ederse de, halayıklar (kadın köle) hakkında, mensup olduğu Mısır ailelerinden kendisine geçen derin bir yüksekten bakma ve hakir görme duygusu, insanlığın şiddet ve hakaretini tecrübe eden Dilber’in gözünden kaçmazdı. Cariyeler hakkındaki af ve müsamahasında bu hakaret ve aşağılatıcı bakışının büyük rolü olduğu için, meselâ bazı küçük kabahatlerini affettiği zaman “Ne olacak! Halayık parçası, ” der ve bu küçültücü laf Dilber’e zalim bir ceza kadar tesir ederdi. Bilhassa Celâl Bey’in... Her türlü geçici heveslerine tâbi ve bu ressamın her saat değişen birtakım çocukça arzularına ve eğlencelerine vasıta olmak, insanlık haysiyetini yaralıyordu. Bu küçük muzdarip mahlûk; genç, ikbali (geleceği) yüksek, bahtiyar olan bu beyin bir oyuncağı idi. Bazı günler o, oyuncağını eski Mısır kıyafetine sokar, başını çiçeklerle donatır, bir odaya kor, odanın denize bakan tarafındaki penceresini açarak Marmara’nın nihayetinde mavi, pembe birtakım sisler içinde batmakta olan güneşin ve odanın içine akseden ruh besleyici birçok renkle süslü ve parıltılı görünen Dilber’in resmini yapardı. Dilber, her türlü duygudan uzak olan bu Roma heykelinin karşısında, saatlerce oturarak, ikide birde: "Yerinden kımıldanma! Çiçekleri dağıtma!”; ara sıra da, sanat adamlarının çalışmaları esnasında rastladıkları güçlüklerin verdiği zalim bir hiddetle: “Nefes alma!" tehditlerine uğradıkça, sarayının en münzevi bir köşesinde, yalnız başına sıkılan bir kraliçe gibi, başını sallayarak: “Of... Yarabbi!" derdi.

(Samipaşazâde Sezai)

Bir paşanın oğlu ile bir cariyenin aşk macerasını anlatan Sergüzeşt, o zamanlar artık kapanmak üzere olan bir devrin; cari-yeli, köleli büyük konak hayatının, Türk romanındaki en başarılı örneğidir. Yazar, bu hayatın bizzat içinde yaşadığı için, gerek kahramanları ve gerekse olayları anlatmada, kendi gözlemlerinden bol bol faydalanmıştır. Babasının kırk cariyeli konağı, hayatları bile kendilerinin olmayan bu insanların o devirde en iyi eğitim gördükleri yerlerdendir. Nitekim romanın kahramanı Dilber’in, bu konağa satıldıktan sonra, eğitimine, öğrenimine çok dikkat edilmiş; Dilber’e piyano ve Fransızca öğretilmiştir.

Fakat cariyelerin satıldığı her yer, elbette ki, bu konak gibi değildir. Romanın ilk kısmında, hemen her cariyenin hayatında yer alan bu kölelik ıstırapları anlatılır. Ancak yazar, yakın çevresinde görmediği için kendi gözlemleri dışında kalan bu ıstırapları anlatabilmek için başka kaynaklara başvurmuş, Victor Hugo’nun Sefillerinden faydalanmıştır. Dilber’in konağa gelmeden önceki ıstıraplı hayatı ile Sefiller’deki Cosette (Kozet)’in çocukluk hayatı arasında sıkı bir yakınlık kurmuştur. Dilber’in çektiği acıları Sefiller’den edindiği bilgi ile yansıtmıştır.

Samipaşazâde Sezai, kölelik kurumunun sorunlarını bireysel ve sosyal dramlarını bu romanda çok etkili, vurgulu ve eleştirel bir biçimde işlemiştir. Romanda kadın (Dilber) ve erkek (Cevher) kölelerin İnsanî dramları sergilenirken konu, bireysel ve sosyal planda ele alınıyor.

Yazar, romanda insanın hayvan gibi alınıp satılamayacağını, herkesin doğuştan getirdiği bir hürriyete sahip olduğunu, esir bile olsa insanın kendine ait bir yaşantısı, duygusu, düşüncesi, sevgisi, kalbi olduğunu öne çıkarmaya çalışmıştır.

Samipaşazâde Sezai, Sergüzeşt’te çaresiz, savunmasız, aciz, zavallı, yapayalnız ve sahipsiz kölelerin dramını dile getirerek onların savunmasını yapmıştır âdeta. Bunu daha çok romantik bir kurgu içinde okuyucuların merhamet duygusuna seslenerek dillendirir. Dilber’in satılması ve sonrasında gittiği yerdeki  yalnızlığı ve karşılaştığı İnsanî olmayan davranışları görebiliyoruz. Edebiyatımızda ilk defa Samipaşazâde Sezai tarafından Sergüzeşt romanı ile eleştirilen kölelik kurumu, günümüzde tamamıyla ortadan kalkmıştır. Artık Dilber gibi birisine günümüzde rastlamak olanaksızdır. Bu yönüyle Sergüzeştin yazıldığı dönemle sıkı bir ilişkisi varken aynı şey günümüz için geçerli değildir.

Yazar, dönemi içinde yürürlükte olan kölelik konusunu duygusal (romantik) bir atmosferde işlemiş ve köleliğin insan için ne denli kötü olduğunu ortaya koymuştur. Romanın yazılış amacı da budur.

Romanda anlatılan olaylar Tanzimat döneminde yaşanan olaylardır. Dolayısıyla roman, dönemin gerçekleriyle uyuşmaktadır. Romandaki kişiler o günün ortamında insanların karşılaşabileceği kişilerdir. Romanın konusu toplumun yaşadığı olaylardan seçilmiş, böylece romanın toplumsal gerçekleri yansıtabilmesi özelliğinden yararlanılmış, romanla sosyal yaşam arasında ilişki kurulmuştur.

Olayların gerçeklerle örtüşmesi, mekânların toplumun içinden seçilmesi, kişi-olay ve mekan arasında bütünlüğün olmasını sağlamıştır.

Samipaşazâde Sezai, o güne kadar ele alınmamış bir konuyu, cariyelik ve kölelik konusunu, işlediği için Sergüzeşt, diğer eserlerle tema bakımın bir benzerlik göstermez. Sergüzeşt, Ahmet Mithat Efendi’nin Letâif-i Rivâyât adlı hikâye kitabındaki Esaret adlı hikâye ile tema bakımından benzerlik gösterir.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi