Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SERGÜZEŞT ÖZETİ - SAMİPAŞAZADE SEZAİ

KİTABIN ADI: SERGÜZEŞT

KİTABIN YAZARI: SAMİPAŞAZADE SEZAİ

KİTABIN KONUSU:

Evinden ayrılan küçük bir kızın başından gecen olaylar dramatize edilerek anlatılmıştır. Kızın başından geçenler oldukça acıklıdır. Uzun bir süre kölelik hayatı yaşamıştır.

KİTABIN ÖZETİ:

Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir.

İlk olarak kız (henüz bir ismi yoktur), yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır.  Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerde yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür.

Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı fark eder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirler. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda anlatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızda buna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geri döner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır.

Günler böyle geçip giderken bürgün Mustafa Bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı birçok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara verirler.

Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine ‘dilber’ olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde birçok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının kadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki birçok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir.

Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir.

Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı portrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. Fakat Dilber’i gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakat günler geçtikçe Dilber’de ona karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celal bey Dilber’i boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinizde çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hiç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal Bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkân vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha sonraları Dilber de Celal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin bahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini oldukça rahatsız eder ve buna karşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak bir şeyi yoktur.  Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemez daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalarına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz.

Bundan sonra ikisi de hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal Bey’in ailesinde çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.

KİTABIN ANA FİKRİ:

Kitabın ana fikri evinden ayrılan bir insanın başına her zaman her türlü kötülüğün gelebileceği bunlardan kurtulma yolunu da sadece kendi elinde olduğu kimseden yardım alamayacağı tek başına kalacağı.

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitap çok ağır bir dille yazılmamıştır. Fakat ara ara anlaşılamayan sözcüklere rastlanabilir yine de kitap bize kölelik hayatından bahsettiği ve bilgilendirdiği için oldukça önemli bir kaynak niteliğindedir ve yararlanabilecek seviyededir. Bence kitap herkes tarafından beğeniyle okunabilir. Oldukça sürükleyicidir.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:

1860'ta İstanbul'da doğdu. Devrin ileri gelen isimlerinden Sami Paşa'nın oğludur. Özel öğrenim gördü. 20 yaşına kadar resmi bir görev almayıp, edebiyat konusundaki bilgilerini artırmayı tercih etti.

1880'de Evkaf Nezareti Mektubi Kalem’ine memur oldu. Babasının ölümünden sonra da Londra Elçiliği İkinci Kâtipliği ‘ne atanan Sezai, orada kaldığı 4 yıl boyunca İngiliz ve Fransız Edebiyatlarını yakından izledi. Elçilikteki görevinden İstifa ederek İstanbul'a döndüğünde İstişare Odası'na memur oldu. 7 yıl süren bu ikinci dönem memuriyetinde (1885-1901) sanatını olgunlaştırdı.

Sergüzeşt adlı romanı yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek bundan kurtulmak için Paris'e gitti ve Meşrutiyet'in ilanına kadar da orada kaldı (1908). İstanbul'a döndüğünde Madrid Elçisi olarak görevlendirildi.

Birinci Dünya Savaşı başlayınca Madrit'ten İsviçre'ye geçti, savaşın sonuna kadar burada kaldı. Mütareke devrinde emekli olarak İstanbul'a döndü (1921). Son yıllarında kendisine, Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla "Hidamat-ı vataniyye tertibinden" maaş bağlandı (1927) ve 26 Nisan 1936 tarihinde İstanbul'da öldü.

 

SERGÜZEŞT

- Romandan Bir Parça -

(Küçük bir kız olan Dilber, esircinin evinde, bulunduğu çevreden korkmaktadır.)

"Edirnekapı civarında, yetmiş seksen sene evvelki Osmanlı mimarisi üzerine yapılmış ve en mamur kıtaları, en yüce medeniyetleri bile toprak haline getiren zamanın yürüyüşü ile bazı köşeleri yere doğru eğilişi belli olacak surette çökmeye başlamış, heybetli, gamlı görünüşlü büyük bir evin – birkaç yüz sene evvelki mehabet ve vahşet-i mimariyeyi andıran - sağ kanadında evin temel eşyası olarak kıtığı çıkmış uzun bir minder, yüzleri çürümeye başlamış birkaç yastıkla mefruş bir büyük odasının açılan pencerelerinden - tarihi malum olmayan ve ekseri Yeniçeri tahribat ve mezalimine isnat edilen muhrip, müthiş bir ateşin toprak kalıntısı olarak - geniş bir yangın harabesi, gerilmiş iki büyük siyah kanat gibi güneş ziyasının nüfuzuna mâni olan uzun saçakları ile içinde müessir bir rutubet hissedilen ve yine o rutubetin tesiriyle sıvaları dökülmeye başlamış karanlık bir sofasından büyük bir bostanın ta ötesinde, ortaçağların vahşi yapılarından olan dehşetli bir zindan görünür.

Lodos bulutlan ile muhat olan semanın bir cihetinden melal dolu çehresini gösteren ve insanlardan ziyade karşıdaki zindandan gece yanları ortalığa çıkan hayallerle dolu gibi görünen bu eve, bir asır evvelki mimarlık tarzının bina ettiği tepe pencerelerinden giren ayın gamlı ziyası - içine bir iki sahan konmuş - bir tepsi ile merdivenlerden çıkan Dilber'in uçuk rengini gösteriyordu.

Dilber, elinde tepsi ile merdivenlerden çıktı. Ayın gamlı ziyasıyla hüzünlü bir suretle aydınlanmış sofayı geçerken, öbür cihetten bir baykuş ötüyordu. Harabenin yıkık duvarlarında gecenin müessir sükûnetinden çıkan adeta kulakları parçalayan bu ses üzerine birdenbire ayaklarından başına kadar vücudu buz kesildi. Bir dakika tereddütten sonra hemen adımlarını hızlı hızlı atarak odaya girer girmez, esirci:

-    Kız sana ne oldu? Yüzün kül gibi olmuş dedi.

-    Hanım; burada bir fena kuş ötüyor, hani...

-    Budala, bir kuştan bu kadar korkulur mu? Sen böyle korku ile merakla günden güne 'çirkinleşeceği-ne; gez, koş, eğlen. Bir an evvel güzel ol. Seni beğensinler. Bir iyi yere satıl da rahat et. Hem ben de para kazanayım. Haydi git udunu çal!..

Odanın kapısını çekip de güzar ederken, esircinin uzaklaşmakta olan ayak sesini dinleyerek, artık hiç bir şada işitmediği zaman, bu gamlı görünüşlü evin mezar gibi soğuk müthiş odasında yalnız başına kaldığını anlayarak vücudunda dolaşmağa başlayan hafif bir titreyişle yatağına girdi. Başucundan, o bin senelik Bizans harabelerinin yıkılmış burç ve bârûsundan gayet gönül parçalayıcı, gayet çirkin, kahkahaya benzer bir ses geldi. Dilber, bir yaralı kuş gibi çırpınarak ayağa kalkmak istedi. Baykuş ötüyordu..."

*

* *

(Dilber'in Asaf Paşa konağındaki son gecesi ve oradan ayırtılışı.)

"O gece Dilber’le bir odada yatan Çaresaz, muttasıl Kafkasya’dan esirlikten ağlaya ağlaya bahsediyordu. Bütün insanlık hüviyetini heyecana getiren kader, sesine şiddetli bir tesir, diline garip bir anlatma gücü vermişti ki Dilber esirlik yoldaşının bu anlaşmamış halinden teessür duyarak:

-    Niçin ağlıyorsun? diye sordukça:

-    Hiç; ağlamak esirliğin en büyük hakkıdır. Biz o hürriyete sahibiz, diyordu.

Garip şey; acaba bu biçare Çaresaz’ın kalbini kim kırmıştı ki, Dilber soyunup da yatağına girdiği halde, yine durup durmaksızın mendille gözlerini silerek ağlamasına devam ediyordu. Dilber yatağından kalkarak:

-    Çaresaz; yalnız dökülen gözyaşları acıdır. Sen hiç bir derdini benden gizlemezken, bu ıstırabının sebebini niçin saklıyorsun? Memleketinde validenin kucağında ağladığını mı hatırladın? Sen kalbini bana da açmazsan burada haline hanımlar mı acıyacak, beyler mi ağlayacak?

-    Oh, yok yok!.. Onların nazarında ağlayan bir esir, mutlaka dayağa tekdire müstahaktır, insanın ıstırabında hastalığına inanmayıp da yatağından kaldırarak hasta hasta hizmet ettirenlerde kalb mi olur? Merhamet mi bulunur? Senin gönlün pek yumuşaktır; bana acırsın bilirim. Bir şey yok; şimdi susar, yatağıma girerim. Sen rahatına bak bir şey yok...

İkisi de yataklarına girdiler.

Daha büsbütün sabah olmamıştı ki, odaya bir kadın girerek Dilber’i yatağından kaldırdı.

Dilber:

-    Ne istiyorsunuz? diye sorduğu zaman:

-    Kalk bohçanı topla; Yaşmağını yap. Senin bu evde kısmetin bu kadarmış... cevabını verdi.

Dilber, perişan saçlarıyla, yatağın ayakucunda durup bir sevgi sabahı gibi yeni uyanan gözlerini elleriyle oğuşturarak büyük bir hayretle:

-    Ne söylüyor bu, anlayamıyorum?..

diyordu. Zira bu genç zihin iki gün evvelki bir saadet gününü böyle bir matem ferdasının takip edeceğini anlayabilmekten acizdi.

Bu kadın, bir mahkûmu öldüreceği yere davet eden bir gardiyan gibi, kızın başucunda her türlü hislerden uzak olarak duruyor ve ara vermeksizin:

-    Çabuk ol; sabah olmadan bu evden çıkacağız. Efendilerinin emri böyle... sözünü tekrar ediyordu.

Dilber, odasındaki çekmecesinden yaşmağını, feracesini çıkarıp da aynanın karşısında ağzından aldığı iğnelerle saçlarını kaldırdığı zaman, bu kadın yerinden kımıldamayarak susuyor, odanın köşesinde Çaresaz ise artık sesi işitilecek surette ağlıyordu.

Dilber’in gözlerinde teessür yaşlarından eser görünmüyordu. Yalnız renginin, yaptığı yaşmaktan farkı kalmamıştı. Feracesini giyerek ilerleyince Çaresaz arkasından yetişerek, bir müddet birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra kucaklaştılar.

Dilber’in çehresindeki soğukluk arkadaşının dudaklarına hafif bir titreme vermişti.

Dilber önde, bu kadın arkada olarak bahçeye indiklerinde:

-    Hani bohçan kızım? diye sorduğu zaman, o vakte kadar hiç bir şey söylemeyen Dilber:

-    İstemem!., dedi.

Kabul etmediği halde, bohça kendisine kalır ümidiyle tekrar odaya çıkarak bohçayı koltuğuna alıp avdetinde; Çaresaz, ağlamasından sözünü tamamlayamaz ve anlatamaz bir halde, parmağından bir yüzük çıkararak:

- Al, bunu benim tarafımdan ona ver!., diye yalvarırken Dilber, hiç bir şey hissetmeyerek zihni düşünmek, ciğerleri teneffüs etmek kuvvetini kaybettiği cihetle, insana korku verecek kadar uçuk olan rengiyle bahçenin bir tarafına konmuş bir Venüs heykeline benziyordu.

Kadın avdetinde Dilber'i bıraktığı yerde bularak. İkisi birden yürümeğe başladılar...”

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi