Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NİHAD SAMİ BANARLI

Edebiyat tarihçisi, yazar, şair ve edebiyat öğretmenidir. 1907 yılında İstanbul Fatih’te dünyaya gelen Banarlı, Trabzon vekili, şair Ömer Hilmi’nin torunu, vali ve şair İlyas Sami’nin oğludur. Soyadını babasının ve annesinin mezarlarının bulunduğu Banarlı kasabasından almıştır. Banarlı, 1929 yılında Edebiyat Fakültesinden ve Yüksek Öğretmen Okulundan mezun oldu. Daha sonra 1929-1934 yılları arasında Edirne Lisesi ile Kız ve Erkek Öğretmen Okulunda edebiyat öğretmenliği yaptı. 1947 yılma kadar ise sırasıyla İstanbul’da Kabataş, Galatasaray, Boğaziçi, Şişli Terakki ve Işık Liselerinde öğretmenlik yaptı.

1947-1969 yılları arasında Eğitim Enstitüsü ile Yüksek Öğretmen Okulunda edebiyat öğretmenliği, Yüksek İslam Enstitüsünde İslami Türk Edebiyatı Tarihi öğretmenliklerinde bulundu. 1969 yılında kendi isteği ile emekliye ayrıldı. Öğretmenlik yaparken birçok kuruluşta ek görev aldı. 1948 yılından itibaren Hürriyet gazetesinde Edebî Sohbetler sütununda devamlı yazılar yazdı.

1953 yılında kurulan İstanbul Fetih Cemiyeti’ne girdi. Bu kuruluşa bağlı olan İstanbul Enstitüsü’ne müdür oldu. 1958 yılında Yahya Kemal Enstitüsü yayın işlerini yürüttü. Milli Eğitim Bakanlığı 1000 Temel Eser ve Çağdaş Türk Yazarları Komisyonlarına üye ve başkan seçildi. 1971 yılında kurulan Kubbealtı Akademisi’ne Edebiyat Kolu Başkanı ve Akademi Dergisi Müdürü oldu. 1974 yılında 67 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndedir.

ESERLERİ:

Yahya Kemal Yaşarken,

Yahya Kemal’in Hatıraları,

Türkçenin Sırları,

Şiir ve Edebiyat Sohbetleri,

Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Dasitan’i Tevarih’i Müluk’i Ali Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi (Ahmedî),

Namık Kemal ve Türk Osmanlı Milliyetçiliği,

Büyük Nazireler Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler,

Edebî Bilgiler,

Metinlerle Edebî Bilgiler,

Başlangıçtan Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi,

Fatih’in Zafer Sırları.

TÜRKÇENİN SIRLARI

Türkçenin Sırları isimli bu eser, gerçekten de Türkçenin sırlarını ortaya çıkarmıştır. Yıllardır büyük bir beğeniyle okunan ve defalarca basılan bu eser, konuştuğu dile karşı ilgisiz kalan insanlara Türkçeyi fark ettirmiştir. Ayrıca konuştuğumuz bu dili sevmemize vesile olmuştur. Banarlı, bu eseri yazarken neyi hedeflediğini şu şekilde anlatır: “Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir. Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek... Onları, böyle bir dilin sihirli ifadelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek... Dilin, böylesine tılsımlı vasıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...

Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifade ve mana zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçedir.”

Türkçenin Sırları’ndan

“Bir tarih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar. Bizim tarihimizde”: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun!” diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, tarihî zaferlerini, birçok da kitlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisana borçludurlar.

Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının da bu başarısı, söze musikinin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şairi Bâkî’nin:

Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır. Çünkü, tekrar edelim ki: Dillerin bir musiki kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır. Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarından başlayarak; sözü sesle birleştirmeye çalışmıştır.

Bunun en açık delili, sözün en güzel sesli ifadesi olan şiir sanatının, başlangıçta musiki sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hatta çağlarca, musiki aletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir.

Bir misal olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyumculuk vermek için, şiiri, lyre isimli sazla söylüyorlardı. Eski İranlılar, bunun için, rûd, çenk, rebâb gibi sazlar kullanıyorlardı. İbrani şiiri, Davud Peygamber’in de kullandığı mizmar isimli bir sazla söyleniyordu. Davud’un İlahîlerine Mezamir denilmesi, bu dini şiirlerin mizmarla birlikte söylenmesindendi. Eski Türkler, şiiri, kopuzla söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını ararlardı.

Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söze musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.

Düşünmelidir ki, sözün sese bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dediğimiz insanlar anlamıştır. Asırların, bazen çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mana kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lazım geldiğinin (anla-yanlar için) en büyük delili budur.

“Bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten hatta sevmemekten doğan büyük bir gaflettir. Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır.

Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle doymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlatlarını o kelimelerle tamamıyla millî bir sanatla işleyip Türk yapmışsa, evlatlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler.”

Bahar ve Türkçe

Bahar ve Türkçe, bu iki güzel kelimenin bir dil yazısında yan yana gelişi yeni değildi. Bundan asırlarca önce Türkçe- nin bazı büyük ülkücüleri onları yan yana düşünmüşlerdi.

Mevsim gibi, tabiat gibi, Türkçenin de bir bahara kavuşmasını isteyen o gönüller, bunu sadece bir dilek, bir temenni hâlinde bırakmamış, bunun için çalışmış ve muvaffak olmuşlardı.

Bahar ve Türkçe... Bu iki güzel kelimeyi biz sadece bir nisan sabahında, Türkçenin, bugün içine düşürüldüğü ıstıraplardan sıyrılarak, bunu böyle yapanları unutup umursamayarak bir bahar sabahının ümit verici güzelliği içinde, bir bahar güneşi kadar beyaz ve berrak bir duyguyla yeniden yan yana görmek istiyoruz.

Yeniden yan yana görmek ve bunu ilk defa düşünenleri dil ve edebiyat tarihimizin altın sahifelerinde saygıyla anmak istiyoruz.

Çünkü bizim dil ve edebiyat tarihimizde Türk Dili için hiçbir şahsi menfaat gözetmeksizin, hiçbir politikaya, hiçbir yabancı ideolojiye alet olmadan çalışan, sevgi duyan ve muvaffak olan büyük isimler vardır.

Onları, şimdi burada bir defa daha yan yana getirirken, onların iyi ruhları, temiz gönülleri ve büyük hizmetleri önünde kendiliğinden eğilmiş asırların iyi rüzgârına kapılmak istiyoruz.

Bunlardan biri, XV. asrın Türkistan şairi, Ali Şir Nevâî’dir.

Nevâî, Kaşgarlı Mahmud’dan ve Fahreddin Mübarek-şah’tan sonra, Türk Dili için büyük himmet göstermiş, halis bir Türkçeci, Türkçenin tarihteki büyük âşıklarından biridir.

Burada Türkçeci derken, diğer medeniyet dilleriyle alışverişi kesmiş; bugünkü öz Türkçe hokkabazlığı çeşidinden bir dil çıkmazına sapmış; dil ve dünya görüşleri kıtın kıtı, nasipsiz düşünceler akla gelmemelidir.

Nevâî’nin Türkçesi ve müdafaa ettiği dil, ortak İslam medeniyeti çerçevesinde, zengin, güzel sesli ve tabii bir Türkçedir.

Nevâî kendi çağında Türkçeyi bırakıp şiiri Farisi ile yazanların karşısındaydı.

Gerçi Klasik Çağın edebiyatında Farisi, o çağlarda, (Avrupa edebiyatındaki Fransızca gibi) şiir dili olarak her dilden üstündü. Şark edebiyatı, Farisiye mantıku’t-tayr adını veriyor; onu bir kuş dili güzelliğiyle ve bir tasavvuf lisanı oluşla vasıflandırıyor. Ancak bunun da sebebi, büyük şiirin, asırlarca, Farisi ile söylenmiş ve buna alışılmış olmasıydı. Bu, aynı zamanda Türkçeye alıcı gözle bakmamış olanların bir gafleti idi.

Onlar, Türk dili için, nice zorlu şartlar altında, böyle, sevgiyle çalıştılar. Bahar güllerini gördükleri zaman, yalnız sevgililerinin gül yüzünü değil, Türkçenin gül gibi Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerini düşündüler.

Biz dilimizi onlar kadar seviyor muyuz? Hele Türkçenin bu büyük âşıklarına gereği kadar saygı ve sevgimiz var mı?

Ne gezer... Birçoklarımız onları Türkçe yazmadılar zannıyle tanımak bile istemiyorlar. Dillerine tam bir cehaletle Osmanlıca diyor, başka bir şey diyemiyorlar.

Türkçeye öylesine hizmet edenler, asırlarca sonra böyle karşılanırsa, bugün Türkçeyi yıkmak için çalışanlara, gelecekte neler denecek?

Cehalet, geleceği düşünemez ki.

SON EKLENENLER

Üye Girişi