Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HARUT ve MARUK KİMDİR?

Kur'ân-ı Kerîm'de adları geçen ve insanlara sihir öğrettiklerine inandan iki melek.

Arapça asıllı olmayan Hârût ve Mârût kelimeleri (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîki, s. 629) Kur'an'da bir âyette geçer (el-Bakara 2/102). Bazı hadislerde nakledilen, tarih ve tefsir kitaplarında ayrıntılı biçim­de yer alan Hârût-Mârût kıssası farklı isimlerle İslâm'dan önceki dinlerde de görülür.

Hârût ve Mârût kelimelerinin menşeiyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Bazı araş­tırmacılar Hârût ve Mârût'u, ilk defa Zerdüştîliğin dinî metinlerinde geçen Haurvatât ve Ameretât ile aynı saymaktadır (leffery, s. 283). Avesta'da dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusudur (ERE, i, 796; Ek., 1,998). Avesta'daki Ame­retât ismi Pehlevîce'de Amurdâd, Persçede Amordâd ve Mordâd. Haurvatât ise Hordâd ve Kordâd şekline dönüşmüştür. Bunların ilki Ahura Mazda'nın mükem­mellik, ikincisi ölümsüzlük sıfatını temsil etmektedir (ERE, I, 384-385; E/r., I, 934). Ermeni dinî terminolojisinde iki çiçek ilâ­hının adı olan Hawrot ve Mawrot da Ha­urvatât ve Ameretât'la ilgili kabul edil­miştir. Ameşa Spenta'daki iki melek adı­nın orta dönem Persçe'sine Mvvrd'-hrvvd" şeklinde, Soğdca'ya Mrwwt ve Hrwwt olarak geçtiği, Kur'an'da ise Hârût ve Mâ­rût şeklinde yer aldığı belirtilmektedir (a.g.e., I, 998). Bu iki ismin Zerdüştîlik'-teki Haurvatât ve Ameretât'a bağlan­ması fikri genelde kabul edilmekte (lef­fery, s. 283; £/2|İng.|, 111, 236-237), fakat bu ilişki kelime benzerliğinden öteye geç­memektedir. Hinduizm'in en eski kutsal kitabı olan Veda'da fırtına ilâhları kabul edilen Mârûtlar'dan söz edilmekle birlik­te bunlarla Kur'an'daki Mârût arasında bir münasebet kurmak zordur. Avesta'­da ölümsüzlüğü temsil eden Ameretâfın Hint mitolojisindeki karşılığı muhteme­len Amrita, Haurvatât'ın karşılığı ise "ka­dim su" anlamındaki Sarasvvati'dir (Dow-son, s. 284;£P|İng.|, IV, 12;ER£, XIII,71).

Diğer taraftan Enoch'un kitabının Slavca nüshasında (14/5; 33/11; 69/28) Elohim'in. Enoch'un kitabını korumaları için görev­lendirdiği iki melek olan Ariukve Mariuk, Hârût ve Mârufun bir versiyonu olarak düşünülmektedir. Ariuk adı Kitâb-ı Mukaddes'in Tekvin (14/1, 9) ve Daniel (2/ 14) bölümlerinde melekten ziyade kişi adı olarak geçen Ariukki'ye kadar çıkarı­lır. Mariuk ise Ariuk kelimesine yakıştırı­lan ve yahudi literatüründe sıkça yapılan kelime oyunlarından başka bir şey değil­dir. Ayrıca Yahudi literatüründeki Ariuk ve Mariuk hikâyeleriyle Hârût-Mârût kıs­sası arasında hiçbir benzerlik yoktur.

İslâmî literatürde Hârût ve Mârût hak­kında nakledilen rivayetlerin çoğu, az fark­la geç bir Yahudi tefsir kitabı olan Midraş Avkir'de de bulunur. Buradaki riva­yet kısaca şöyledir: Tufandan sonra put­perestliğin hâlâ sürmesi Elohim'i kızdı­rır. Şemhazai (bazı kaynaklarda Azza ve­ya Uzza) ve Azael adında iki melek Tanrı’ya insanı yaratmasının kötü olduğun, söylerler; çünkü insanlar yeryüzünde bozgunculuk yapmışlardır. Bu iki melek yer yüzüne indiklerinde insanlar arasında Tanrı'nın hükmünü yayacaklarını vaad edince Tanrı onları yeryüzüne gönderir Dünyaya indikten sonra Şemhazai, Ester (İştar; bazı versiyonlarda Naamah) adında güzel bir kıza rastlar ve ona âşık olur Ester, kendisini semaya çıkaracak olan Tanrı'nın adını zikretmeyi öğretinceye kadar Şemhazai'a teslim olmayacağını söy­ler. Bunun üzerine Şemhazai, Tanrı'nın adının nasıl zikredileceğini ona gösterir ve Ester bu ismi zikrederek semaya yük­selmeyi başarır. Tanrı, kendisine ulaşmak için çaba sarfeden Ester'i mübarek kı­lar ve onu yıldız haline getirir. Şemhazai ve Azael ise "insan kızları" ile evlenirler. Enoch'ta anlatıldığı şekliyle hikâyenin ge­ri kalan kısmına bakılırsa bu melekler in­sanlara sihir öğretirler. Kökeni çok daha eski rivayetlere uzanan Midraş geleneğindeki bu hikâye, şüphesiz Tekvîn'deki (6/2-4) Tanrı oğullarının insan kızlarıyla olan evliliklerini açıklamaya yöneliktir. Bu konuyu işleyen diğer Yahudi rivayetlerin­de anlatımlar aynı olmakla birlikte şahıs isimleri değişebilmektedir (Davidson, s. 63. 203). Zohar'da cin olarak takdim edi­len bu üç figür Azael. Aza ve Naamah adlarını taşımaktadır (I, 55a).

"Tobit Kitabı" (3/8) ve "Süleyman'ın Ah­di" adlı apokrif Yahudi metinlerinde Tan­rı'nın denemek için gönderdiği melek Asmodaios (Asmodeus) adını taşır. Şemha­zai adının da türediği Asmodeus kelime­si Zerdüştîlik'teki kötü cinlerden biri olan Aeşmo daeva'dan gelir (IDB, I, 259; Da­vidson, s. 9. 108; EJd., III, 754; Ek, I. 480). Zerdüştîlik'te insanlara kötülüğü telkin eden bu cin, "Süleyman'ın Ahdinde Kur'ânî ifadeyi çağrıştıracak şekilde karı ve kocanın arasını açmak için insanlara bü­yü öğreten kötü bir varlık pozisyonunda­dır (EJd., III, 754). Öte yandan yahudi tef­sir kitaplarında (Hagadik metinler) As­modeus, sihir öğreten bir cin olarak olum­suz üne sahipse de zaman zaman Hz. Sü­leyman'a sihirleriyle yardım eden bir hü­viyete de bürünür. Bunun en güzel yan­sıması Talmud'da görülür (Talmud. Git­tin 68a).

Yahudi literatüründe Hz. Süleyman'la ilgili olarak geliştirilen rivayetlerin bir kıs­mı İran çevresindeki Yahudiler arasında ortaya çıkmıştır (EJd., XV. 108). İlk Dias­pora sonucu İran'a giden Yahudilerin ken­di melek telakkilerini kurarken Zerdüştîlik'ten etkilendikleri bilinmektedir. Bu et­kilenme bütün apokrif metinlerde ve son zamanlarda Ölüdeniz yazmalarında gö­rülebilir. Her ne kadar Yahudi rivayetle­rinde günahkâr meleklerin adı genellikle Şemhazai ve Azael olarak veriliyorsa da İslâm coğrafyasındaki Yahudiler Diaspora'da, İran'dan getirdikleri hâtıraları can­lı tutarak Aeşmo daeva'dan bozulmuş Asmodeus veya Şemhazai yerine bilinme­yen bir sebepten dolayı, Ahura Mazda'nın Ameşa Spentaları'ndan olan Haurvatât ve Maurvatât'ın kaynaklık ettiği Hârût ve Mârût adını kullanmışlardır. İslâm öncesi Arabistan Yahudilerinin İran gele­neğini koruduklarına yönelik bir başka önemli delil de bazı İslâmî kaynaklarda "baştan çıkaran kadın"ın adı olarak Enahîd'in gösterilmesidir. Zerdüştîliğin önem­li ruhî varlıklarından (yazata) biri olan Enahîd güzel bir dişi olarak düşünülmüş ve Grek yazarları onu Afrodit ve İştar'la özdeşleştirmiştir (E/r., I, 1006, 1007-1008). Böylece Midraş Avkir'de yansıdığı üze­re, baştan çıkaran kadın için kuzeydeki Yahudiler İştar'dan bozulmuş Ester adını kullanırken Yesrib ve Yemen gibi Arabis­tan çevresine yerleşen güney Yahudileri Enahîd adını korumuş olmalıdırlar. Kur'an'ın söz konusu âyetle hitap etmiş olduğu Yahudiler de herhalde ilk Diaspora'da İran'ı görmüş olan bu yahudilerin devamıydı. Ayrıca Vehb b. Münebbih'in (ö. 114/732) aslen İran kökenli bir yahudi olması, erken dönemlerden itibaren Yemen'e önemli bir İran göçünün olduğuna işaret eder.

Yahudi kaynaklarındaki Şemhazai ve Azael efsanesinin başka kaynaklarda da geçtiğine dair bir ipucu veren bilgi Pano-polisli Zosimus'tan (m.s. VI. yüzyıl) gelir. Zosimus, Hz. Süleyman'ın Membres adı verilen varlıklardan öğrendiği büyülerden bahseder (MW, XVIII/1, s. 73-74). Fakat Hârût ve Mârût motifiyle Membres ara­sında doğrudan bir alâka olduğunu söylemek güçtür.

Yeni Ahid külliyatında Petrus'un II. Mektubu (2-4) ve Yahuda'nın Mektubunda (6) "düşmüş melekler"e atıf varsa da şarkiyatçılara ileri sürüldüğü gibi bunların Hârût ve Mârufu ima etmesi zayıf bir ihtimaldir. Buradaki ifadeler, daha çok Tekvîn'deki (6/1-4) "Tânrı'nın oğulları olarak adlandırılan ve yahudi literatüründe melek olarak kabul edilen varlıklara aittir. Ayrıca Enoch (14/5; 69/28) ve Jubile'de (5/6) geçen melekler de yine bu tür meleklerden olup Hârût ve Mâ­rufla ilişkili değildir.

Kur'ân-ı Kerîm'de Hârût ve Mârufun zikredildiği âyet, Hz. Süleyman'a atılan iftiralarla Hârût ve Mârufun sihir öğreti­şi hakkında iki ana konuya ait bilgi verir. Müfessirler, bu âyetin sihir öğretmenin ve öğrenmenin sakıncalarını vurguladığı konusunda ittifak etmişlerdir. Hârût ve Mârufla ilgili âyette yer alan yegâne bil­gi, onların Bâbil'de bulundukları ve gü­nah olduğu konusunda uyanda buluna­rak insanlara sihir öğrettikleri şeklinde­dir. Bununla birlikte tarih ve tefsir kitap­ları özellikle İsrâiliyat'ın etkisiyle konuyu ayrıntılı biçimde anlatmaktadır. Halbuki Hârût ve Mârût konusunda sahih hiçbir hadis yoktur.

Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inde (II, 134) Abdullah b. Ömer'den nakledi­len bir hadise göre Hz. Âdem Allah tara­fından yeryüzüne indirildiğinde melekler Allah'a, "Bizler hamdinle seni teşbih ve takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun" derler. Allah da onlara, "Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bi­lirim" der (el-Bakara 2/30). Melekler, ken­dilerinin âdemoğlundan daha itaatkâr olduklarını söyleyince de Allah yeryüzüne göndermek üzere aralarından iki melek seçmelerini ister. Hârût ve Mârût seçile­rek yeryüzüne indirilir. Zühre çok güzel bir kadın suretinde karşılarına çıkınca melekler ona sahip olmak isterler. Kadın da Allah'a ortak koşmaları şartıyla tek­liflerini kabul eder. Melekler bunu redde­derler. Bunun üzerine kadın bir çocuk ge­tirir ve onu öldürmelerini ister; melekler bunu da kabul etmez. Daha sonra kadın içki getirir ve bunu içerlerse tekliflerini kabul edeceğini söyler. Melekler içkiyi içip sarhoş olunca kadınla zina edip çocuğu öldürürler. Ayıldıklarında kadın, daha ön­ce kabul etmedikleri her şeyi sarhoş olun­ca yaptıklarını onlara hatırlatır. Melekler­den dünya veya âhiret azabından birini seçmeleri istenince dünya azabını seçer­ler. İbn Kesîr, sened zincirindeki Mûsâ b. Cübeyr sebebiyle bu hadisin "garîb" ol­duğunu ve Abdullah b. Ömer'in bu riva­yeti Kâ'b el-Ahbâr'dan naklettiğini belir­tir [Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 198-199). Hz. Ali'­nin Resûlullah'tan rivayet ettiği nakledi­len, "Allah Zühre'ye lanet etti; çünkü Züh­re, Hârût ve Mârût adlı iki meleği fitneye şevketti" hadisi de sahih değildir [a.g.e.,

I, 200). Yine Hz. Ali'ye isnat edilen bir riva­yette, iki meleğin imtihanına vesile olan kadına Araplar'ın Zühre, Acemler'in Ena­hîd dedikleri, kadının onlara semaya çı­kıp yeryüzüne inmelerinin sırrını sordu­ğu, böylece ism-i a'zam duasını öğrenip semaya çıktığı ve yıldıza dönüştüğü nak­ledilir (Süyûtî, s. 58). İbn Abbas'tan gelen benzer bir rivayette de denenmek üzere yeryüzüne gönderilen iki melekten bah­sedilir. Bu iki melek Enahîd adlı çok gü­zel bir kadın tarafından baştan çıkarılır ve melekler bu denemede başarısız olur­lar. Kadın Zühre yıldızına dönüştürülür. Daha sonra Hz. Süleyman iki meleği dün­ya veya âhiret azabını seçmekte serbest bırakır, onlar da dünya azabını seçerler (İbn Kesîr, I. 202; Süyûtî, s. 59).

İbn Kesîr, bu rivayetlerin hepsinin uy­durma olduğunu ve gerçekte Kâ'b el-Ah­bâr'dan kaynaklandığını belirtir. Sened yönünden değerlendirilen bu rivayetler zayıf bulunmuştur (İyâde b. Eyyûb el-Kebîsî, XXVIl/3, s. 12-28). Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî de gerek Hz. Muhammed'e gerek­se Hz. Ali'ye atfedilen rivayetlerin tama­men uydurma olduğunu ifade eder. İbn Cerîr et-Taberî, Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Fahreddin er-Râzî, Kâdî İyâz, İbn Hazm, Ebû Bekir İbnü'l-Arabî gibi önde gelen müfessirler, ayrıca Ebû Ca'fer et-Tûsî, Tabersî gibi Şiî âlimleri de bu riva­yetleri şüpheli bulur.

Öte yandan kıraat âlimleri arasında, âyette geçen ve mütevâtir kıraatlerde "melekeyn" (iki melek) şeklinde okunan kelimeyi farklı telaffuz edenler de vardır. İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebü'l-Esved ed-Düelîve Dahhâkb. Müzâhim kelimeyi "melikeyn" (iki melik, iki kral) şeklinde okuyarak Hârût ve Mârufu insan kabul etmişlerdir. İbn Hazm ise bunların melek değil iki şeytan veya cinden iki kabile ol­duğunu söyleyerek farklı bir yorum yap­mıştır. Ebû Bekir el-Esamm'a göre onlar küçük günah işlemişlerdir (D/A, XI, 354).

Özellikle tefsir kitapları Hârût ve Mâ­rufun kişiliklerine dair İsrâiliyat'a daya­nan pek çok rivayet aktarır. Bu rivayetle­rin bazılarına göre Hârût ve Mârût Irak’ta. Dünbâvend Bâbili'nde, Demâvend da­ğında, Garp'ta bir yerde oturmaktadırlar; İdrîs peygamber zamanında yaşamışlar­dır. Kıyamete kadar saçlarından asılma cezasına çarptırılmış veya başları kanat­larının altına kıstırılmış ya da baş aşağı asılarak cezalandırılmışlardır. Ancak müfessirlerin çoğu bu rivayetlerin asılsız ol­duğunu kabul etmektedir. Muhaddisler de Hârût ve Mârufla ilgili hadisleri tahlil edip aynı sonuca ulaşmışlardır. Bununla birlikte Gazzâlî'nin İhyâ'ü culûmi'd-dîn'i gibi bazı ahlâk kitaplarının sihirle ilgili ba­hislerinde konu herhangi bir yorum ya­pılmadan ele alınmıştır (III, 204). Orta As­ya Türkleri'nin kısas-ı enbiyâ türünden az sayıdaki eserlerinde İran -yahudi gelene­ğinin etkisini yansıtan anlatımlar vardır. Nitekim Nâsırüddin Rabgûzî (XIII-XIV. yüzyıl), Hârût ve Mârût bahsinde iki me­leğin adı olarak Azaya ve Aza'yı kullanmış­tır. Rabgûzî'nin eserindeki ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Türkler'in Ester için kullandığı isim ise Sakiftir (Kısasü'l-enbiyâ, I, 43, 44).

Hârût ve Mârufla ilgili rivayetler kla­sik Türk edebiyatına da yansımış, şairler özellikle Hârût adını anarak Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan kıssanın dışında ve tama­men İsrâilî rivayetlere dayanarak konuyu işlemişler, çeşitli telmihlerde bulunmuş­lardır. Bu vesile ile Bâbil (çâh-ı Bâbil), Hâ­rût ve Mârût ile bunların öğrettiği büyü etrafında birçok mazmun meydana ge­tirmişlerdir. Divan şiirinde sevgilinin göz­leri, gamzesi ve saçları sihir hususunda Hârût ve Mârufun üstadı sayılır. Ahmed Paşa'nın, "Ey melek-rû âb u güden çık­madan Âdem henüz / Çâh-ı Bâbil'de gö­zün Hârûta sihr-âmûz idi" beytiyle Arif Hikmet'in, "Menba-ı mekr ü füsun çeşm-i fitne-zâdın idi / Meşk-i sihr eylemeden gamze-i Hârût henüz" beyti bu anlayışı aksettirir. Sevgilinin çene çukuru (çâh-ı zenahdan) Bâbil'deki kuyudan (çâh-ı Bâ­bil), Hârût da (veya Mârût) o kuyuda asılı bulunduğu için sevgilinin zülüflerinden kinayedir. Çünkü sevgilinin zülüfleri çene çukuruna doğru uzanır ve Hârût ile Mâ­rût da o kuyuda saçlarından asılmış ola­rak beklemektedirler. Sihir öğretmek ve büyücülüğün pîri olmak itibariyle Hârût ve ondan kinaye olarak sevgili (gözleri, çe­ne çukuru, saçları veya gamzesi dolayı­sıyla) bir cadı (câdû) şeklinde tasvir edilir. Bu durumda sehhâr sevgilinin âşıklarını büyüler ve onların gönüllerini ya zülfü­nün ucuna asar yahut çene çukurunun zindanına atar: "Sihr ta'lîm eylemekte gamze-i câdû-yı dost / Çâh-ı Bâbil'de eder Hârût-ı fettan ile bahs" (Ahmed Paşa). Sevgili ile âşıkları arasındaki bu macera tam bir fitne halidir. Dolayısıyla Hârût ile sevgili fitne çıkarmakta da birbirlerine benzerler. Nedim'in, "Gamze-i fettanını koydun ki yıktı âlemi / Bahse dalmışken çeh-i Bâbil'de câdûlarla sen" beytiyle, "O fitne kim onu Hârût uyardı Bâbil'de / Si­yah gözlerinin hâb-ı âremîdesidir" beyti bunu ifade eder.

KÜRŞAT DEMİRCİ, Dia 16.cilt.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi