Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

İHSANİYE

Yolculuk ederken trenin hızı arasında sizi bir dakika üzerinde alıkoyan noktalar olur ki içinizde, hemen orada bir zaman kalmak hiç olmazsa şu yamacın kenarına ilişmiş köyde bir gece geçirmek yahut bir nehrin kenarına eteklerini salıvermiş bir ormanın kuytuluklarında uzun saatler­le dolaşmak hevesini duyarsınız ve yolunuzun üstünde topladığınız izler­den böyle yüzlerce yüzlerce köşecikler vardır ki sonraları hayalinizde yeniden uyandıkça onlara hasret kalınmış bir dost gözüyle bakar ve hicranı anlatan bir gülümseyişle gülümsersiniz.

Hayatta da böyle arkanızda kalan kopuk resimlerden meydana gelmiş bir defter vardır ki birbirine bağlılığı olmayan yaprakları bir gölge ara­sında çevrildikçe bazılarında durmak, içinizde ciğerinizden sıcak bir şey­ler akıtan hem tatlı hem acı bir duygu ile bunlarda gecikmek, hayalde ol­sun bunlarla bir zamancık daha düşüp kalkmış olmak istersiniz.

İşte, Fatih Askerî Rüştiyesine girdiğimden başlayarak ailenin yine İzmir’e taşınmasına kadar geçen dört beş yıllık zaman, yedi ile on iki yaş arası, gene hayatın bu devrelerinden birini teşkil eder. Bu dört beş yılın izleri o kadar yığılmıştır ki bunları şimdi hep bir arada ayıklanmayacak bir yığın hâlinde görüyorum.

Mektebe ders yılının sonlarına doğru girmiştim, imtihan başlamak üzere iken bir gün sınıfa hademeden biri geldi:

Halit Efendi, Saraçhane!.. (Dönemin geleneğine göre askerî okul­larda öğrenciler doğdukları ya da oturdukları kent-semt adlarıyla çağr­ılırlardı.) diye seslendi. Beni müdür istiyormuş.

Elinde kamçısı ile oynayarak müdür dedi ki:

Halit Efendi! Sen sınıfa yeni geldin. Bu yıl imtihanlara girmeyecek­sin. Yarından sonra evde kalacaksın, kendi kendine çalışacaksın. Tatilden sonra seni yine bu sınıfa koyacağım. Bunu senin iyiliğin için düşündüm, evde de öyle söylersin. Sınıfta kimseye bundan söz açma!..

Sınıfta zaten hiç kimse ile arkadaş olmaya vakit bulamamıştım; kimse­ye bir şey söylememek pek kolaydı ancak bunu evdekilere anlatmak zor olacaktı. Bu zorluğu nasıl atlattım bunu bilmiyorum. Galiba iş gürültüye karıştı. İzmir'den birçok gelenler vardı: bir büyük anne, yanında bir ha­la, bir amca, birçok kız ve hele bütün aile çocuklarının en korkunç siması olan Lala Refik Ağa... Büyük babamın pek inandığı kimse olan harem ağasının bütün ev halkı üzerinde öyle sözü geçerdi ki bunun birazını ken­disine olan inanca borçlu olmakla beraber ası! hiç gülmeyen yüzünün her zaman korkutucu çirkinliğine borçluydu.

Buna karşı babamın ince, uzun, ötekinin kuzguni karalığına karşılık koyu esmer denecek kadar açık renkte güzel çehresi, her zaman baygın gözlerinin uzun, kıvırcık kirpiklerinden akan tatlı bir bakışla insanı okşamaya çağıran bir Habeş kölesi vardı: Server. O, belki yirmi yaşların­da vardı. Bu ikisine katılan bir de yine Habeş Ziver vardı ki eniştemin idi, daha doğrusu ben yaşta olan bu küçük haşarı eniştemden ziyade benim idi.

Bütün bu kalabalık ile birlikte İhsaniye'ye gidilecekti. Babamın yazla­rı geçirmek için ta İstanbul'a geldiği zamandan beri seçtiği yazlığa...

İşte, her zaman vapurla önünden geçerken gözlerimi karşı konulamaz bir kuvvetle çeken ve bana gülerek birçok hatıralar yollayan İhsaniye, ço­cukluğumdaki gülümsemeleri en tatlılarına sahne olmuştur. Evimiz setin üstünde, biri Salacak öteki Harem tarafında iki dik yokuşla inilen kayala­rın ortalarına rastlayan bir noktada idi.

Burada ben küçükken birf vaka olmuştu ki sonraları bana anlatırlardı ve ben, onun hikâyesine doyamayarak her zaman tekrar ettirirdim.

Bir gün Halit ortadan kaybolmuş, daha Halitpek küçük iken... Bütün er af a adam saldırılmış, Halit yok!.. Bahçede yine kaplumbağası ile oynuyordur diye aramadık bir yer bırakmamışlar, Halit yok!.. Anlaşılan bahçede hemen kendi kadar büyük -bu biraz mübalağa- bir kaplumbağa varmış ki Halit onu bularak önlüğünün içine kor ve "boğa, boğa..." diye onu saatlerce gezdirirmiş; fakat bu defa ne Halit var ne de kaplumbağa...

Sonunda kim bilir ne kadar zaman sonra ve ne kadar meraklardan, he­lecanlardan sonra komşu çocuklarından biri Halil'i bulduğunu haber vermiş. Onun arkasından gitmişler ve Halit'i bulmuşlar... O, İhsaniye se­tinin önünden kayalara doğru kayan yardan yuvarlanmış, belki kayalara kadar yuvarlanacakmış fakat ta yarın ortalarında bir çalılık, daha ileriye yuvarlanmasına engel olmuş, orada kalmış. Bakmışlar ki uyuyor, derin ve çok rahat bir uyku ile. Ve iki eli, içinden kaplumbağasını kaçırmamak için önlüğünü sımsıkı tutarak uyuyor.

Evi dolduran kalabalığın gürültüsü arasında düzenden eser kalmamış olacak ki benim mektep işiyle uğraşan bulunmadığı gibi bu kargaşalıktan en çok faydalanarak İhsaniye 'de en başıboş bir hayat sürmek fırsatını bu­lan bize -Ziver ile bana- gözcülük imkânı da kalmamıştı. Galiba Ziver, beni azdırarak bu başıboş hayatta tamamıyla serbest kalırdık; yalnız bu ba­şıboşluğun sınırı, setin üstünde, evden Harem İskelesi'ne doğru bir bah­çede oturan ve küçücük kaselerle pek güzel yoğurt yapan ihtiyar bir Ha­beş kadının kulübesine deniz kenarında da Abdipaşa İskelesi dedikleri te­miz bir kumsalda ancak yüz arşınlık bir genişliğe kadar uzanırdı. Ama bu daracık dolaşma dairesi bizi bütün gün uğraştırmaya yeterdi.

Ziver'in Habeş kadınıyla bir türlü bitmeyen, benim anlamadığım bir dille konuşmaları vardı. Deniz kenarına inince de hemen soyunur, denize girerdik. Ne kadar zaman, bunu bilmek mümkün değil. Geçen zamanı biz de ölçemezdik ve mutlaka yemek vakti gelince evden birinin, çok defa Server Lala'nın olanca kuvvetiyle bize seslenerek yokuşu indiğini görürdük. Bereket versin bu zahmeti Refik Ağa üstüne almazdı, ona kalsa başıboş­luğun mükâfatını bir tokatla almak muhakkaktı.

Bu Abdipaşa İskelesi'ne gidişin bir faydası oldu: Bir gün babam beni alarak Salacak deniz hamamlarına götürdü. Ve bana yüzmek öğretmek üzere hamamın en alçak merdiveninde bekleyerek durdu. Bir de benim aksine öte taraftan, suyun en derin bir noktasından atlayarak balık gibi yüzmeye başladığımı görünce oğlunun başıboşluğundan haberi olmayan babamın yüzünü kaplayan şaşkınlığı anlatamam. Ah, İhsaniye! Ah, Habeş bacının yoğurtları, Abdi Paşa İskelesi'nin kumsalları! Ah, küçük Ziver; ah, güzel Server!..

Bahtsız, sevimli, tatlı Servercik... Bir gün o da ortadan kayboldu.Server nereye gitti, diye sordukça bana:Sus, derlerdi. Bir gün sabahleyin babamın anneme:— Ethem'le Halit'i hazırlayın, beraber kayığa alacağım, dediğini işi­tim.

Hazırlandık. Çoklukla babam İstanbul'la İhsaniye arasını kayıkla ge­çerdi. Sarayburnu'ndan Abdipaşa İskelesi'ne gelip gitmek onun başlıca zevklerinden biriydi. Bugün Refik Ağa 'yı da beraber aldık ve dört kişi İstanbul'a çıktık. Ka­yıkta bir kelime söylenmedi. İstanbul'a çıkınca babamın Refik Ağa'yı çe­kerek gizlice bir şeyler söylediğini gördüm ve o, bizim ikimizi alarak ba­bamdan ayrıldı.

Bir saat sonra bir hastanenin koğuşunda-Yenibahçe Gureba Hastane­si olacak- Server 'i yatağının içinde, kavrulmuş dudaklarla, kireçle sıvan­mış sanılacak donuk yüzüyle gamlı gamlı bakıp ağlarken görünce onu her soruşumda bana niçin "Sus!" dediklerini anladım.

Böyle kadın, erkek kaç zavallının her biri, ailenin ayrı ayrı birer parçası hükmüne girmiş olan kaç bahtsızın son yataklarına götürülmüş, onlarla vedalaştırılmıştık...

Halit Ziya Uşaklıgil Kırk Yıl

 

İLGİLİ İÇERİK

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


HASAN RIZA SOYAK'TAN HATIRALAR

Atatürk Nasıl Çalışırdı?

Atatürk, çalışmaları sırasında zaman, mekân hatta imkân mefhumlarıyla katiyen alakalı değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun resmî, millî veya vatani bir vazife tahakkuk etti mi derhâl onun ifasına ça­lışırdı. Çok defa herhangi bir gezi anında, kırda, bayırda ısrarı üzerine otomobil içinde çalıştığımız ve evrak tetkik ettiğimiz zamanlar olmuştur. Eğlenirken beni veya bir vazifeliyi görünce derhâl: "Beni mi istiyorsu­nuz?" der ve müspet cevap alınca eğlenceyi bırakır ve vazifeliyi takip ederdi. Bütün vazifeliler, maiyetinde çalışanlar kendisini her karar verdi­ğimiz dakikada, uykuda olsa bile uyandırmak salahiyetini haizdik. Ata­türk, eline gelen bir işi bitirmeden asla rahat etmezdi. Zaruret mevcut de­ğilse işi ileriye bırakmak âdeti değildi; bazen hiç durmadan okuduğu, kırk sekiz saat çalıştığı vakitdir

İki Gün, İki Gece Durmadan Okunan Kitap

Bir İstanbul seyahatinden Ankara'ya dönmüştüm. Derhâl köşke gittim, hizmetçilere Atatürk'ün ne vaziyette olduğunu sordum. "İki gün, iki gecedir mütemadiyen okuyor, birkaç defa banyo yaptı ve şezlongda isti­rahat etti." dediler. Hemen yatak odasına girdim. Atatürk, koltuğa bağdaş kurmuş oturuyordu. Ekseriya bu şekilde otururdu. Bana:

Hoş geldin, dedikten sonra:

Elime bir kitap geçti, bilmem ne zamandan beri okuyorum, diye ilave etti.

—Yorulmadınız mı paşam, diye sordum.

—Hayır, dedi. Yalnız gözlerim yaşarıyor, fakat onun da çaresini bul­dum. Biraz tülbent aldırttım ve parça parça kestirttim, bu parçalarla göz­lerimi siliyorum.

İşte bu misal Atatürk'ün çalışmada zaman mefhumunu tanımadığını gösterir.

Atatürk, her vazifelinin üzerine aldığı işleri aklını, zekâsını ve kanuni salahiyetlerini son haddine kadar kullanarak zamanında halletmeye çalışmasını ve mesuliyet deruhte etmekten çekinmemesini isterdi. Alakalı ve vazifelilerin mütalaalarını dinlemeden hatta kendileriyle müzakere etmeden bir mesele hakkındaki noktainazarını bildirmezdi. Ben, maiyetindeki bütün vazife hayatım esnasında konuşmadan ve fikir teati etmeden bir emir aldığımı hatırlamıyorum. Aynı zamanda birçok konuşmalarımızda kendisine aklıma gelen herhangi bir mütalaayı arz etmekten çekinmek hissine kapıldığımı da hatırlamıyorum.

Tetkike dayanamayan istihzalara çok sinirlenirdi. Bu şekilde hareket edenlere:

— Senin kafan işlemiyor mu, bir mütalaan yok mu, derdi. Kafası işlemeyen ve her ne sebep olursa olsun kafasını yormak lüzumunu duy­mayan insanları müspet ve semereli iş yapmak kabiliyetinden mahrum, manasız ve çekilmez mahlûklar telakki ederdi.

Bir vazifenin ifasında içerisinde bulunduğu imkân ve şartlarını hiç nazarı dikkate almadığına ise bütün hayatı şahittir. Bu hasleti, hesapsız kitapsız hareketlerden ve maceralardan dikkatle ayırmak lazımdır. Çünkü Atatürk'ün hayatında hiç mevcut olmayan şey, maceradır. Bütün hareket­leri eşsiz ve derin bir ileri görüşe, en ince hesaplara müstenittir. Bundan dolayıdır ki her teşebbüsünde muvaffak olmuştur.

Hasan Rıza Soyak

İLGİLİ İÇERİK

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ


AHMET HİKMET’İ NASIL TANIDIM?

İlk günlerde idi. Sonraki teklifsizlik ve samimiyet daha pek hâsıl olmadığından Servet-i Fünûn’a her gün gitmiyor ve gittiğim zamanlar çok kalmıyordum. O günlerde Cenapla beraber Cahit ve Cavit’in terk ettiği Mektep risalesinde çalışıyorduk. Şimdiki ajans binasının üst katında bir odada bulunan idarehanede haftada üç dört gün buluşur, orada yazı ve tashih işlerini bitirdikten sonra beraberce Servet-i Fünûn'a giderdik.

Fikret oraya kendine mahsus hararet ve galeyanla bütün dostlarını davet ediyor, iktidar sahiplerini toplamaya çalışıyordu. Bu sebeple o zamana kadar tanımadığımız, görmediğimiz birçok adamlara rast geliyor ve birçok kişilerle temas ediyorduk. H. Nazım, A. Nadir gibi daha sonra edebiyatta büyük mevkiler alan kişiler ile Hüseyin Sîret’i, İsmail Safa’yı orada bu esnalarda gördüm, tanıdım.

Yine bir gün Fikret’le idarehanede yalnızdık. İnce, uzun boylu ve centilmen tavırlı bir zat geldi. Bu, hiç görmediğim bir sima idi. Fikret onu hararetle kanepeye oturttu, konuşmaya başladı. Ben kenarda, yazıhanede İngilizce gazetelere bakıyordum. İki dakikalık bir konuşmadan sonra Fikret’in dostlarına hitap ederken tatlı bir ahenk alan sesi yükseldi:

— Rauf Bey...
Başımı kaldırdım. Misafir de ilgi gösterir bir tebessümle bana bakıyordu. Fikret takdim eder bir tavırla:

—    Ahmet Hikmet Bey, Pera Palas’ta hikâyenizi pek beğenmiş ve ondan heveslenerek bir hikâye yazmış, getirmiş, dedi.

Ruhi ve manevi bağların şevkiyle samimi olmaları kaçınılmaz insanlar gibi ikimizde de bir hamle oldu. Ben acele ettim, o iki adım attı. Uzanan ellerimiz birbiriyle kucaklaştı, İşte Ahmet Hikmetle ilk tanışmamız bu şekilde oldu. Kendisi Servet-i Fünûn’dan evvel birkaç ufak dergiye hikâyeler yazmıştı, daha o zaman edebî bir mevcudiyeti var idi. Vazife itibarıyla dış işlerine devam ettiğinden idarehaneye nadir gelir ve geldiği zamanlar yarı resmiyetle beraber bizim bulaşıcı ve galeyanlı neşemize katıldığı olurdu.

Servet-i Fünûn’da birbirini takip eden hikâyeleri oldukça başarı gösteriyor ve herkesi takdir edici olmaya sevk ediyordu. Git gide bütün arkadaşlar gibi onunla da dostluk kuvvetlendi. Bir gece bütün Servet-i Fünûn ileri gelenlerini (...) evine yemeğe çağırdı. Beni birkaç defa hususi davet etti. Samimiyeti kuvvetlendirmek için lazım olan şeyleri yaptı. (...)

Bu kış başında kendisine bir gece Millî Sahne’de rast geldim. Ankara’dan dönmüş, İstanbul’da yerleşmişti. Kim derdi ve nasıl inanılabilirdi ki o zaman bu kadar canlı, bu kadar zinde ve genç görünen bir adam bu kadar çabuk aramızdan çekilecek gidecekti? Ah hayat bu işte... Bir varız bir yokuz... Tahammül etmeli...

Ahmet Hikmet, bu son günlerde o kadar takdir ve övgü ile söz konusu olan Türkçülüğe, Galatasaray Lisesinde edebiyat hocalığını üstlendiği zaman meyletti. Ve bu büyük fikir evvela, yalnız Türkçemizde Arapça ve Farsça kuralların hâkimiyetine ani bir isyandan ortaya çıktı.

Kendisi uymaya mecbur olduğumuz bu kuralları istemiyor, kabul etmiyor ve kaldırıp atmayı gerekli görüyordu. Bir gece Büyükada’da Halit Ziya, o ve biz bu konu hakkında uzun uzun tartıştık. Kendisi bu fikre bütün varlığıyla o kadar bağlanmıştı ki tahammül edemiyor, taşıyor ve coşuyordu:

—    Canım ne demek Allah aşkına, diyordu. Haydi, lisanımız fakir olduğundan tıpkı Fransızların, İngilizlerin yaptığı gibi ecnebi kelimeleri alalım, kullanalım. Bu kuralların ne işi var? Bunlara neden mecbur oluyoruz? Fransızcada birçok Latin kelimeleri var, İngilizcede de birçok Fransız kelimeleri olduğu gibi... Yazarlar bu kelimeleri kullanıyorlar fakat İngilizler bu Fransızca kelimeleri Fransız dil bilgisi kurallarıyla değil sırf İngiliz kaidelerine göre kullanmıyorlar mı? Bizim bu hâlimiz dil meselesinden çıkıyor da âdeta bir esaret oluyor. İnsan konuştuğu, yazdığı dile hâkim olmazsa neye hükmedebilir! İşte bu özdür ki zaman geçtikçe arızalar ve şartlar tesiri altında genişlemiş, derinleşmiş, yükselmiş, uzamış ve bugünkü parlak ve muhteşem Türk varlığının temelini oluşturan milliyet fikrini doğurmuştur. Bu itibarla Ahmet Hikmet sadece bir edip olmakla kalmamış, edebiyatın da üstüne yükselerek bir çeşit millî mürşit mevkiine çıkmıştır. Bu sebepledir ki bütün ediplerin imrenmesine layıktır.

Mehmet Rauf, Edebî Hatıralar

İLGİLİ İÇERİK

ANI NASIL YAZILIR?

ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR

ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ

MÂZÎDEKİ HÂTIRALAR

GÜNLÜK

GÜNLÜK-2

GÜNLÜK ÖRNEKLERİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi