İHSANİYE
Yolculuk ederken trenin hızı arasında sizi bir dakika üzerinde alıkoyan noktalar olur ki içinizde, hemen orada bir zaman kalmak hiç olmazsa şu yamacın kenarına ilişmiş köyde bir gece geçirmek yahut bir nehrin kenarına eteklerini salıvermiş bir ormanın kuytuluklarında uzun saatlerle dolaşmak hevesini duyarsınız ve yolunuzun üstünde topladığınız izlerden böyle yüzlerce yüzlerce köşecikler vardır ki sonraları hayalinizde yeniden uyandıkça onlara hasret kalınmış bir dost gözüyle bakar ve hicranı anlatan bir gülümseyişle gülümsersiniz.
Hayatta da böyle arkanızda kalan kopuk resimlerden meydana gelmiş bir defter vardır ki birbirine bağlılığı olmayan yaprakları bir gölge arasında çevrildikçe bazılarında durmak, içinizde ciğerinizden sıcak bir şeyler akıtan hem tatlı hem acı bir duygu ile bunlarda gecikmek, hayalde olsun bunlarla bir zamancık daha düşüp kalkmış olmak istersiniz.
İşte, Fatih Askerî Rüştiyesine girdiğimden başlayarak ailenin yine İzmir’e taşınmasına kadar geçen dört beş yıllık zaman, yedi ile on iki yaş arası, gene hayatın bu devrelerinden birini teşkil eder. Bu dört beş yılın izleri o kadar yığılmıştır ki bunları şimdi hep bir arada ayıklanmayacak bir yığın hâlinde görüyorum.
Mektebe ders yılının sonlarına doğru girmiştim, imtihan başlamak üzere iken bir gün sınıfa hademeden biri geldi:
— Halit Efendi, Saraçhane!.. (Dönemin geleneğine göre askerî okullarda öğrenciler doğdukları ya da oturdukları kent-semt adlarıyla çağrılırlardı.) diye seslendi. Beni müdür istiyormuş.
Elinde kamçısı ile oynayarak müdür dedi ki:
— Halit Efendi! Sen sınıfa yeni geldin. Bu yıl imtihanlara girmeyeceksin. Yarından sonra evde kalacaksın, kendi kendine çalışacaksın. Tatilden sonra seni yine bu sınıfa koyacağım. Bunu senin iyiliğin için düşündüm, evde de öyle söylersin. Sınıfta kimseye bundan söz açma!..
Sınıfta zaten hiç kimse ile arkadaş olmaya vakit bulamamıştım; kimseye bir şey söylememek pek kolaydı ancak bunu evdekilere anlatmak zor olacaktı. Bu zorluğu nasıl atlattım bunu bilmiyorum. Galiba iş gürültüye karıştı. İzmir'den birçok gelenler vardı: bir büyük anne, yanında bir hala, bir amca, birçok kız ve hele bütün aile çocuklarının en korkunç siması olan Lala Refik Ağa... Büyük babamın pek inandığı kimse olan harem ağasının bütün ev halkı üzerinde öyle sözü geçerdi ki bunun birazını kendisine olan inanca borçlu olmakla beraber ası! hiç gülmeyen yüzünün her zaman korkutucu çirkinliğine borçluydu.
Buna karşı babamın ince, uzun, ötekinin kuzguni karalığına karşılık koyu esmer denecek kadar açık renkte güzel çehresi, her zaman baygın gözlerinin uzun, kıvırcık kirpiklerinden akan tatlı bir bakışla insanı okşamaya çağıran bir Habeş kölesi vardı: Server. O, belki yirmi yaşlarında vardı. Bu ikisine katılan bir de yine Habeş Ziver vardı ki eniştemin idi, daha doğrusu ben yaşta olan bu küçük haşarı eniştemden ziyade benim idi.
Bütün bu kalabalık ile birlikte İhsaniye'ye gidilecekti. Babamın yazları geçirmek için ta İstanbul'a geldiği zamandan beri seçtiği yazlığa...
İşte, her zaman vapurla önünden geçerken gözlerimi karşı konulamaz bir kuvvetle çeken ve bana gülerek birçok hatıralar yollayan İhsaniye, çocukluğumdaki gülümsemeleri en tatlılarına sahne olmuştur. Evimiz setin üstünde, biri Salacak öteki Harem tarafında iki dik yokuşla inilen kayaların ortalarına rastlayan bir noktada idi.
Burada ben küçükken birf vaka olmuştu ki sonraları bana anlatırlardı ve ben, onun hikâyesine doyamayarak her zaman tekrar ettirirdim.
Bir gün Halit ortadan kaybolmuş, daha Halitpek küçük iken... Bütün er af a adam saldırılmış, Halit yok!.. Bahçede yine kaplumbağası ile oynuyordur diye aramadık bir yer bırakmamışlar, Halit yok!.. Anlaşılan bahçede hemen kendi kadar büyük -bu biraz mübalağa- bir kaplumbağa varmış ki Halit onu bularak önlüğünün içine kor ve "boğa, boğa..." diye onu saatlerce gezdirirmiş; fakat bu defa ne Halit var ne de kaplumbağa...
Sonunda kim bilir ne kadar zaman sonra ve ne kadar meraklardan, helecanlardan sonra komşu çocuklarından biri Halil'i bulduğunu haber vermiş. Onun arkasından gitmişler ve Halit'i bulmuşlar... O, İhsaniye setinin önünden kayalara doğru kayan yardan yuvarlanmış, belki kayalara kadar yuvarlanacakmış fakat ta yarın ortalarında bir çalılık, daha ileriye yuvarlanmasına engel olmuş, orada kalmış. Bakmışlar ki uyuyor, derin ve çok rahat bir uyku ile. Ve iki eli, içinden kaplumbağasını kaçırmamak için önlüğünü sımsıkı tutarak uyuyor.
Evi dolduran kalabalığın gürültüsü arasında düzenden eser kalmamış olacak ki benim mektep işiyle uğraşan bulunmadığı gibi bu kargaşalıktan en çok faydalanarak İhsaniye 'de en başıboş bir hayat sürmek fırsatını bulan bize -Ziver ile bana- gözcülük imkânı da kalmamıştı. Galiba Ziver, beni azdırarak bu başıboş hayatta tamamıyla serbest kalırdık; yalnız bu başıboşluğun sınırı, setin üstünde, evden Harem İskelesi'ne doğru bir bahçede oturan ve küçücük kaselerle pek güzel yoğurt yapan ihtiyar bir Habeş kadının kulübesine deniz kenarında da Abdipaşa İskelesi dedikleri temiz bir kumsalda ancak yüz arşınlık bir genişliğe kadar uzanırdı. Ama bu daracık dolaşma dairesi bizi bütün gün uğraştırmaya yeterdi.
Ziver'in Habeş kadınıyla bir türlü bitmeyen, benim anlamadığım bir dille konuşmaları vardı. Deniz kenarına inince de hemen soyunur, denize girerdik. Ne kadar zaman, bunu bilmek mümkün değil. Geçen zamanı biz de ölçemezdik ve mutlaka yemek vakti gelince evden birinin, çok defa Server Lala'nın olanca kuvvetiyle bize seslenerek yokuşu indiğini görürdük. Bereket versin bu zahmeti Refik Ağa üstüne almazdı, ona kalsa başıboşluğun mükâfatını bir tokatla almak muhakkaktı.
Bu Abdipaşa İskelesi'ne gidişin bir faydası oldu: Bir gün babam beni alarak Salacak deniz hamamlarına götürdü. Ve bana yüzmek öğretmek üzere hamamın en alçak merdiveninde bekleyerek durdu. Bir de benim aksine öte taraftan, suyun en derin bir noktasından atlayarak balık gibi yüzmeye başladığımı görünce oğlunun başıboşluğundan haberi olmayan babamın yüzünü kaplayan şaşkınlığı anlatamam. Ah, İhsaniye! Ah, Habeş bacının yoğurtları, Abdi Paşa İskelesi'nin kumsalları! Ah, küçük Ziver; ah, güzel Server!..
Bahtsız, sevimli, tatlı Servercik... Bir gün o da ortadan kayboldu.— Server nereye gitti, diye sordukça bana:— Sus, derlerdi. Bir gün sabahleyin babamın anneme:— Ethem'le Halit'i hazırlayın, beraber kayığa alacağım, dediğini işitim.
Hazırlandık. Çoklukla babam İstanbul'la İhsaniye arasını kayıkla geçerdi. Sarayburnu'ndan Abdipaşa İskelesi'ne gelip gitmek onun başlıca zevklerinden biriydi. Bugün Refik Ağa 'yı da beraber aldık ve dört kişi İstanbul'a çıktık. Kayıkta bir kelime söylenmedi. İstanbul'a çıkınca babamın Refik Ağa'yı çekerek gizlice bir şeyler söylediğini gördüm ve o, bizim ikimizi alarak babamdan ayrıldı.
Bir saat sonra bir hastanenin koğuşunda-Yenibahçe Gureba Hastanesi olacak- Server 'i yatağının içinde, kavrulmuş dudaklarla, kireçle sıvanmış sanılacak donuk yüzüyle gamlı gamlı bakıp ağlarken görünce onu her soruşumda bana niçin "Sus!" dediklerini anladım.
Böyle kadın, erkek kaç zavallının her biri, ailenin ayrı ayrı birer parçası hükmüne girmiş olan kaç bahtsızın son yataklarına götürülmüş, onlarla vedalaştırılmıştık...
Halit Ziya Uşaklıgil Kırk Yıl
İLGİLİ İÇERİK
ANI İLE BİYOGRAFİ ARASINDAKİ FARKLAR
ANI (HATIRA) TÜRÜ VE ÖZELLİKLERİ
- Önceki
- Sonraki >>