Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

Ahmet Oktay, Gösteri

Orhan Pamuk'un yeni romanı 'Yeni Hayat' ulaştığı satış sayısı ve hakkındaki tartışmalarla edebiyat gündeminin en basında yer alıyor iki aydır. Ahmet Oktay bu incelemesinde "Yeni Hayat'ı Pamuk'un diğer yapıtlarının çizgisi içinde kaynakları, biçimsel ve biçemsel özellikleri ile değerlendiriyor. Bu yazı 'Yeni Hayat' için okuma kılavuzu

Kitap, tarih boyunca hem kutsal sayılmıştır hem tehlikeli. Çünkü kitap, hem açıklar hem gizler. Bu ikili yapısı yüzünden de bazı kitaplar yanlış anlaşılmış, bu yanlış anlama trajik olaylara yol açmıştır.

Örneğin Tanrı'nın niteliğini bilme ve ona ulaşma yolundaki deneyimini, düşüncelerini "Enel Hak" sözünde özetleyen Hallac-ı Mansur yapıtının yanlış anlaşılması yüzünden işkenceyle öldürülmüştür. "Hallaç'la aynı yoldanız" diyen El Şibli ise susmuş ve canını kurtarmıştır. Buna karşılık, Şeyh Bedreddin, Kitap'ta var olduğunu ve bulduğunu sandığı sırrı, Varidat adlı yapıtında "Sofi kaynağı gizli tutar. Ayan ederse öldürürler" demesine rağmen, açıklamış, o da Hallaç gibi öldürülmüştür.

 

Farklı trajedilere de yol açmıştır kitap, Goethe'nin bunalımlı bir aşk öyküsü anlattığı Genç Werther'in Acıları adlı yapıtının kahramanı romanın sonunda intihar eder. Roman öylesine bir etki yapmıştır ki, bazı okurlar da romanın öykünün kahramanı gibi ölümü seçmiştir. Bir kitap, hayatlarını kaydırmıştır.

Son yıllarda Türkiye'de kitabın gizemli yanına yapılan vurgunlar, metnin sadece kendisine gönderdiği yolundaki yazınsal anlayışın güçlenmesine koşut olarak, hayli artmış bulunuyor. Kitap içinde kitap yazılması, teknik açıdan çok bilinen bir tür olarak beliriyor. Romanı kimi zaman oyuna dönüştüren bu eğilim ve pratiğin, karsısında olmasam bile, gözle görülür sakıncalar taşıdığını düşünüyorum. Metinlerarası (intertextual) ilişkilerin fetişleştirilmesinin de metnin okunma, anlamlandırılma boyutunu ve işlevini, her zaman bulanıklaştırabileceğini düşünüyorum. Kitaba ve metne verilen bu gizemsellik, post modern söyleme eklemlendirildiğinde, post modern sanat, hiyerarşileri ve kriterleri geçersizleştirmekten yana olduğu, daha da ötesinde, Kim Schroder'in sözleriyle "birbirleriyle karşılaştırılabilir izleyici tecrübeleri yaratmalarından ötürü Shakespeare'in oyunları ile Hanedan dizisini karşılaştırılabilir bir kültürel geçerliğe sahip" (1) saydığı ve Michael Schudson'un sözleriyle de "sanatın niteliğinin sanat nesnesinin kendisinin içindeki bir takım niteliklerinden ziyade sanatın nasıl alımlandığında ya da alımlanma bağlamında nasıl yaratıldığında" (2) yarattığını varsaydığı için, yazınsal eleştiriyi de bir anlamda olanaksızlığa mahkûm etmektedir. Bu anlayış, James Curran'i izleyerek söylersem, "edebi normların ilgasına yol açmakta ve bunun yerine izleyicinin (aynı zamanda okuyucunun -A.O.) hazzına dayalı üstü kapalı bir değerlendirme sistemini teşvik etmektedir (3). Kitabın gizemsel ve hayat kaydırıcı yanını görmezden gelemeyiz ve küçümseyemeyiz elbet. Siyasal yaşamımızın şizofrenik bir görünüm almasında metinlerin kutsallaştırılmalarının ve kutsal metin yorumlamalarının büyük rolü olduğunu, olgulara dayandırarak rahatlıkla öne sürebilecek durumdayız (Bu yazının kaleme alınmasına sebep olan Orhan Pamuk yeni romanının başında bu türden kimi kitapların adlarını veriyor). Duygusal boyutu yüksek, anlatımı etkileyici bir kitabın, İngiltere'de nedensiz ve amaçsız bir cinayete yol açtığını, 14 yasında iki çocuğun, okudukları kitaptaki yöntemi kullanarak bir adamın boğazını kestiklerini daha yakında okuduk (4). Hayatın kayışı. İşte Orhan Pamuk'un yeni romanı "Yeni Hayat" tam da bu cümleyle başlamaktadır:

"Bir gün bir kitap okudum ve tüm hayatim değişti."

 

ORHAN PAMUK TEMEL SORUNSALLARINI GENİŞLETİYOR

Orhan Pamuk, geniş yankı uyandıran, tartışmalara yol açan Kara Kitap'tan dört yıl sonra yayınladığı Yeni Hayat'ta okuma/yazma, yazma/yaratma, asil/suret ve gerçek/kurmaca çiftlerinden oluşan temel sorunsalını genişletiyor ve romanını bir tür labirente dönüştürüyor. Çıkış için birçok işaret bıraktığı kesin ama bunları fark edebilmek için, alışılmış bir romana gösterilmesi gerekenden daha çok dikkat sarf etmek gerekiyor.

Okuma/yazma sureci ile Kitap'ın kendiliği sorunu, Pamuk'un ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları'ndan beri üzerinde titizlikle durduğu, islediği sorunlar. Cevdet Bey de Refik "hatıra defteri" tutar kitap yazmasının yanı sıra. Oğlu Ahmet, o defterleri bulup okur yıllar sonra. Sessiz Ev'de Selahattin Darvinoğlu bir türlü bitmeyen bir ansiklopedi yazar, torun Faruk tarihçidir, arşivlerin, belgelerin arasında yitip gitmiştir. Babaanne Fatma, romanın sonunda şunları söyler: "kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin."  Beyaz Kale'de tekrar karşımıza çıkan Faruk Darvinoğlu, Sessiz Ev'de içinde günlerini geçirdiği Gebze

Kaymakamlığı arşivinde bulduğu el yazmasını okura sunarken "yeniden yeniden okuduğum hikâyeyi",  der. Ayrıca Beyaz Kale'nin ikiz kahramanları öyküleri "birlikte yazarlar" Kara Kitap metin alıntıları başka kitaplara göndermelerle doludur ve romanın kahramanı Galip'in yazar Celil Salik'e dönüşmesi ile sona erer. Her şey yazıdır. Zaten romanın son cümlesi de budur:

"Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Evet, tabii, tek teselli yazı hariç".

 

BİR ARAYIŞIN KİTABI

Yeni Hayat bir arayışı anlatıyor. Sadece öykünün anlatıcısının "hayatını değiştiren" kitabın anlattığı dünyanın, Aşk'ın, Yaşamın ve Ölüm'ün anlamının aranışını değil, romandaki Yeni Hayat adlı kitabın yazarının, kaybolan Canan'ın, Canan'ın eski sevgilisi Mehmet'in aranışını da anlatıyor. Daha da ötesinde Yeni Hayat'ın nasıl yazılması gerektiğinin aranışı da.

Benim gibi polis romanları okumaya meraklı ve önce kitabın son bölümlerine göz atmayı adet edinmiş her okur, Yeni Hayat'ın şöyle bir özetini yapabilir:

"Romanın anlatıcısı, âşık olduğu Canan'ın elinde gördüğü Yeni Hayat adlı kitabın anlattığı dünyayı bulmak ister. Ama bence, anlatıcı kitabı okuduktan sonra âşık oluyor Canan'a. Onları bir araya getiren, ölümcül yolculuklara çıkartan o kitap çünkü. Canan da kitabı sevgilisi Mehmet'ten almıştır. Mehmet, bir suikasttan ve bir kazadan kurtulunca Osman adını kullanarak (ki anlatıcının adıdır bu) ortadan kaybolur ve Yeni Hayat'ın takma ad kullanan yazarını aramaya koyulur. Anlatıcı ile Canan da Mehmet'in peşine düşerler. Anlatıcı bitmek bilmeyen otobüs yolculuklarında -zaten kitabın içindeki kitapta da "çılgın otobüsler" vardır ve zaten "her şey bir yolculuk" tur (s.9) -kentten kente, kasabadan kasabaya dolaşır. Ve "matbaadan çıkmış bütün kitaplar, hepsi bizim zamanımızın, bizim hayatimizin düşmanıdır" (s. 126) diyen ve okuduğu bir kitap yüzünden kendisine karşı çıkıp ortadan kaybolan oğlu

Narini arayan ve kitaba karşı gizli bir örgüt oluşturmuş olan Dr. Narin'le tanışır. Asil mesleği doktorluk değil avukatlık olan Narin'in anlatıcıya okuttuğu ve özel ajanlarınca hazırlanmış raporlardan oğlu Nahifin Osman adını da kullanmış olan Mehmet olduğunu öğreniriz. Yine bu raporlardan Nahit/Mehmet/Osman'ın peşine düştüğü Yeni Hayat'ın gerçek yazarının, anlatıcının küçüklüğünden beri tanıdığı ve çocuklar için çizgi-romanlar yazan ve babasının esrarengiz bir şekilde öldürülen arkadaşı demiryolcu Rıfkı Bey olduğunu öğreniriz. Anlatıcı, sonunda kendi adını kullanan ve çocukluğunda kendisi gibi Rıfkı Amca'nın çizgi-romanlarıyla beslenmiş olan Mehmet'i bulur ve artık evlenmiş olmasına rağmen bir türlü unutamadığı ve aramaya sürdürdüğü, Almanya'da olduğunu öğrendiği Canan'ın eski sevgilisi olduğu için öldürür. Ve evine dönmek üzere otobüse biner. Ama Cananla çıktıkları sonu gelmeyen arayış gezilerinde sık sık gördüklerine benzeyen bir trafik kazasında can verir ve "yeni bir hayata" geçer. Zaten okuduğu kitapta "kendi ölümünü görmüştür" (s. 10) çoktan. "Seksen dokuz gecesini otobüs koltuklarında geçirmiş" ve mutlu saatin çalışını ruhunda duyamamıştır" (s.58) ama sonunda gelmiştir Ölüm. Ne var ki, kitabın son cümlesi "yeni bir hayata geçmeyi, ölmeyi hiç mi hiç istemiyordum" (s.275) olduğundan, kimse ölümünden sonra böyle bir şey yazamayacağından, anlatıcının ölmediğini, aslında romandaki Yeni Hayat'ı satır satır yeniden yazan Nahit/Mehmet/Osman'ın Orhan Pamuk olduğunu ve elimizdeki Yeni Hayat'ı yazdığını anlarız. "

Görülüyor: Yeni Hayat daha önce de değindiğim gibi bir labirenti andırıyor. Birçok da esin kaynağı var. Örneğin Umberto Eco'nun bilginin ya da sırrın yayılmaması için bazı el yazması metinleri saklayan bir tarikatı konu edinen Gülün adı romanı bunlardan biri. Belki "kitabı okursan eğlenirsin, inanırsan hayatın kayar" (s.29) diyen Mehmet'in belirttiği tehlike düşüncesi için Jacques Bergier'in Lanetli Kitaplar adlı yapıtından da esinlenmiş olabilir Orhan Pamuk.

Eco gibi Bergier de bilgiye karşı oluşturulmuş bir Kara Cübbeliler tarikatından söz eder ve bunların bazı kitapları yok ettiklerini bildirir. Bu tarikat Dr. Narin'in oluşturduğu örgütü çağrıştırıyor elbet. Romanın başka bir kaynağı Dante'nin Yeni Hayat adlı kitabı. Dante bu yapıtında bazı şiirlerine göndermeler yaparak, onları yeniden yorumlayarak Beatrice'e olan aşkı çerçevesinde hem kendi entellektüel gelişimini anlatır hem de ölüm düşüncesini gündeme getirir. Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ında da Canan, Dante'nin Beathce'i gibi aşkınlaştırılmıştır. Şöyle der anlatıcı: "Adının hem sevgili hem Allah anlamına geldiğini bilmeyenlerle dostluğu kestim" (s.43). Ayrıca Canan hem Aşk'ı hem Ölüm'ü simgeliyor ki, bu yaklaşım, hemen Melek figürü dolayısıyla Rilke'nin Duino Ağıtları adlı kitabını çağrıştırıyor. Ayrıca, isteyen okur Jorge Luis Borges'in Alef öyküsünü de Cervantes'in Don Kişot'unu kelimesi kelimesine yeniden yazan tuhaf kahramanlı 'Don Qoixte Yazarı Pierre Menard' adlı öyküsünü de göz önünde bulundurabilir.

Romanın anlatıcısının iz sürmeleri, Dr. Narin'in ajanlarının soruşturma ve araştırmaları anımsandığında, çeşitli polis romanları da esinleyici olmuş olabilir. Orhan Pamuk bunların bazılarını (Dante ve Rilke) zaten kitapta kendisi belirtiyor. Çünkü esinlenmekten, sonunda bütün o kaynaklardan farklı bir yapıt ortaya çıkarmayı başardığı için, korkmuyor. Dahası tıpkı Rıfkı Amca'nın Yeni Hayat'ını tanımlarken anlatıcının belirttiği gibi "bütün kitaplardan çıkmış bir kitap"  yazmayı istiyor.

 

Peki neden?

Çünkü yazmak, Beyaz Kale'nin anlatıcısının belirttiği üzre "anılarını toparlayıp kendine bir geçmiş uydurmaya"  çalışırken, bir yandan da başka bir gerçeklik kurmak, anlatma yöntemleriyle oynamaktır. Yine Beyaz Kale'nin anlatıcısının sözlerini anacağım: "Yaşamış olmam gereken iyi kotu ne varsa düşledim ve yaşadım" (s.59). Pamuk, düşlüyor, anımsıyor ve kurguluyor. Bu süreç içinde okurunun da kendi yazma hazzına katılmasını, onu paylaşmasını, ona kurduğu tuzakları bulmasını, labirentten çıkış için bıraktığı izleri görmesini istiyor.

Örneğin, anlatıcının romanın daha başında, okuduğu Yeni Hayat adlı kitabın "kendisinden söz ettiği duygusuna kapıldığını" (s.10) söylediğini unutmayan okur, Rıfkı Amca'nın zaten o kitabın kahramanına onun adını verdiğini 249'uncu sayfada okuduğunda hiç şaşırmayacaktır.

Kitap sürekli şekilde, örneğin otobüs kazaları, cinayet izleği, Melek gibi aynı motifler çevresinde dönmekte, hep birbirine göndermede bulunan bölümlerden oluşmaktadır. Zaten Orhan Pamuk, romanın sonlarında, Süreyya Bey'in kör olduğunu altı saatlik bir konuşma sonunda anlamasıyla dalga geçebilecek okura şöyle seslenmektedir: "alaycı okura ben de elinde tuttuğu kitabın her köşesinde yeterince dikkat ve zekâ gösterip göstermediğini sorayım mı? Mesela, melekten ilk söz edildiği sahnenin renklerini şimdi hatırlayabilir misiniz bakalım? Ya da Demiryolu kahramanları adlı eserinde Rıfkı Amca'nın şirket adlarını saymasının Yeni Hayat'a nasıl bir ilham verdiğini hemen söyleyebilir misiniz?" (s.265).

Gerçekten de okur, Viranbağ adının 16'inci sayfadaki "ben yıllarca Viranbağ'da yaşadım cümlesinde geçtiğini anımsadığı takdirde 249'uncu sayfadaki istasyon adlarının sayım sahnesini daha da anlamlandırabilir. 18'inci sayfada Rıfkı amca'nın evinin duvarında bir barometre betimlendiğini unutmayan okur, 109'uncu sayfadaki Dr. Narin'in anlatıcı'ya "duvardaki barometreye üç kere tik-tik-tik" diye vurdurmasından işkillenebilir ve 247'inci sayfada gecen Rıfkı Amca'nın barometre'ye "tik-tik" vurmasının anlamını kavrayabilir ve Dr. Narin'in Rıfkı Amca'nın dönüştürülmüşü olduğunu kavrayabilir.

Nahit ya da Mehmet ya da Osman, babası Dr. Narin'in kitap düşmanı bir örgüt oluşturduğunu bilmeksizin, "bir zırdeli kitapla ciddi bir şekilde ilgilenen herkesi öldürtmek istiyor"  derken anlatının iç örgüsüyle ilgili bir özelliğini vurgulamış, pekiştirmiş oluyor elbet. Bu vurgu, hiç kuskusuz romanda anlatılan komplo kuramlarının gerçekliğinin iç güvencesini oluşturuyor.

Bütün bunların amacı nedir sorusuna gelince, şu söylenebilir: Bulmak, yitirmek, yeniden bulmak, çözümlemek ve eğlenmek. Sahte Osman zaten belirtiyor bunu: "İyi bir kitap bize bütün dünyayı hatırlatan bir şeydir. Kitabın kendi içinde olmayan, ama varlığını ve sürekliliğini kitabın anlattıklarıyla hissettiğim bir şeyin parçasıdır kitap" . Tam da bu yüzden Yeni Hayat yer yer, yaşadığımız zamanın ve toplumun sorunlarına gönderiyor bizi: Bir türlü önlenemeyen, her yıl binlerce kişinin ölümüne yol açan trafik kazaları, siyasal komplolar, paronayakça üretilen kuramlar, şizofrenik bir şiddet. Yine de sahte Osman'ın vurguladığı gibi, "kelimelerin ötesinde yer alan ülkeyi yazının ve kitabın dışında aramak boşuna"  düşünüyor Orhan Pamuk da.

Bu nokta da Pamuk'un okurun dikkatini sınadığı ve onu uyardığı paragraftaki düşüncelerini anımsadığımızda, Yeni Hayat'ın kendisiyle ilgili her türlü güvenlik önlemini aldığını söylemek gerekiyor.

 

MODERNLEŞME ÇABALARININ OLUMSUZLUKLARININ ELEŞTİRİSİ

Otobüsle hızla geçilen kentlerin görüntülerini andıran görüntüler arasından bizi geçirirken, çok katlı bir söylem kuran Yeni Hayat, kültürel alanda yıllardır çözümlenememiş can alıcı sorunlara da değiniyor: Doğu/Batı sorunsalı, çevrenin ve doğanın tahribi, yaşamın fast footlaşması. Polisiye bir taharrinin ardında, isteyen okur, Türkiye'nin modernleşme çabalarının olumsuz öğelerine yöneltilmiş bir eleştiri de bulacaktır romanda. Fazla kamufle edilmiş olsa da.

"Kırık Kalpli Bayiler", bu çerçevede değerlendirildiğinde, birkaç farklı düzeye gönderme yapmaktadırlar elbet. İlkin, Türkiye'de artık hiç bir anlamı kalmamış bulunan, hiçbir bilgi alışverişi sağlamayan, saçma sapan nutuklar söylenen toplantı/seminer/panel fetişinin bir dalgaya alınması ve saçmalığının sergilenmesi söz konusudur. Edebiyat dünyasından ekonomi dünyasına uzanan bir rituelin açığa vurduğu başka bir olgu, katılımcıların/konuşmacıların çözüm önerileri getirmek yerine daha çok yakınmayı seçmeleri, toplantıları "ağlama duvarı"na dönüştürmeleridir. Çileciliğin bir dışavurumu sayılabilecek bu olguyu da tepkiyle karşılamaktadır Yeni Hayat'ın söylemi. Az sonra yazınsal dizeyde yeniden döneceğim bu noktaya. Son olarak, 'Kırık Kalpli Bayiler' toplantısı vesilesiyle taşra kentlerinin ekonomik/ticari yapısına göndermeler yapılmaktadır.

Burada, yabancı/yerli ekonomi ve sermaye sorununa bakarken Orhan Pamuk'un merkez/çevre kuramı çerçevesinde konuştuğu düşünülebilir. Dünya kapitalist sistemi içinde Türkiye hiç kuskusuz çevrede yer almakta ve dünya kapitalizminin taşrasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, merkezin gücü ve ağırlığı sadece kültürel ve ideolojik düzeyde değil ekonomik düzeyde de kendini hissettirmektedir. Ayrıca, A. Emmanuel, S. Amin vb. kuramcılar tarafından geliştirilen merkez-çevre kuramının içerimleri, ulusal düzlemde de geçerlilik taşımaktadır. Küçük ve az gelişmiş kentler metropol özelliği gösteren kentler (merkez) karsısında ikincil konumda kalmaktadırlar. Bu yüzden, Orhan Pamuk'un pek yakınlık duymadığı anlaşılan kederlerinin ve atıllıklarının mazur görülebilir toplumsal temelleri bulunmaktadır. Pamuk, "bayiler toplantısında uluslararası büyük şirketlerin bayi örgütlerinin şiddetli saldırısı altında gerileyen yerel taşra burjuvazisinin öfkesini sosyolojik olarak söylüyorum" (13) diyor ve bu kuruluşların, ister yabancı ister yerli olsun, "bütün ülkenin caddelerini, meydanlarını birbirine benzetti(ğini) ve yerel kültürü ve burjuvaziyi yok etti(gini) (14) ekliyorsa da, bu doğru gözlemlerin romanda pek ete-kemiğe bürünmediğini ve roman kişileri aracılığıyla pek dile getirilmediğini belirtmek gerekiyor. Kaldı ki, böylesine temel bir sorun'un caddelerin ve alanların reklam panoları ve vitrin düzenlemeleri ile bir örnekleştirilmesi düzleminde ele alınması ve estetize edilerek sunulması var olduğu öne sürülen sosyolojik boyutu küçümsenmeyecek ölçüde sorgulanabilir duruma getirmektedir.

Ayrıca, merkezdeki uluslararası sermaye ile bütünleşmiş bulunan yerli merkezi şirketlerin ortağı ya da taşaronu durumundaki taşra burjuvazisinin ne kadar yok olduğu ya da bu yok olma/bütünleşmeden ne kadar rahatsızlık duyduğu da pek belli değildir. Ve zaten, bunlar romanın iç bünyesinin asal sorunları değil, öykünün güncel kılınmasını da öngören ve sağlayan dekoratif öğeleridir. Aksesuarlar yani. Bir tür semantik/politik fırsat rantı belki de.

 

 

YENİ HAYATIN BİÇİMSEL BİÇEMSEL ÖZELLİKLERİ

Orhan Pamuk'un Türkçe yanlışlarına bu kitabında da rastlanmasına rağmen (bunları belirtmeyi gereksiz ve yararsız buluyorum), ilginç bir romancı olduğunu düşünüyorum. Son kertede, her yazarın dil yanlışları vardır ve edebiyat eleştirmeciliği ile dilbilgisi öğretmenliğini birbirine karıştırmamak gerekir. Bu yüzden Yeni Hayat'ın biçimsel/biçemsel özelliklerine ilişkin gözlemlerimi, ayrıntılara girmeksizin, şöylece özetlemek istiyorum:

Belirttiğim gibi, metinlerarası ve metin-içi göndermelerle kurulmuş bir anlatı Yeni Hayat. Kitap, Yazar (gerçek ve sahte), Yaşam, Ölüm, Aşk, Kaza ve Kader, İnanç ve Akıl gibi kavramlar ve kavram çiftleri üzerinde yoğunlaşan bu göndermeler, bir tek ana düşünceye bağlanıyor bence: Yaşamın ve Gerçekliğin göreceliği. Ve aynı ölçüde geçerli olduğunu düşündüğüm Yaşamın ve Gerçekliğin döngüselliği. Çünkü romanı bir kere sonundan bir kere başından okuduktan sonra iki kez kavrayabileceğimiz üzere Nahit/Mehmet ve Osman adlarını alan anlatıcıyla ve öteki tüm yan anlatıcılarla özdeşleşerek akıl dışı bir düzeni değişik yan öykülerle kat eden üst-anlatıcı, bize ister özöyküsel (Anlatıcının anlattığı öyküde kişi olarak yer aldığı anlatı), ister benöyküsel (anlatıcının ister yaşanmış, ister anımsanmış, ister uydurulmuş olsun anlattığı öykünün kişileri arasında yer aldığı ve olaylar düzeyinde belirleyici bir işlevi olduğu anlatı), isterse elöyküsel (anlatıcının anlattığı öyküde yer almadığı anlatı) biçimler altında sunmuş olsun (15), anlatının bütün olarak söylediği şudur: Her şey yinelenir: Ölüm, Aşk, Umut ve elbet Kitap, Ya da Yazı. Bu döngüselliğe ya da yinelenmeye bir örnek vereyim: Romanın 18. sayfasında hayatını değiştiren" kitabı okuyan anlatı, gece evden çıkıp sokakta dolaşırken "Rıfkı Amca'nın evinin önünde olduğunu fark eder ve bilemediği bir kararlılıkla apartman bahçesini kaldırımdan ayıran duvara çıkar". 231. sayfada bu sayfa yinelenir: Anlatıcı kendini, kitabı "ilk okuduğu gecede yaptığı gibi" sokakta yürürken bulur. 232'inci sayfada ise bir sözcük eksiğiyle ("bilemediği"dir bu) "apartman bahçesini kaldırımdan ayıran duvara çıkar". Aynı sahne betimlenir. Anlatıcı, yani gerçek Osman, "Hayat bir zırdelinin anlattığı saçma sapan bir hikâye değilse (...) Rıfkı Amca Yeni Hayat'ı yazarken rastlantısal görünümlü bütün o şakaların arkasına bir mantık yerleştirmiş olmalıydı" (s.251) derken, bir anlamda zaten ta kendisi olduğu Orhan Pamuk'un mantığını açıklamış olur.

Yazıdadır gerçek yaşam. Ve yazı da bir yinelemedir. İbni Arabî’den olduğunu belirttiği bir tanımlığı (epigraphe) kaydediyor: "şimdi okumakta olduğunuz faslı yazarken buldum kendimi. Ve birden anladım ki şeyhin oğlunun yazdığı ve rüyamda okuduğum fasılla, şimdi benim yazmakta olduğum kitaptaki fasıl birbirinin aynıdır" (16).

Tartışmaya girmeksizin bu döngüsellik ve aynılık düşüncesinin siyasal/ideolojik sakıncalar içerdiğini ya da içerebileceğini düşündüğümü söyleyeceğim. Görüyor ve geçiyoruz daha çok Yeni Hayat'ta. Çünkü bu roman da bir otobüs. Bir seyir ve kaza aracı yani. Ama gerçekten "geçiyor muyuz?". Orhan Pamuk hiç kuşkusuz, kendi romancılık anlayışına ve romancı konumuna uygun olarak, bu sallantılı sorunun yanıtını aşkı da bırakmayı seçiyor. Romancı anlatıyor, gösteriyor, farklı açıdan bir daha gösteriyor, bir daha anlatıyor, çekimleri özneler açısından yineliyor ve çeşitlendiriyor. Yaşamın kendisine benzeyen bir kaos ya da katastrof. Ama bütün Doğu/Batı, İnanç/Akıl, Kader/Kaza, Aşk/Ölüm çiftlerinden oluşmuş/oluşturulmuş sorunsalına rağmen Yeni Hayat, yaşanan tarihsel ana ve güncel sorun bağlamına ilişkin çok şey söylemiyor. Bu düzlemde, yukarıda andığım James Curran'a dayanarak belirttiğim gibi, işi okurun "hazzına" havale etmeyi tercih ediyor. Kitabın başındaki Novalis tanımlığında anımsatılan masal anlatma ve benim öne sürdüğüm haz alma olgusuna yapılan bu vurgu ya da örtük (latent) gönderme, Yeni Hayat'ın, yukarda belirttiğim kendine ilişkin önceden alınmış yaşam güvencelerinden bir başkasını oluşturuyor sanki. Döngüsellik ve Yazmak sorunsalına ilişkin bu yazı çerçevesinde son bir değinme yapmak istiyorum: Simgesel (kimi zaman da mekânsal ve kişisel) yinelemeleri ve göndermeleri sadece metnin içinde değil Orhan Pamuk'un romanları bağlamında da ele almamız gerekiyor. Örneğin Yeni Hayat'ta, durmadan yinelenen otobüs kazalarının ardında bıraktığı ölüleri, o parçalanmış kafataslarını, o kan içindeki yüzleri bir tür sado-mazoşistlik duygulanım içinde seyreden, her birinde "kendi Ölümünü gören" ve bunları anlatım düzleminde estetize eden anlatıcının "bir anda hayatımın hiç düşünemeyeceğim kadar zenginleştiğini anladım" (s. 10) cümlesi ile Beyaz Kale'nin anlatıcısının su sözleri arasında koparılamayacak bir bağ olduğunu düşünüyorum. "Ölenlerin ve ölülerin arasında gezinirken, yıllardır hayatı bu kadar sevmediğimi düşündüm" (s. 16).

Postmodern anlatı, geçmişi sadece bir alıntı kaynağı olarak görür ve tarihsel içeriğini yansılama (parodie) ve benzekleme (pastiche) düzeyine indirirken anımsama sürecinin hayatiyetini de yıpratıyor. Bu tür bir geçmiş hiçbir hayırlama isteği uyandırmıyor insanda: Olan olmuştur. Daha da ötesinde: Aslolan metindir. Geçmiş olsun ve geçmiş olacak metin. Bir kalemde (ceffelkalem) Orhan Pamuk'a atfetmiyorum elbet, ama bu türden bir yazın anlayışının (her yazın anlayışının son kertede bir dünya görüşüne eklemlenmiş olduğu ya da eklemlenmiş olması gerekeceği düşünülürse) tartışılabilir felsefi ve siyasal/ideolojik içerimleri olabileceğini belirtmek istiyorum.

 

YENİ HAYAT'TA BİREY VE ÖZNE

Tarihi dönüştürebilecek Özne'nin Olumsallığının tartışmasına girmeyeceğim burada. Ama kolektif ve bireysel öznenin yok olusunu ima etmiş, bundan kaygılanmış asıl çığır açıcı tüm modernist yazarların (Kafka, Beckett, Joyce, lonesco vb) Balzac, Stendhal, Dosteyevski'den farklı olmakla birlikte, bir başka tür Özne'yi öngördüklerini sanıyorum. K. ya da Joseph K. sadece başka öyküleri anlatan anlatıcılar değillerdir, öykülerini yaşayanlardır. Bu 'yaşamak' kavramının Lukacs'ın "uçurum otelinin müşterileri" olarak nitelediği modernist yazarlarla eleştirel gerçekçi yazarları teknik acıdan değilse de felsefi/siyasal açıdan bir ortak paydada birleştirdiği düşünülebilir. Asıl sorun, yürürlükteki toplumsal formasyonun eleştirilmesidir ya da daha yumuşak bir deyişle sorgulanmasıdır. Buradan bakıldığında yaşadığı aristokratik dünyada yükselmek için (ki özgürlüktür bu bir bakıma), mürailikten ve kötülükten başka yol bulamayan ve sonunda darağacına giden Stendhal'in kahramanı Julien Sorel ile Beckett'in ölmek üzere olan annesini görmek için yola çıkan ve yolunu yitirerek bir çukurda canveren kahramanı Molley arasında en azından ölümsüzlük kategorisi düzleminde bir kopmaz akrabalık vardır. İster benöyküsel ister elöyküsel düzlemde anlatılmış olsunlar, Stavrogin ya da Anna Karenina romanlarda birey olarak belirirler.

Orhan Pamuk'ta Bireyin ya da Özne'nin yok olusuna ilk kez Beyaz Kale'de rastlamıştık. Öykü bir anımsamadan ve bulunmuş bir metinden alıyordu gücünü. Raskolnikof vah bir kahramanın öngörülmesi söz konusu değildi elbet, ama modernist anlatının en önemli adı Beckett'in Moloy'u ya da Malone'u da öngörülmüyordu. Olumlu ya da olumsuz saçma ya da sorunlu birey devre dışı kalıyor, metni olaylar ve romanın kendi tarihsel / toplumsal/siyasal ve ruhsal/kültürel ortamı ve örüntüleri değil, yazıya ve yazmaya ilişkin göndermeler, başka metinler, konuşmalar aracılığıyla kurulan ve kitaplar düzleminde konumlandırılan ikizlik sorunsalı önemli kılıyordu. Bu "ben'in sen", "sen'in ben" olması sorunu her şeyin bir ikizinin bulunabileceği düşüncesi, Pamuk'un yapıtlarının önemli katmanını oluşturuyor. Kara Kitap ile ileriye bir adım daha attık: Adları olan ama bireylikleri olmayan, tanımlıkların, alıntıların, yansılamaların ve bezeklemelerin altında ezilip giden, kendilerinin bile kendilerine inanmadığı figürlerle karşılaştık. Anlatısal/içeriksel hamule belki de gereğinden fazla yüklüydü elbet: İstanbul'un batısının betimlendiği bölümde sergilenen ekolojik/kültürel felaket öngörüsünden İslam gizemciliğinin örtük yüceltilmesine, Babıali'nin kolayca tanınabilir simaları aracılığıyla yansıtılan basın mensuplarının cehaletine ve vahşi bireyciliğine birçok eleştirel yaklaşım geliştiriliyordu. Ama anlatım düzeyinde zaman zaman sağlanan sanatsal başarıya rağmen, bu eleştirinin roman kişileri aracılığıyla, onların edimlerinde ve söylemlerinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği başlı başına bir sorun oluşturuyordu.

Aynı sorun'un Yeni Hayat içinde geçerli olduğunu düşünüyorum. Roman kişileri yok bu kitapta. Daha çok üst-anlatıcının (yani, Orhan Pamuk'un) kendisinin sözcükleri kıldığı figürler tarafından dile getirilen düşünceler var. Hiç kuskusuz, her anlatıda kendisini temsil eden kişiler üretir yazar. Ama bu özneler yaşadıkları, özgürce davrandıkları, davranabildikleri ölçüde düşünceleri ete-kemiğe bürünebilir. Türk yazınında geleneksel kahramanın ölümünü ilk haber veren romancı Peyami Safa'dır. Ama nerdeyse tezli bir yapıt olan Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'nda Peyami Safa'nın kendisinin temsilcisi ya da sözcüsü kıldığı Ferit bile, Yeni Hayat'ın üç kimlikli (Osman/Mehmet/Nahit) anlatıcısından sanki daha çok hakiki ve yaşıyor gibidir. O otobüsten bu otobüse, o kazadan bu kazaya sürüklenip giderken, herkes birbiri olurken, (örneğin gerçek Osman olan romanın anlatıcısı, "ben bir zamanlar başka biriydim, o başka biri de ben olmak isterdi" -s.60- diyorsa, "Mehmet'in öteki hayatına gidiyorum" diyen Canan, "Ama o öteki hayatında Mehmet değil başka biriydi" diye konuşur- s.75-) ve romanın zamansal düzleminde tek bir olay ve tek bir ana fikir yinelenirken yani son çözümlemede hiçbir şey olmazken, okur yaşamın ve gerçekliğin bir nafilelik olup olmadığını düşünmeye başlar.

Kimin yaşadığını kimin olduğunu çıkaramaz hale gelirken, kimin kim olduğunu ya da kimin kim olmadığını birbirine karıştırırken, tam da anlatıcının vurguladığı üzre, "tuhaf bir hafıza kaybına" (s.257) uğradığımızı sezinleriz. "Kırık kalpli Bayiler" örgütü de, Dr. Nadir'in o saat adları verilmiş ajanlarının birbirlerini hem tamamlamayan hem nakzeden raporları da gerçekliğin bir vehim olduğu duygusunu besleyip durur içimizde. Osman, Mehmet, Nahit, Canan, Rıfkı Amca, Dr. Nadir birer birey olarak bir türlü beliremezler, merkezi figür, o büyük Masalcı'dır. Yani yazar. Ama bilmemiz gerekiyor: Tarihin Sonu'ndayız ve 'Büyük Anlatılar' gibi Birey de ölmüş bulunuyor.

"Asılları değil" ama "onların siyah beyaz fotokopilerini sevdiğini düşündüğünü" (s.245) söyleyen anlatıcıyı kendisinin sözcüsü kılmış olan Orhan Pamuk, büyük harfle yazılan Kitap'a ilişkin bir kitap olan Yeni Hayat'ta acaba bütün o kültürel/yazınsal ve toplumsal/siyasal yan göndermeler (bayiler, başka örgütler, cinayetler vb) aracılığıyla başka bir anlamlama mı yapmak istiyor, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Romanı ya da anlatıyı (Roman ile Anlatı aynı çerçeveyi ima ediyorlar mı acaba?) belirleyen temel düşünce, gündelik yaşamımızı etkilemiş ve etkilemekte olan bir düşüncenin yapı-bozumuna mı yönelik acaba. Bence Orhan Pamuk, Kitap'a inanma sorununu tartışmaya açmak istiyor ya da açıyor. Daha da ötesinde ve doğru ya da yanlış, yaşamın önceden verili bir özü olduğu düşüncesine karşı çıkıyor ya da çıkmak istiyor: Mehmet/Nahit/Osman (hangisiyse) şöyle diyor örneğin: "Hepimizin taklidi olduğu bir asil, bir anahtar, bir söz, bir köken aramak boşuna" (s.213).

Kitap'ı kutsallaştırırmış gibi görünen bir kitabın kitap üzerinde kuşku yaratması tuhafımıza gitmemeli. Çünkü her toplumsal, kültürel, siyasal, ideolojik kategori çifte eklemli olarak sunulmaktadır bize. Kitabın "verecek hiçbir sırrı olmadığını" (s.210) öğrenen Mehmet'e katılmaktadır benzeri ya da ikizi olan anlatıcı Osman. Kutsallaştırılmış metin anlayışına karşıdır. Şöyle demektedir: "Bir kitaba inançla bağlanmış her sıradan genç gibi ihtiyar yazarı sorumsuzluk, döneklik, hainlik, korkaklıkla suçlamıştı" (s.210). Kitabın ciddiye alınmasına daha da sertlikle bakan cümleler var: "Kitapları hep altını çizerek okuyormuş keriz" (s.225). Söylemek gerekir: Hep Meleklerle uğrasan anlatıcının bu sayfaya gelininceye kadar kullandığı dile ve biçime pek uygun düşmüyor "keriz" sözcüğü.

 

BÜTÜN KİTAPLARDAN ÇIKMIŞ BİR KİTAP 'YENİ HAYAT'

Mutlu çocukluk günlerimizin içlerinden maniler çıkan 'Yeni Hayat' karamelaları, "uluslararası büyük şirketlerin meyve esanslı, bol reklamlı ürünleri ve televizyonda güzel dudaklı bir Amerikan yıldızının bunları çok hoş bir şekilde yemesiyle birlikte" (s.253) ortadan kaybolup giderken ve karamelaların içinden çıkan manilerin yansıttığı bir zamanların duyarlığı da tıpkı yerli manifaktür ürünleri gibi yok olurken, değişen yaşamın önümüze koyduğu nedir? Melekler nerededir? Hıristiyanlığın ve İslamiyet'in melekleri? Rilke'nin Duino Ağıtları'ndaki meleklerinin İslamiyet'in meleklerine "yakın olduğunu" belirtmesi (s.244) ne anlama gelmektedir? Bütün bu göndermelerin söylemsel düzeyde açıklayıcı bir işlevi olduğunu öne sürmek olası mıdır? Vahiy Meleği olarak bilinen Cebrail'in Levh-i Mahfuz'u açıklayacak olması gibi yazarda yazılı olanı açıklamaya mı hazırlanmaktadır? Yazıdadır her şey. Kitap'ta şöyle denilmiştir zaten "size koruyucular memur edilmiştir, büyüktür onlar, yazarlar, bilirler ne yaparsanız" (al-İnfitar Suresi, LXXXII, 0-13). Ama her şey yazıysa, yazıdan başka şey yok demektir. Söylenmişti zaten: "Bütün kitaplardan çıkmış bir kitap" (s.244).

Dolayısıyla her şey, aralarında bir eklemlenme gereksinimi duyulmadan yan yana getirilebilir: Tasavvuf ile Siyaset, Dante'nin Yeni Hayat'ı ile Çizgi-roman, içrekçilik ile ironi vb. Kurmaca düzleminden gerçeklik düzlemine, gözlemden eleştiriye kolayca geçebilirsiniz: "Ağır ağır, efendi efendi rakı içiyorlardı ve duvarlardaki tren resimleri, yurt manzaraları, artist fotoğrafları arasındaki çerçeveli fotoğrafından Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına Cumhuriyet'i emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu." (s.211).

 

SOFİSTİKE BİR YAZAR

Belirttiğim gibi her şeyin birbirine dönüştüğü, birbirine gönderdiği bir anlatı Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ı. Kurduğu tuzakları, labirentten çıkış için bıraktığı izleri keşfetmeyi sürdürmekteki ısrarını koruyabilen okur, tam anlamlandırmasa bile, şu ya da bu epizotundan ya da tamamından haz alacaktır bu kitabın. Gitgide sofistike bir yazar olmaya başlayan Orhan Pamuk, kitabın içinde bir eliyle verdiğini öbür eliyle alır ve bu işlemi sürekli yinelerken, elbette ustalık göstermektedir. Ama belki Kara Kitap'ın bazı tatsız anılarından kaynaklanmış olan bir sinirliliği gözleniyor Yeni Hayat'ta. Şu satırlarında hem kendi roman anlayışının özetini hem bu sinirliliğinin dışavurumunu görmek olası:

"Boşa gitmiş kırık ve kederli hayatlarını Cehovcu denilen bir ustalıkla estetikleştiren, hayatlarının sefaletinden böbürlene böbürlene bir güzellik, bir yücelik duygusu alan okurlar için üzülür, bu okurların teselli ihtiyacını karşılamayı bir kariyere dönüştüren işbilir yazarlardan da nefret ederim.(...)

Bize durmadan yaralarını ve acılarını teshir eden bu kahramanları Cehov'dan kabalaştırarak araklayıp başka coğrafyalar ve iklimlerde bize sunan yazarlar aslında ağız birliğiyle şunu demek isterler: Bakın bize, yaralarımıza ve acılarımıza bakın; biz ne kadar hassas, ne kadar ince, ne kadar da özeliz.

Okur, işte bu yüzden, senden hiç de daha hassas olmayan bana değil, anlattığım hikâyenin şiddetine, benim acılarıma değil de dünyanın acımasızlığına inan. Hem zaten, roman denen modern oyuncak, Batı medeniyetinin bu en büyük buluşu, bizim işimiz değil. Bu sayfaların içinde okurun benim sesimi kart kart duyması da, artık kitaplarla kirlenmiş, iri düşüncelerle bayağılaşmış bir düzlemden konuştuğum için değil, bu yabancı oyuncağın içinde nasıl gezineceğimi hala bir türlü çıkaramadığım için" (ss.226-227).

Peki, ama Yeni Hayat'ta Ziya Gökalp'ın "modern millet için öngördüğü dil, din, ahlak, hukuk bir de iktisat birliği" düşüncesinin de başka siyasal/kültürel yaklaşımlar arasında eleştirel boyutta tartışıldığı nereden çıkarılıyor.? Çünkü bu sosyolojik göndermeleri yaptığını öne sürüyor Orhan Pamuk (17). Şunları söylüyor: "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan insanları daha derinden, daha sistematik ve aslında daha materyalist, Ziya Gökalp'ın ilkelerinden daha kuvvetli ve sağlam bir biçimde birleştiren başka bir şey varsa beyaz eşya, yiyecek, turizm, mobilya, otomobil şirketleri ve devlete bağlı tekel gibi kuruluşların Türkiye çapında ördüğü bayiler örgütü. Yeni Hayat'ta bazen ciddiye alarak, bazen hafifçe iğneleyerek anlattığım bayiler örgütlerinden söz ettiğim anlaşılmıştır."

Doğru, Yeni Hayat'ta "yarı ciddiye alınarak" ve "yarı eğlenilerek" her şeyden söz ediliyor: Tasavvuftan, Kaza ve Kader'den, Ölüm ve Aşk'tan, Varlık'tan ve Yokluk'tan. Dolayısıyla biraz biraz söz edilen, su ya da bu vesileyle değinilen bütün bu olgulara roman dışında felsefi, sosyolojik, ekonomik, politik açıklamalar ve yorumlar getirmek son derece olanaklıdır. Sorun, bu olguların anlatının çeşitli epizotlarında simgesel ve eğretisel düzlemde görünür kılınıp kılınmadığında yatıyor. Doğrusu, "kelimelerin ötesinde yer alan ülkeyi yazının ve kitabın dışında aramak boşuna" (s.208) diye uyarıda bulunduktan ve daha romanın başında "okursan eğlenirsin, inanırsan hayatın kayar" (s.29) denildikten sonra, romanın dışında bu türden sözel ya da yazılı gerekçeler öne sürülmesini, açıklamalar yapılmasını pek anlayamıyorum. Burada, yazının sadece yazıdan çıkamayacağına ve romanın/sanatın haz almanın ötesinde de bir işlevi olması gerektiğine ilişkin örtük bir kaygı ya da kuşku belirtisi mi görmeliyiz acaba?

Bence, siz Orhan Pamuk'un konuşmasına inanmadan okuyun Yeni Hayat'ı. Kendi kurgunuz doğrultusunda yorumladığınız ölçüde daha çok eğlenirsiniz.

1)  Anan J. Curran, 'Kitle iletişimi Araştırmasında Yeni Revizyonizm: Bir Yeniden Değerlendirme Çabası', 'Medya, İktidar, ideoloji içinde, s.352. Der ve Çev: M. Küçük Ark Yayınları, 1994.

2)  A.g.y.

3)  A.g.y.

4)  Milliyet, 14/11/94.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi