Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SAFAHAT'TAKİ MANZUM HİKAYELER


Mehmet Âkif yaşadığını yazan şâir, ilhâm kaynağı, Yüksek hayaller değil, realite. “Ben şiirde hayâle dalmam, her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim.” diyor. Manzum hikâyeleri onun bu söylediklerini doğrulamaktadır. Bir beytinde:

Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim,

Diyen Akif, görüp de duymaktan yanadır. Onu böyle düşündüren belki de yaşadığı çevredir. Fatih'in Sarıgüzel semtinde yaşayan orta halli bir ailenin çocuğudur. Çocukluğu ve gençliği sıkıntılar içinde geçmiş, Türk- Müslüman muhitinde, ezan sesleri arasında, geleneklerine bağlı olarak yetişmiştir.
Manzum hikâyelerinin kahramanları, onun çevresinin insanlarıdır. "Bakacak kimseciğim yok” diyen Seyfi babalar, analar, rengi soluk yetimler, meyhanede kocasını arayan kadınlar, hasta öğrenciler, basık evler, insanları çürüten kahvehane ve meyhaneler onun için üzüntü kaynağıdır. Bu yönüyle Âkif, edebiyatımızın ilk sosyal- gerçekçi şairidir. Belki de o günden beri bu konuları aynı samimiyetle dile getiren bir başka şairimiz olmamıştır. Servet-i fünûncular, devrin modasına uyarak, realist, acıklı manzum hikâyeler yazmışlardır, Tevfik Fikret, Boğazın tepelerinde İstanbul’a romantik bir gözle bakarak Balıkçılar, Hasta çocuk ve Hasan’ın Gazası’nı yazıyordu. Âkif ise, manzum hikâyelerinin konularının bir kısmını kendi hayatından (Hasta Seyfi Baba, Köse İmam), bazılarını şehir hayatının acıklı aksayan taraflarından (Küfe, Meyhane, Mahalle Kahvesi) almıştır. Kocakarı ile Ömer, Dirvâs, İslâm dünyasının eski ve celâdetli çağlarını anarak, halkı o değerlere yöneltmek isteyen hikâyelerdir.

HASTA: Veremli bir öğrencinin, idare ve doktorlar tarafından nasıl ihmal edildiği, veremin son noktasına kadar getirildiği, bir şefkat kucağı bulamadan okuldan çıkarılıp yoksul bir köşede ölüme terkedildiği anlatılmaktadır. Olay Halkalı Ziraat Mektebinde geçer. Duygulu seçkin bir öğretmen olarak çocuklarına olan sevgisini, tutkunluğunu dile getirir. Aynı zamanda toplumun kanayan bir yarasına da parmak basar. Yatılı okullar, kimsesiz çocukların yurtları, azaldığını varsaysak bile, yine de buna benzer hadiseleri üzüntüyle görmekteyiz.
-- Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş azıcık dindiği...
- Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu...
Üç buçuk yıl katlandı bu mektep, üç gün
Katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün?
O kadar sa’y-i beliğin bu sefalet mi sona?
Biri, evvelce söylemiş olsaydı bana,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mâzimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, yârabbi,
(Sa’y-i beliğ: Canlı ve kudretli çalışma)

KÜFE: Âkif, çocuk meselesi üzerine eğilen ilk şairimizdir. Çocuk konusunda gerçekçi olduğu kadar, yapıcıdır, onarıcıdır, teklifler söylemektedir. Bunun en canlı örneğini "Küfe’de” görürüz. Okuma hasreti içinde bulunduğu halde okuyamayan, fakirlik dolayısıyla küfe taşımak zorunda kalan bir çocuğun hali, varlıklı kimselerin bu durum karşısındaki kaygısızlığı dile getirilir.

O sâlharda, harab evlerin saçaklarına
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarıma
Delilimin koca bir ey takıldı... Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Acep kimin? Derken:
On üç yaşında bir çocuk gelip öteden,
Gerildi tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle,
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi...
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnın teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendini, kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip, büyütmelisin.
--Küfeyle öyle mi?
Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek.
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan,
Ne oldu şimdi acep, kim bilir, zavallı Hasan?

SELMA: Bu hikâyede, yanlış tedavi sonunda ölen ve bir yakını olan çocuğun halini, anne ve babasının ızdırabını dile getirmektedir.
—Görme, Akif’im, çocuğu!
Senin değil, yedi kat ellerin yanar ciğeri
Ölüm döşekleri üzerinde görse yavrucağı.
“Şükür bugün azıcık farklıdır diyorduk dün...
O penbe penbe yanaklar kireç kesildi bugün!’’
Filân hekim dediler, geldi, baktı, anlamadı
Ne çare hükm-ü kader âkıbet zuhura gelir,
Cenaze şekline girmekte böyle faide ne?
Senin bu yaptığın Allah'a karşı isyandır
Asıl, felakete sabreyleyenler insandır...

BAYRAM: Akif’in çocuğa bakışı çok yönlüdür ve çocuk ruhundan iyi anladığı dikkati çekmektedir. Kendi çocukluk günlerini çok güzel tasvir eder. Fatih’teki "Bayram yeri” küçük bir çocuğun hayranlığı, hayreti, neşesi ve tecessüsüyle canlı olarak anlatılır. Bayram yerini dolaşan çocuğa çekici gelen unsurları şiirde bulabiliriz. Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar, ikinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar,
Biraz gidin: kocaman bir çadır... önünde bütün,
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek içûn
Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var?
“Caponya’dan gelen, insan suratlı bir canavar!”
--Muhallebim ne de kaymak!
-Şifalıdır mâcun!.
Simid mi istediğin ağa?
— Yokmuş onluğum, dursun.
O başta: kuskunu kopmuş eğerli düldüller
Bu başta: paldım düşmüş semerli bülbüller!
Baloncular, hacı yatmazlar, fırıldaklar,
Horoz şekerleri, civciv öten oyuncaklar;

Aşağıya tamamını alacağımız "Bebek” adlı hikâyesinde, Akif’in çocuk ruhunu çok iyi tanıdığı, kardeşler arasındaki küçük kıskançlıkları ve onların oyuncakla içli dışlı oluşlarını göreceğiz. Bebeğin, çocukların, kırılmış bebeğin tasviri İstanbul Türkçesinin en güzel ifadesi ile yapılmaktadır.

BEBEK
Bizim Cemîle Ferîde’yle bir sabah gelerek
“Unutma beybaba, akşam birer hotozlu bebek,
Getir, kuzum...” dediler. Ben de kızların keyfi
Kırılmasın diye reddetmedim şu teklifi,
Kiraz dudaklı, üzüm gözlü, inci dişli, iki
Edâlı yosma getirdim. Aman o akşam ki
Sevinme hâlini bir görmeliydi yavruların!
Durup oturmadılar hiç; dedim: "Yatın da yarın
Bütün gün oynayınız...” Nerde! Kim yatar? O gece,
- Yemekte sızmaya me’lûf olan -Feride’mce,
Kabul olunmayacak söz olursa, yatmaktı.
Yatar mı hiç? O nasıl hisli bir yumurcaktı.
Ferîde’nin yaşı beş yok; Cemîle’ninki yedi;
$u var ki, abla hanım pek hanım tavırlı idi.
Büyük kız oynadı bir parça, sonradan yattı;
Küçük sabaha kadar hep bebeğini hoplattı.
Ne ninniden alıyormuş, ne öyle hoppaladan...
"Işıl ışıl bakıyor â! Bebek değil, afacan!”
Sabaha karşı tükenmiş mecâli yavrucuğun;
Mışıl mışıl uyuyor... Değmeyin aman uyusun.
Benim bulunmadığım bir zamanda kız uyanır;
Bebeği uyutmak için evde üç saat kapanır.
- Aman da pek yaramaz, uyku sıçramış başına.
Bakın beşik de getirdim, bakın yatar mı şuna?
Yatar mısın seni maymun? Kapar mısın gözünü!
Acık da dinlesen olmaz mı annenin sözünü;
Kapandı işte gözün... Oh, şimdi artık yat!
Bebek ne yaptı bilinmez ki, sonradan, pat pat,
Dayak sadâları akseylemiş öbür odaya.
Güzel güzel uyumuş olsa kız da dövmez ya.
Gelince akşama, baktım, Feride pek düşkün.
Durur mu ablası? Ben sormadan atıldı:
— Bugün
Ne yaptı, beybaba, bilsen... Zavallıcık bebeğe?
- Ne yaptı?
- Dövdü bir âlâ, sonunda kırdı.
- Neye?
- Bilir miyim, ona sor... Kız, getir bebeğini hadi!
Feride kaçtı yanımdan, getirmek istemedi.
Çiçek çıkarmışa dönmüş, getidiler ki, yüzü;
Birer kafes gibi kalmış o kuş bakışlı gözü.
Başında saçtan eser yok, ayak topal, kollar
Omuzdan oynamıyor, kim bilir ne illeti var?
O kanlı canlı bebek şimdi işte bir kötürüm...
- Bu ölmüş artık ayol, göm götür de, hem ne ölüm?
Feride kaldı bebeksiz, Cemile’ninki fakat,
Güzel güzel duruyor; olmuyor ne kör, ne sakat.
Günün birinde beraberce oynuyorlarken,
Alıp Feride hazin bir niyâz tavrı hemen:
- Bebeğini ver, acıcık oynayayım, kuzum abla!. .
Demez mi? Kız ne diyor?... Gâliba:
- İnâyet ola!
Verir miyim sana ben hiç bebeğmi, yağma mı var?
- Hasislik etme, kızım ver!
- Alırsa sonra kırar.
- Nasıl kırar a canım? Etme oynasın, veriver!
- Olur mu beybaba?
- Elbet olur.
- Kırarsa eğer?
Yarın sabah sana ben başka bir bebek alırım.
Bizim müdâhaleden sonra, "oyna al bakalım!...”
Deyip Ferîde'ye kerhen uzattı kız bebeği.
Ferîde’nin yüzü gülmüştü, baktım, iyden iyi.
Sevindi, oynadı, lâkin bir müsteâr sürür
Süreksiz oldu.
- Ver artık!
- Acık daha ne olur?
- Bakındı bey baba?
- Kız, ver de sonradan yine al,
Mal olmaz insana, âdet değil, emânet mal.
Tekerrür etti birazdan şu yolda aynı niyaz:
- Bebeğni ver yine olmaz mı? Oynayım.
- Olmaz!..
Ben iltiması diriğ etmedim ikinci sefer.
- Çok oldu bey baba, ya! Sonra her zaman ister!
- Demin de aldı, hemen verdi, içlenir, yapma!
Sen ablasın ne kadar olsa...
- Başka vermem ama,
Çabuk verirsen eğer al da oyna, kız, haydi...
Ferîde’nin bu sefer keyfi pek yolundaydı.
Epeyce dandiniler yaptı, hayli hoplattı;
Bebek kolunda, hasırlarda bir zaman yattı.
Fakat ne çâre! Gelip çattı vakt-i istirdât.
Kızın nazarları beyhûde etti istimdât.
Cemile istedi ısrâr edip emânetini,
Çocuk da verdi, fakat görmeliydi hiddetini!
Büyük kızın eziyordu gurûr-u ma’sûmu,
Bebek elinde gezerken, şu tıfl-ı mahrûmu.
Ağır gelir ona elbette karşıdan bakmak.
Sokuldu bak yine, hiç şüphe yok ki: yalvaracak,
“Bebeğni ver” diye, lâkin ben eylemem ibrâm.
Hayır, değil bu edâ, bir edâ-yı istirhâm:
“Bebeğmi ver!’’ demesin mi üçüncüsünde kıza?
Meğer hukuk da bilirmiş bakın şu saygısıza!..

MAHALLE KAHVESİ: İnsan ruhunu çökerten toplumun kanayan yarası kahveler.. Yüz yıllardır kanayan bu yaraya köklü bir çözüm bulunamadı. Kiriyle- dedikodusuyla, küfürcüyle, tembel insanlarıyla hâlâ yaşıyor. Bugün yargılanan teröristlerin çoğunu barındıran kahveler hâlâ açık. Kim bilir, terörle yok edemedikleri gençliği uyuşturucu ile yok etmeye çalışıyorlar. Belki isimleri değişti. Diskotek dendi,
“Mahalle kahvesi’’ hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın elverir bu perde pek kanlı!
Hayır, bu yerde, bu şarkın bakılmayan yarası;
Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası;
Mahalle kahvesi Şarkin harîm-i kaatilidir;
Tamam, o eski batakhaneler mukabbilidir.
Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür.
Kış uykusunda mı geçmişti ecdâdın?
Hayır, o nesl-i necibin, o şanlı evlâdın,
Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine;
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
Fakat biz onlara âit ne varsa elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!
— Nedir elindeki yâhu?
-- Ceride.
-- At şu pisi.
-- Neden?
-- Yalan yazıyor, oğlum, onların hepsi.
Tavanın pervazı atfındaki toprak yuvadan
Bakıyor bunlara, yan yan, iki çift ince nazar:
“Ya sizin bir yuvanız yok mu?" diyor anlaşılan,
Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar...

MEYHANE: Âkif her meselede köklü çözümden, kalıcıdan yanadır. Milleti kurtaracak Âsım'ın neslidir, ilmi ile irfanı ile mükemmel dünya görüşü ile kurtarıcıdır. Meyhaneler-kahvehaneler, miskinlik yuvasıdır. Tembelliğe karşıdır. "Nedir üç dört alın, bir yurdu alnından boşansın ter” derken, meyhanelerin ve kahvehanelerin kapısına kilit vurulmasını ister, insanlık ruhunun şarap
Dalgaları ve sigara dumanları arasında mahvolmasına dayanamaz.
-- Sar be yoldaşım cigara...
— Aman bizim Baba Arif susuz muşuz içiyor!
— Onun bi dalgası olmak gerek: tünel geçiyor.
— Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicik sızarsın ha!
-- Sızarsın mis gibi yer, yapmamış âdem değil a.
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
-- Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık...
-- Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
—Ben anladım işi: sen komşu, iyice serhoşsun:
Ayıltınız şunu yahu!
— ilişmeyin!
— Bırakın!
Herif ayıldı mı bilmem, düşüp bayıldı kadın!

KÖSE İMÂM: Çocuk meselesinde olduğu gibi, kadın meselesinde de gerçekleri dile getirmeye çalışır. Mey hane hikâyesinde ki aile faciası da aynı tema üzerinedir. Kocasından haksız yere müthiş bir dayak yiyen kadın, soluğu Köse İmâm’da alır. Olanları anlatır. Kadının kusuru; kocasına "üstüme evlenme" demesidir.

Size halt etme düşer.. Döğmüş isem kendi karım.
Keyfim ister döverim, sen diyemezsin: “Dövme!"
Bu, tecavüz sayılır doğrusu haysiyyetime...
- Hangi haysiyyetin, oğlum? O da varmış desene.
Sıktı akşam “edemem, üstüme evlenme!” diye.
“Ne demek! Dörde kadar evlenir erkek” demeye
Kalmadan başladı şirretliğe.. Kızmaz mı kafam?
Ya şeriat ne için
Bize evlenmeyi ta dörde kadar emretsin?
İki akşam ne çıkar saye-i hürriyette
Boşamışsam canım ister boşarım elbette
İşte meydanda kitab, hem alırız hem boşarız.
-- Dara geldin mi şeriat! Sus ulan izansız!
Ne zaman camiye girdin? Hani tek bir hayrın!
Tek kadın çok sana emsal olan erkekler için.
Hani servet? Hani sıhhat? Ne ararsan mefkûd;
Tamtakır bir kese var ortada, bir sıska vücûd!
Dinledin, gördün a oğlum. Ne bozuk terbiyemiz
Ne yapıp yapmalı, insanlığı öğretmeliyiz.
Ne kadınlar, ne sefalet doğuranlar görürüz
İşte binlerce çocuk, hem baba sağ, hem öksüz!
Üç sınıf halka içim parçalanır hem ne kadar!
İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler bunlar
Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan.
Bu cehâlet yürümez; asra bakan: asr-ı ulûm
Başlasın terbiyemiz ailelerden oğlum.
Sade hürriyeti i’lân ile bir şey çıkmaz
Fikr-i hürriyeti hazmettiriniz halka biraz.

SAİD PAŞA İMAMI: Akif bu şiiri 1931’de Hilvan’da yazmıştır. Şiirin altında şu not vardır: “Ahlâkı da sesi gibi İlâhi olan bu adamı çocukluğumda bir kere dinlemiştim.” Sultan yalısında büyük bir mevlid toplantısı vardır. Fakat meşhur mevlidhan istenilen vakitte gelmez. Valide sultan kızar. Mevlide onsuz başlanır. Mevlid bitince imam, bir köhne kayıkla gelir. Valide sultan sitem eder. Henüz akşamdı ki gelsem diye düştüm de yola yürüdüm haylice... derken, hele sen kısmete bak: öteden karşıma bir yaşlıca hâtûn çıkarak:

"Göğsün imanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama red deme ki zâten beni mahvetmiş ölüm,
Bir pişman anayım dağ gibi evlâd gömdüm!
Kızımın cânı için, barî bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam diyorum kendimce
Nasıl etsem? Okuyan çok ya... benim yufka elim
Hocasının elbet okursun: hadi oğlum gidelim.
Ne olur bir yorulursam, hadi bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki rızâ-en lillah,
İki dünyâda aziz eylesin Allah da seni...”
Hâtunun sözleri divaneye döndürdü beni;
Ne saray kaldı hâyalimde ne sultan ne filân...
“Çile dolsun yürü öyleyse dedim, oldu olan!"
Size yüzlerce adam mevlid okur benden iyi,
Ama biçareye kızın bağrı yanık anneciği,
Yoklasın merdini nâmerdini insan diyerek,
Eli yüzlerce heyülâya değip boş dönecek,
Fukâranın seneler belki siler göz yaşını,
Hangi taş pekse hemen vurmaya baksın başını,
Elin evlâdın yanmaz parasız bir kimse...
Çâresizdim sizi bekletmede... beklettimse.
- Hoca! der, Valide Sultan, beni ağlatma, yeter
Yeniden mevlid okursan dâ’va da biter.

HASIR: Hikâyede bir aktar dükkânı canlı olarak anlatılır. Zencefil, çöreotu okunmuş tiryak, ne ararsan bulunur. O arada gelen biri, hasır ister. Beş aydır hasta yatan kimsesiz bir kadın ölmüştür. Hasırı onu sarmak için alırlar. Fakirlik -yalnızlık neme lâzımcı insanlar... Bir anda Akif, için ölüm belki de kurtuluştur.

Gözümde iç yüzü derhin; yığın yığın zulümât!
Bulunduğum o mukkassi mahalden ayrıldım.
Bu perde bitti mi? Heyhât! Atmadım bir adım,
Kı ruhu eylemesin böyle bin facia harâb!
Hâyat namına, Yârab, nedir bu devr-i azâb?

SEYFİ BABA: Seyfi Baba yaşlıdır, kimsesizdir. Geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır. Soğuk bir günde kiremitleri aktarmak için çağırılar. Dam aktarılır ama Seyfi Baba da üşütür. Akif, o geceyi Seyfi Baba’nın yanında geçirir. Hastanın içtiği ıhlamurlarla biraz rengi yerine gelmiştir.

Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene,
Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu Fakir âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki: tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Yaşadığı süre içinde kendi için paranın yokluğunu üzüntüsünü duymamıştır. Bir pardösü alacak parası yoktur. Ne çıkar? Yağmurlu havada sokağa çıkmaz. Ya Seyfi babalar? Onlara yardım etmek gerektiğinde çaresiz kalır. Parası olan insanlar, hamiyetli olsaydı, belki de Akif bu kadar üzülmezdi.
DİRVAS: Emeği hükümdarı Hişam devrinde, üç yıl karanlıktan ekin olmaz. Çölde Bedevilerin çoğu açlıktan ölür. Kabile şehleri Hişam’dan yardım istemeye karar verirler, öyle ya, mademki halife, öyleyse çare bulmalı halkın derdine. Huzura kabul edilirler. Dirvas bir çocuktur, ama büyüklerle oda içeri girer. Heyecanla söze başlar. Hişam çocuğu azarlar.

Der: Sus a çocuk, büyük dururken,
Söz sâdir olur mu hiç küçükten?
Dirvâs o zaman kelâmı tekrar
Teshir ile der: “Nedir bu âzâr?
Mikyası mıdır zekâvetinsin?
Dirvâs’ı çocuk mu zannedersin?
Bir dinle de sor gör çocuk mu?
insâf nedir o sizde yok mu?
Yok, şendeki ihtişâma pâyân
Bizlerse alay alay sefîlân!
Bir yanda demek ki fazla var, çok;
Hayfâ ki öbür tarafta hiç yok.
Öyleyse biraz tevâzün ister.
Evvel beni dinle, sonra hak ver:
Nerden buldun bu ihtişâmı?
Halkın mı, senin mi, Hâlıkın’mı?
Allah’ın ise eğer bu servet,
Bizlerde onun kuluyken, elbet
Bir pay talebinde hakkımız var...

Konuşma devam eder. Hişam cevap veremez. Çocuğun dehasına hayret eder ve “istediği verilsin" der. Yediden yetmişe hepimiz bu hikâyeyi ibretle okuyalım ve kendi kendimize soralım”

Kimin bunlar? Halkın mı? Benim mi? Halkın mı?”

KOCAKARI İLE ÖMER: Hikâye bize İslâm dünyasının eski ve adaletli devirlerini düşündürür. O günden bu yana geçen zaman bazı değerlerin nasıl yok olduğunu göstermektedir. Karanlık ve soğuk bir gecede Ömer dolaşmaktadır. Her evin önünde durur. İçeridekiler, olanlardan habersiz. Son uğrağı bir çadır olur. “Açız açız" diyen çocukları susturmak için boş bir tencereyi
Karıştırıp durmaktadır bir kadın, içeri dalarlar Abbas’la:

-- Senin midir bu küçükler?
-- Torunlarım.
-- Ne de çok!
Adam, emîre gidip söylemez mi hâlini?
- Ah!
Emîre, öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez!
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
Niçin hilâfeti vaktiyle eğlemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, muharebe mi?
İşitme sen de civârında iniiyen âlemi,
Medine halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş...
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civarından!
Ömer Halife iken başka kim çıkar mes'ul?

Bir un çuvalını kadını evine taşırlar. Ömer, çalı, çırpı toplayıp ocağı yakmaya çalışır. Ocak tutuşur, yemek pişer, çocukların yüzü güler. Kadın hayatından memnundur. Ömer o günden sonra imârete gidip nafakasını almasını söylemiştir. Kadın Ömer’i affederken “Böyle göster adaletini" der ve hikâye biter

Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku zira ona yazdım, iki söz yazdımsa.

Safahat yukarıdaki beyitlerle başlar. Okuyup da ağlamamak, okuyup da ibret almamak mümkün mü? Dileğimiz bütün çocukların ve gençlerin elinden düşürmeyeceği bir kitap “Safahat" olsun. Okullarda ders kitabı olarak okutulsun. En kısa zamanda Asım'ın neslinin yetiştiğini görmek dileğiyle.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi