Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

FÂİK ÂLİ OZANSOY-2

Esmer, ince bir yüz. Bu yüzü bir kat daha süzgünleştiren sivri bir çene. Dar omuzlarla olduğundan da uzun görünen bir gövde.

Yazısıyla resmini daha çocukluğumda görüp okumuştum. Kendisini Dil Kurultayı’nda tanıdım. Türkçenin geçirdiği değişmeleri hiçe sayan bir üslûpla yazdıklarını okuyordu. Sesi pek duyulmuyor, duymayanların huzursuz kımıldanışlarıyla ortalıkta bir fısıltı dolaşıyor ve ne dediği pek de anlaşılamıyordu.

Hatırımda hayal meyal kaldığına göre Faik Âli Bey, Dil Kurultayı’nda kendi edebî mektebinin tarihî haklarını, başardığı işleri anlatmak istemişti.

Hiçbir toplantıda, hiçbir münakaşada birinci plana geçtiğini, ön safta yer aldığını görmediğimiz için, sanat dışındaki hüviyetini pek bilmiyoruz. Yalnız bu görünmeyişin altında bir tevazu, bir çekingenlik sezer gibi oluyorum.

Kâğıt ve kalemiyle baş başa kaldığı demlerde, Faik Âli’nin mânâsı değişiyor. Seçtiği vezinlere, kullandığı kelimelere, Kürsî-i Temâşâsını kurduğu yerlere bakılırsa, şairin mağrur ve saltanatlı bir başka varlığı daha görülür. Kalabalıktan çekinişi, herhangi bir fırsatla görünmeye kalkışmaması belki de toz kondurmak istemediği gururundandır.

Bazı sanatkârların elinde kelimeler harç gibidir. Onları zevkinin teknesinde yoğurur, bir fikir ve his mimarîsinin dış cephesi haline kor. Bunların kelimeden, sözden alacakları kuvvet yoktur. Bilâkis kelimelere, sözlere bambaşka bir âhenk, bir beyan sırrı verirler. Tek tek sönük, cansız duran sözler onların sanatkâr menşurundan geçerken güzel renklere boyanır, cümlelerine girince, bir piyano klavyesinin dişleri gibi seslenirler. Kimi uğuldar, kimi çağıldar, kimi inler, kimi şakırdar. Bakarsınız bir kelime, bir cümlede ansızın bir uçurum derinliğini, bir tunç tannanlığını, bir alev yakıcılığını alır. Bütün bunlar şairin sihri, sanatkârın büyüsüdür.

Yine öyleleri var ki fikirlerine azamet, duygularına zenginlik verebilmek için şatafatlı sözlerden medet umarlar. Faik Âli’de bu kelime merakını görüyoruz.

İlk şiirini Servet-i Fünun'a getirdiği gün, Fikret yanındaki arkadaşlarına:

- İkinci Hâmid doğuyor galiba! demişti. Fâik Âli’de ulvîliğe, derinliğe karşı gerçekten bir özleyiş sezilir. Fakat ne yazık ki özleyiş, başarmaya yetmiyor.

Ağabeyisi Süleyman Nazif, şakakları ağardıktan sonra da göğsünde coşkun bir delikanlı kalbinin vuruşlarını duyar ve bize o genç heyecanlarla köpürmüş eserler verirdi. Kardeşi, genç yaşında donuk şeyler yazdı.

Meselâ, sanatkârı, “Üful Etmiş Mahasin Karşısında” başlıklı bir mevzuu işlerken görüyoruz. Yeryüzünde doğup bir zaman yaşadıktan sonra sönüp gitmiş güzellikler, gerçekten zihni sarsa sarsa kalbe inen bir mevzudur. Yaratıcı bir muhayyile, coşkun bir yürek bu sönüşler karşısında neler duymaz, nelere can vermez.

Fakat Fâik Âli sadece şöyle der:

Gurûb ettin bugün yâdımda tekrar 

Gurub ettin de ben me’yus ve câmid 

Ve müstevlâ-yı vehmiyyât ü esrar 

Bulundum mâzi-i iğfâra âid 

Sönüp bitmiş mahâsin karşısında

Başım ızdâda gayya-yı tesâdüm 

Gerek fikren gerek hissen düşündüm 

Nasıl bir zerrecik mahvolmasın da 

Maâliyyât-ı masnûât-ı hilkat 

Fena bulsun... Bu, küfr-ü fikre benzer

Bunda bizim hayranlığımızı çekecek şeyler bulamıyoruz. İnsan, etrafında kartalların uçuştuğu bir temaşa kürsüsünde oturduğuna inanınca, o yüksekliklerle bizim de başımızı dön-dürmelidir. Hâlbuki bunlarda da biz, umduğumuz heyecanlarla beslenmiyoruz.

Nazımda bu kadar tantana meraklısı olan Fâik Âli, nesirde bu çetrefil yola pek girmez. Seyrek yazdığı nesirlerde daha debdebesiz, daha şatafatsız bir dil kullanır. “Annemin Felsefesi” parçası buna şahittir:

“Mezarlıktan çıkarken, yeryüzünde bu kadar havârikın mûcidi olduğu halde nihayet toprak olan beşerin fâniyeti hayatından, bilmem niçin bahseden bir fikrime karşı, Annem:

- Topraktan hâsıl, toprağa vâsıl! dedi.”

Gariptir, ağabeyi Nazif’in nazmı ince ve cılız, nesri coşkun, gümbürtülü ve sağlamdı; Fâik Âli’de bunun tam tersini görüyoruz.

Fâik Âli’nin basılmış eserleri şunlardır:

Fâni Teselliler, Temâsil, Midhat Paşa, Elhân-ı Vatan... Şair bunlarda şiirlerini toplamış ve Payitahtın Kapısında isimli bir de piyes yazmıştır.

Elhân-ı Vatan'da üstünde durulmaya lâyık şiirler var. Balkan Harbi’nde uğradığımız felâket, edebiyatımızda lâzım geldiği kadar derin, büyük heyecanlar uyandırmamıştı. Bu vatan musibetine tek başına ağlayan rahmetli Mehmed Akif’in yanında yalnız Fâik Âli’yi gördük.

Onun bu asil heyecanını burada selâmlamayı bir vicdan borcu biliyorum. Hemşiresine ithaf ettiği “Enin-i Tahassür adlı bir müstezadında:

Geçtik Boğaz’ın mavi, münevver sularından 

Pür-hüzn ü teessür

der. Bu şiiri okuduktan sonra, ister istemez bir noktaya zihin takılıyor. Şairin ölüm, hayat, sırr-ı hilkat gibi derin mevzularda kullandığı dille, hasretteki dil niçin başkadır?

Bence bu başkalığı doğuran bir tek sebep var: Şair, tefelsüf ettiği demlerde samimiyetten ayrılıyor, müphemi müphemle anlatmak zorunda kalarak bunalıyor. Fakat hasret kendi gönlünün malı, kendi şuurunun acısıdır. Onu söylerken, boya, süs, şatafat, düşünmeye vakit kalmıyor. Gerçek acıların, büyük ıstırapların dili sade olur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi