Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

faik ali ozansoy ile ilgili görsel sonucu

 FAİK ALİ OZANSOY KİMDİR?

(ö.1876-1950)

Servet-i Fünûn devri şairlerinden.

Asıl adı Mehmed Faik olup Diyarbekirli Said Paşa’nın küçük oğlu ve Servet-i Fünûn devri edebiyatçılarından Süleyman Nazif’in kardeşidir. Diyarbekir’de doğdu. İlk öğrenimine burada başladı ve askerî rüşdiyeyi bitirip bir yıl idâdîye devam ettikten sonra İstanbul’da Mekteb-i Mülkiyye’nin idâdî kısmına girdi. 1897’de Servet-i Fünûn mecmuası etrafında bir araya gelen şair ve yazarlarla sıkça görülmesi ve bazı şiirlerinin bu dergide yayımlanması üzerine göz altına alındı. Bu sebeple bir yıl kadar okula gidemedi. Ağabeyi Süleyman Nazif’in araya girmesiyle yeniden tahsiline devam etti ve ancak 1901’de Mekteb-i Mülkiyye’den mezun olabildi.

İlk görevi Süleyman Nazif’in mektupçu olarak bulunduğu Bursa vilâyeti maiyet memurluğudur. Bu sırada Ayvalık, Gönen, Erdek kaymakam vekilliklerinden sonra sırasıyla Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy ve Mudanya kaymakamlıklarında bulundu. Midilli, Beyoğlu ve Üsküdar mutasarrıflıklarının ardından Dahiliye Nezâreti Hey’et-i Teftîşiyyesi başkitâbetinde görev aldi; Mütareke yıllarında Diyarbekir valisi oldu. Şubat 1920’de Ebûbekir Hâzım Bey’in (Tepeyran) Dahiliye nâzırlığı sırasında müsteşarlığa getirildiyse de kabinenin fazla uzun ömürlü olmaması yüzünden bu görevi kısa sürdü.

Bir ara devlet görevinden ayrılarak Fransız Saint Benoit Mektebi’nde Türkçe. Mülkiye Mektebi’nde Fransızca derslerini okuttu. Dahiliye müsteşarı olarak yeniden devlet görevine döndü ve 1931 yılında bu görevden emekliye ayrıldı.

Arapça, Farsça, Fransızca bilen ve emeklilik yıllarında kendini bütünüyle şiir ve edebiyata veren Faik Âli, bir ara oğlu Mûnis Faik [Ozansoy] ile birlikte Marmara (1936) adlı aylık bir dergi de çıkardı, fakat bu derginin yayını uzun sürmedi. Faik Âli 1 Ekim 1950’de Ankara’da öldü; vasiyetine uyularak İstanbul’da Zincirlikuyu’daki Asrî Mezarlıkta çok sevdiği Abdülhak Hâmid’in yanına gömüldü.

Şiire Mekteb-i Mülkiyye yıllarında Servet-i Fünûn hareketi içinde başlayan Faik Âli, ilk şiirlerini ancak 1908’de Fânî Teselliler adı altında bir araya getirebildi. Aynı yıl Midhat Paşa adlı uzun manzumesini yayımladı. Fecr-i Âtî edebî hareketinin de içinde yer alan Faik Âli bu devrede kaleme aldığı şiirlerini Temâsil adlı kitabında topladı. I. Dünya Savaşı yıllarında millî duyguları güçlendirici, bilhassa ordunun maneviyatını yüceltici nitelikte kaleme aldığı şiirlerini de Elhân-ı Vatan adıyla yayımladı. Meclis-i A‘yân’ın dağıtılması üzerine Viyana’da parasız kalan Abdülhak Hâmid’in duygularına tercüman olmak amacıyla “Şâir-i A‘zam’a Mektup” adlı uzun ve ünlü manzumesini kaleme aldı (1923).

Edebiyatla ve özellikle şiirle meşgul kültürlü bir ailenin çocuğu olarak doğan Faik Âli şiir zevki ve sevgisini küçük yaşlarda aile muhiti içinde tattı. Buna Mekteb-i Mülkiyye sıralarında Recâizâde Mahmud Ekrem ile Abdülhak Hâmid hayranlığı eklendi. Hâmid’i taklit etmesi ve onun yolundan gitmesi ikinci bir Hâmid olarak adlandırılmasına yol açtı. Ancak Hâmidâne şiir söylemek hevesiyle ağır bir dil kullanmış, şiirlerinde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalara çokça yer vermiştir. Sanatının ilk döneminde Servet-i Fünün ekolünün ferdiyetçi şiir anlayışının tipik temsilcisiydi, özellikle Fâni Teselliler adlı şiir kitabında yer alan şiirlerde ve bu kitaba yazdığı önsözde devrin yarattığı “melal ve infial’den açıkça söz eder ve derin bir bedbinlik içine gömülür. Bu kötümserlik havası yetiştiği edebî çevrenin etkisiyle oluşmuş ve o da özellikle Tevfik Fikret’in yolunda yürümüştür. 1908’den sonra yazdığı şiirlerde ise bu bedbinlik yerini dış çevre ile ilgilenmeye bırakmıştır. Bilhassa Trablusgarp, Balkan harpleri ve I. Dünya Savaşı yıllarında devletin ve milletin içine düştüğü derin acılara yabancı kalmamış, millet ve vatan sevgisini terennüm etmeye yönelmiştir. Elhân-ı Vatan adlı kitabının ilk bölümünde devrin genç şairlerine seslenmesi ve onları bu duygularla coşturmaya çalışması dikkate değer niteliktedir.

Velûd bir şair olan Faik Âli, Servet-i Fünûn edebiyat mensupları arasında 1908 sonrasında tiyatro ile ilgilenen yazarlardan biridir. İki piyesinden birincisi, Çanakkale savaşları sırasında doğan bir aşkı vatan sevgisiyle bütünleştirmeye çalışan Payitahtın Kapısında, diğeri ise konusunu şair Nedim’in hayatından ve yaşadığı dönemden alan Nedim ve Lâle Devri adlı manzum eserdir. Bunlardan başka bazı tercümeleri de vardır.

Belli başlı eserleri şunlardır: Şiir kitapları. Fâni Teselliler (Bursa 1324), Midhat Paşa (Bursa 1324), Temâsil (İstanbul 1329), Elhân-ı Vatan (İstanbul 1331, 1333), Şâir-i A‘zam’a Mektub (İstanbul 1339 r./1341). Tiyatroları. Payitahtın Kapısında (İstanbul 1336/1918), Nedim ve Lâle Devri (1950). Şarkı olarak birçok şiir yazmış olan Faik Âli’nin güftelerinden on üçü on altı bestekâr tarafından Türk mûsikisinin çeşitli formlarında bestelenmiştir (Geniş bilgi için bk. Öztuna, II, 569).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 359; İsmail Habib [Sevük], Edebî Yeniliğimiz, İstanbul 1940; Ergun. Türk Şairleri, III, 1391; Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: 1860-1923, Ankara İ958, s. 385; a.mlf, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Ankara 1979, s. 92; Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (İstanbul 1960), İstanbul 1978, s. 253; Mücelidoglu Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ue Mülkiyeliler, Ankara 1968-69, III, 880-890; Banarlı, RTET, II, 1046; Taha Toros, Mazi Cenneti, İstanbul 1992, s. 143-157; İsmail Parlatır, “Ozansoy, Faik Ali”, TA, XXVI, 217.

İsmail PARLATIR (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ-cilt: 12,  sayfa: 100-101)

 

 


FÂİK ÂLİ OZANSOY-2

Esmer, ince bir yüz. Bu yüzü bir kat daha süzgünleştiren sivri bir çene. Dar omuzlarla olduğundan da uzun görünen bir gövde.

Yazısıyla resmini daha çocukluğumda görüp okumuştum. Kendisini Dil Kurultayı’nda tanıdım. Türkçenin geçirdiği değişmeleri hiçe sayan bir üslûpla yazdıklarını okuyordu. Sesi pek duyulmuyor, duymayanların huzursuz kımıldanışlarıyla ortalıkta bir fısıltı dolaşıyor ve ne dediği pek de anlaşılamıyordu.

Hatırımda hayal meyal kaldığına göre Faik Âli Bey, Dil Kurultayı’nda kendi edebî mektebinin tarihî haklarını, başardığı işleri anlatmak istemişti.

Hiçbir toplantıda, hiçbir münakaşada birinci plana geçtiğini, ön safta yer aldığını görmediğimiz için, sanat dışındaki hüviyetini pek bilmiyoruz. Yalnız bu görünmeyişin altında bir tevazu, bir çekingenlik sezer gibi oluyorum.

Kâğıt ve kalemiyle baş başa kaldığı demlerde, Faik Âli’nin mânâsı değişiyor. Seçtiği vezinlere, kullandığı kelimelere, Kürsî-i Temâşâsını kurduğu yerlere bakılırsa, şairin mağrur ve saltanatlı bir başka varlığı daha görülür. Kalabalıktan çekinişi, herhangi bir fırsatla görünmeye kalkışmaması belki de toz kondurmak istemediği gururundandır.

Bazı sanatkârların elinde kelimeler harç gibidir. Onları zevkinin teknesinde yoğurur, bir fikir ve his mimarîsinin dış cephesi haline kor. Bunların kelimeden, sözden alacakları kuvvet yoktur. Bilâkis kelimelere, sözlere bambaşka bir âhenk, bir beyan sırrı verirler. Tek tek sönük, cansız duran sözler onların sanatkâr menşurundan geçerken güzel renklere boyanır, cümlelerine girince, bir piyano klavyesinin dişleri gibi seslenirler. Kimi uğuldar, kimi çağıldar, kimi inler, kimi şakırdar. Bakarsınız bir kelime, bir cümlede ansızın bir uçurum derinliğini, bir tunç tannanlığını, bir alev yakıcılığını alır. Bütün bunlar şairin sihri, sanatkârın büyüsüdür.

Yine öyleleri var ki fikirlerine azamet, duygularına zenginlik verebilmek için şatafatlı sözlerden medet umarlar. Faik Âli’de bu kelime merakını görüyoruz.

İlk şiirini Servet-i Fünun'a getirdiği gün, Fikret yanındaki arkadaşlarına:

- İkinci Hâmid doğuyor galiba! demişti. Fâik Âli’de ulvîliğe, derinliğe karşı gerçekten bir özleyiş sezilir. Fakat ne yazık ki özleyiş, başarmaya yetmiyor.

Ağabeyisi Süleyman Nazif, şakakları ağardıktan sonra da göğsünde coşkun bir delikanlı kalbinin vuruşlarını duyar ve bize o genç heyecanlarla köpürmüş eserler verirdi. Kardeşi, genç yaşında donuk şeyler yazdı.

Meselâ, sanatkârı, “Üful Etmiş Mahasin Karşısında” başlıklı bir mevzuu işlerken görüyoruz. Yeryüzünde doğup bir zaman yaşadıktan sonra sönüp gitmiş güzellikler, gerçekten zihni sarsa sarsa kalbe inen bir mevzudur. Yaratıcı bir muhayyile, coşkun bir yürek bu sönüşler karşısında neler duymaz, nelere can vermez.

Fakat Fâik Âli sadece şöyle der:

Gurûb ettin bugün yâdımda tekrar 

Gurub ettin de ben me’yus ve câmid 

Ve müstevlâ-yı vehmiyyât ü esrar 

Bulundum mâzi-i iğfâra âid 

Sönüp bitmiş mahâsin karşısında

Başım ızdâda gayya-yı tesâdüm 

Gerek fikren gerek hissen düşündüm 

Nasıl bir zerrecik mahvolmasın da 

Maâliyyât-ı masnûât-ı hilkat 

Fena bulsun... Bu, küfr-ü fikre benzer

Bunda bizim hayranlığımızı çekecek şeyler bulamıyoruz. İnsan, etrafında kartalların uçuştuğu bir temaşa kürsüsünde oturduğuna inanınca, o yüksekliklerle bizim de başımızı dön-dürmelidir. Hâlbuki bunlarda da biz, umduğumuz heyecanlarla beslenmiyoruz.

Nazımda bu kadar tantana meraklısı olan Fâik Âli, nesirde bu çetrefil yola pek girmez. Seyrek yazdığı nesirlerde daha debdebesiz, daha şatafatsız bir dil kullanır. “Annemin Felsefesi” parçası buna şahittir:

“Mezarlıktan çıkarken, yeryüzünde bu kadar havârikın mûcidi olduğu halde nihayet toprak olan beşerin fâniyeti hayatından, bilmem niçin bahseden bir fikrime karşı, Annem:

- Topraktan hâsıl, toprağa vâsıl! dedi.”

Gariptir, ağabeyi Nazif’in nazmı ince ve cılız, nesri coşkun, gümbürtülü ve sağlamdı; Fâik Âli’de bunun tam tersini görüyoruz.

Fâik Âli’nin basılmış eserleri şunlardır:

Fâni Teselliler, Temâsil, Midhat Paşa, Elhân-ı Vatan... Şair bunlarda şiirlerini toplamış ve Payitahtın Kapısında isimli bir de piyes yazmıştır.

Elhân-ı Vatan'da üstünde durulmaya lâyık şiirler var. Balkan Harbi’nde uğradığımız felâket, edebiyatımızda lâzım geldiği kadar derin, büyük heyecanlar uyandırmamıştı. Bu vatan musibetine tek başına ağlayan rahmetli Mehmed Akif’in yanında yalnız Fâik Âli’yi gördük.

Onun bu asil heyecanını burada selâmlamayı bir vicdan borcu biliyorum. Hemşiresine ithaf ettiği “Enin-i Tahassür adlı bir müstezadında:

Geçtik Boğaz’ın mavi, münevver sularından 

Pür-hüzn ü teessür

der. Bu şiiri okuduktan sonra, ister istemez bir noktaya zihin takılıyor. Şairin ölüm, hayat, sırr-ı hilkat gibi derin mevzularda kullandığı dille, hasretteki dil niçin başkadır?

Bence bu başkalığı doğuran bir tek sebep var: Şair, tefelsüf ettiği demlerde samimiyetten ayrılıyor, müphemi müphemle anlatmak zorunda kalarak bunalıyor. Fakat hasret kendi gönlünün malı, kendi şuurunun acısıdır. Onu söylerken, boya, süs, şatafat, düşünmeye vakit kalmıyor. Gerçek acıların, büyük ıstırapların dili sade olur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 


FAİK ALİ OZANSOY-3

Hasret sana ey hâk-i vatan, hâk-i muazzez; 

Hürmet sana ey şâheser-i sâni-i kudret...

Faik Âlî Ozansoy

HAYATI: Süleyman Nazif’in kardeşi olan Faik Âlî 1875’de Diyarbakır’da doğdu. Sait Paşa’nın oğludur. Diyarbakır Askerî rüştiye ve idadisinde okuduktan sonra İstanbul’a geldi. Mekteb-i Mülkiye’yi bitirdi. Çeşitli yerlerde kaymakamlık, mutasarrıflık yaptı. Mütareke yıllarında, doğum yeri olan Diyarbakır’da valilik etti. Kısa bir süre Dâhiliye Vekâleti müsteşarlığı yaptıktan sonra, uzun yıllar, Siyasal Bilgiler Okulu’nda Fransızca dersleri okuttu.

Emekli oluşundan, ölümüne yakın yıllara kadar yazmaya devam etti. 1950’de İstanbul’da öldü. Levent dolaylarındaki Zincirlikuyu mezarlığında gömülüdür.

EDEBÎ KİŞİLİĞİ ve ESERLERİ: İlk şiirlerini Mülkiye’de iken yazmaya başlayan Faik Âlî Ozansoy, bu eserlerini o zaman yeni kurulmuş bulunan Servetifünun topluluğuna gönderip bu dergide yayınlattı. Şiirleri hep göklerin derinliklerinden, yüceliklerinden, füsûn dolu sırlarından söz ediyordu. Bunlarda Hâmid’in etkisi ve izleri vardı. Bu yüzden kendisini «İkinci Hâmid» olarak nitelediler. Servetifünun ve ondan sonraki dönemlerde, hemen bütün edebiyat ve sanat dergilerinde pek çok manzumesi çıkan Faik Âlî, eserlerinde duygu ve hayâle, gizleri bilinmeyip de belli-belirsiz sezilen ruh ürperti ve sezgilerine geniş yer ayırdı. Kadın, aşk ve tabiat motifleri şiirlerinin hemen hiç değişmeyen temaları oldu. Ancak bunlarda daima ince ve duygusal, zarif ve seçkin kaldı.

Zaman zaman yöneldiği hamâsi konularda öteki eserlerinin özenliğini gösteremeyen şair, dil ve anlatım konusunda —belli bir oranda— kendisini yenilemesini bildiği için son eserleri oldukça duru ve arı bir özellik taşımaktadır. Faik Âlî birkaç manzum tiyatro denemesi de yapmış olmakla birlikte, bunlar, onun en zayıf eserleri arasında yer almaktadır.

Sayısı epey fazla olan eserlerinden başlıcaları şunlardır:

Şiir kitapları: Fâni Teselliler, Temâsîl; Elhân-ı Vatan; Mithat Paşa; Payitahtın Kapısında (vatan ve özgürlük konusunda tiyatro); Nedim ve Lâle Devri (tarihi tiyatro).

Şemseddin Kutlu

 

İLGİLİ İÇERİK

FAİK ALİ OZANSOY (1875 -1950)

SON EKLENENLER

Üye Girişi