Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 MEHMED RAUF KİMDİR?

(1875-1931)

Servet-i Fünûn dönemi hikâye ve romancısı.

12 Ağustos 1875’te İstanbul Balat’ta Kesmekaya mahallesinde dünyaya geldi. Babası Kütahya doğumlu Hâfız Ahmed Şükrü Efendi’nin son görevi İstanbul Liman Dairesi’nde mühimme müdürlüğüdür. İlk öğrenimini Defterdar mahalle mektebinde yaptıktan sonra önce Eyüp Rüşdiyesi’ne, 1884’te Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’ne, 1888’de Bahriye Mektebi’ne kaydolan Mehmed Rauf 1894’te mülâzım-ı sânî rütbesiyle buradan mezun oldu ve Girit’in Suda Limanı’nda bulunan eğitim gemisinde sekiz ay staj görüp İstanbul’a döndü. 1895’te Kiel Kanalı’nın açılış töreni için Hamburg’a gitti. Seyahat dönüşü Girit’te sekiz ay daha kaldıktan sonra İstanbul’a tayin edildi. Sırasıyla Muîn-i Zafer ve Avnullah korvetlerinde, Tarabya’daki karakol gemisinde, Bozcaada ve Süreyyâ gemilerinde, 1899 yılında yüzbaşılığa terfi ederek Necmfeşan gambotunda görev yaptı. 1902’de Şat gambotuna, 1904’te protokol memurluğuna, 1905’te Mekteb-i Bahriyye kitâbet muallimliğine getirildi. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine yapılan genel terfi sırasında sol kolağası oldu. II. Meşrutiyet’ten sonra imzasız olarak yayımladığı Bir Zambak’ın Hikâyesi adlı pornografik romanının 21 Mayıs 1910’da yasaklanıp toplatılmasının ardından askerî mahkemece altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu olaydan sonra askerlikle ilişkisi tamamen kesildi. 1920’de Şule Neşriyat Evi adıyla bir yayınevi açan Mehmed Rauf, 1 Kasım 1921 - 2 Mart 1922 tarihleri arasında Vakit gazetesi yazarı sıfatıyla İtalya’da bulundu. 1926’da kısmî bir felç geçirdi; 1928’de ikinci bir felç şuurunu kaybetmiş olarak onu yatağa düşürdü. Hastalığının ilerlemesi üzerine kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastahanesi’nde 23 Aralık 1931’de öldü ve Maçka’daki aile kabristanında toprağa verildi.

Mehmed Rauf’un edebiyata eğilimi küçük yaşta okuduğu kitaplar ve babasıyla gittiği tiyatrolarla başlar. Önceleri Türk ve Batı edebiyatlarıyla ilgili eserleri okumaya, hatta bildiği İngilizce ve Fransızca ile bazılarını Türkçe’ye tercümeye çalışan Mehmed Rauf edebî zevki geliştikçe George Ohnet, Octave Feuillet, Alphonse Daudet, Emile Zola, Gustave Flaubert gibi realist yazarlara yönelir. İzmir’de Hizmet gazetesini çıkaran, eserlerini okuyarak hayran olduğu Halit Ziya’ya (Uşaklıgil) gönderdiği “Düşmüş” adlı hikâyesi aynı gazetede yayımlandığında henüz on altı yaşındaydı. Mektuplarla kurulan bu dostluk Halit Ziya’nın İstanbul’a gelişiyle daha da ilerler. Fransızca bilgisi, okuma sevgisi ve bizzat tanıştıktan sonra Halit Ziya’nın özel kütüphanesinden faydalanma ve onunla fikir alışverişinde bulunma imkânı ona edebî hayatında yepyeni ufuklar açar. Bu ilişki staj için Girit’e gitmesine kadar kesintisiz devam eder. Bu dönemde Rauf Vicdânî takma adını kullanan Mehmed Rauf’un ilk uzun hikâye denemelerinden biri olan “Garâm-ı Şebâb” da Halit Ziya’nın yardımıyla İkdam gazetesinde yayımlanır. Ardından Mekteb mecmuasına gönderdiği M. R. imzalı bir mektupla eski edebiyat taraftarlarına karşı girişmiş oldukları mücadelede yeni edebiyat taraftarlarını desteklediğini ifade eden Mehmed Rauf’un mecmuaya davet edilmesiyle buradaki edebî faaliyeti başlar. Servet-i Fünûn topluluğuna katılmasına kadar edebî faaliyetlerini yoğun biçimde sürdürdüğü Mekteb mecmuasını Cenab Şahabeddin’in 1897’de Cidde’ye gitmesi üzerine bir müddet tek başına yönetir.

1897 yılından itibaren Servet-i Fünûn mecmuasında yaklaşık beş yıl süren hikâye, roman, mensur şiir, makale ve incelemeler kaleme aldığı yıllar Mehmed Rauf’un edebî hayatının en önemli dönemini teşkil eder. Bu devrede vermiş olduğu edebî eserlerle edebî şahsiyetinin zirvesine ulaşmış ve daima onlarla anılagelmiştir. Bu sırada Prosper Mérimée, Alphonse Daudet ve Catulle Mendès’ten hikâyeler tercüme eden Mehmed Rauf’un ilk romanı Ferdâ-yı Garâm ile sanatının zirvesi kabul edilen ve psikolojik roman tekniğinin edebiyatımızdaki başarılı örneklerinden sayılan Eylül ve bu romandan sonra en çok tanınan eseri Siyah İnciler’de toplayacağı mensur şiirleri ayrıca edebî tedkikleri, Türk, İngiliz ve Fransız edebiyatlarıyla ilgili makaleleri, eleştiri yazıları ve tiyatroya dair makaleleri bu mecmuada yayımlanmıştır.

1901’de Servet-i Fünûn’un tatil edilmesinin ardından II. Meşrutiyet’e kadar sessiz kalan Mehmed Rauf, Meşrutiyet’in ilânından sonra tekrar yazı hayatına geri döner; ancak artık yeni bir edebiyat anlayışı ve yeni bir edebî nesil vardır. 1908’den 1927’ye kadar sürecek olan bu devrede Servet-i Fünûn, Resimli Kitab, Musavver Hâle, Musavver Muhît, Şehbâl, Şiir ve Tefekkür, Şebâb, Resimli Ay, Sevimli Ay, Güneş mecmualarıyla Tanin, Yeni Ses, Cumhuriyet, Peyâm (Peyâm-ı Edebî), Pâyitaht, Vakit gazetelerinde yazar ve Mahasin, Süs, Gelincik ve Sinema Yıldızı adlarında dört magazin mecmuası yayımlar.

Bu kadar değişik mecmua ve gazetede yazmış olmasına rağmen onun için artık bir unutuluş devresi başlamıştır. Mehmed Rauf’un bu tecrit edilişinin arkasında hayatının mihveri denilebilecek aşkları ve bohem hayatı yatmaktadır. Özellikle Bir Zambak’ın Hikâyesi’nin yayımlanmasının ardından gelişen olaylar Mehmed Rauf’un edebî itibarını derinden sarsar ve askerlikten uzaklaştırılmasının arkasından hayatını yazılarıyla kazanmak zorunda kalır. Edebî hayatının bu devresinde kaleme aldığı on bir romanın bir kısmı tefrika edildikten sonra kitap haline gelmiş, “Harâbeler” ve “Kâbus” adlı iki romanı ise tefrika halinde kalmıştır. Mehmed Rauf’un bu dönemdeki eserlerinde dikkati çeken husus, önceki romanlarından farklı olarak platonik aşktan çok maddî aşkın ön planda olmasıdır. Diğer taraftan mensur şiirlerindeki azalma da artık hassasiyete eskisi kadar önem vermediğinin bir göstergesidir.

II. Meşrutiyet’in ardından tiyatro ile ilgili faaliyetlere de girişen Mehmed Rauf makaleler yazar, adapteler yapar, Sahne-i Osmâniyye ile 1914’te kurulan Dârülbedâyi’nin yönetim kurullarında görev alır. Bu devrede beşi telif ve on tanesi adapte on beş piyes yazmıştır.

Mehmed Rauf, çıkardığı mecmualar başta olmak üzere bu dönemde kadınlara yönelik çeşitli magazin yazılarıyla doğrudan kadınlar hakkında bazı makaleler kaleme almıştır. Edebî bir değeri olmamasına rağmen bunların çoğu kadınların sosyal hayatta daha etkili rol almalarının, hatta Türk kadınının tiyatroda sahneye çıkmasının gerektiğini söyleyecek kadar devri için yeni ve ileri fikirler ihtiva eder.

Mehmed Rauf’un eserlerindeki ortak özellik ana tema olarak genellikle aşırı bir hassasiyet (santimantalizm), alınganlıklar, marazî ve sonu intiharlara varan karşılıksız aşklar, hastalık, ölüm fikri ve bunların vermiş olduğu kötümser atmosferin işlenmiş olmasıdır. Bunlara yine aşırı derecede müzik düşkünlüğünün de (melomani) eklendiği görülür. Eserlerinde sıkça rastlanan ruh tahlillerinde de aşırılık vardır. Kahramanlar ise hemen hemen aynı tiplerdir. Bunlar Batılı hayat tarzını benimsemiş, müziği seven, aşırı hassas, aşk için yaşayan bohem insanlardır. İstisnaî olarak birkaç eserinde mahallî renklerin, geçim sıkıntısının ve vatan aşkının işlenmiş olduğu görülür. Bunların dışında kahramanlarının geçim kaygıları yok gibidir. Mehmed Rauf, Servet-i Fünûn edebî topluluğu içinde dili en sade olan yazardır. Zira diğerlerine nazaran üslûpçuluğu pek başaramamıştır. Bu fark, birbirini imlâdan üslûba kadar kontrol eden Servet-i Fünûn edebî topluluğunun dağılışından sonra daha da belirginleşir.

Eserleri.

Mehmed Rauf’un hepsi de İstanbul’da yayımlanan çeşitli eserleri vardır:

Roman. Eylül (1899), Ferdâ-yı Garâm (1913), Genç Kız Kalbi (1914), Karanfil ve Yasemin (1924), Böğürtlen (1926), Define (1927), Son Yıldız (1927), Cerîha (1927), Kan Damlası (1928), Halâs (1929).

Hikâye. İhtizâr (1909), Âşıkane (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Bir Aşkın Tarihi (1915), Üç Hikâye (1919), İlk Temas İlk Zevk (1922), Aşk Kadını (1923), Eski Aşk Geceleri (1927).

Mensur şiir. Siyah İnciler (1901). Oyun. Ferdi ve Şürekâsı (1909, Halit Ziya’nın aynı adlı romanından uyarlama), Pençe (1909), Cidal (1911), Sansar (1920).

Bunlardan başka dergi ve gazetelerde kalan hâtıra tarzındaki bir kısım yazıları Edebî Hatıralar (haz. Mehmet Törenek, İstanbul 1997) ve Mehmed Rauf’un Anıları (haz. Rahim Tarım, İstanbul 2001) adıyla yayımlanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hüseyin Cahid [Yalçın], Kavgalarım, İstanbul 1326, tür.yer.; a.mlf., Edebî Hatıralar, İstanbul 1935, s. 61-65, 152-153; Nevsâl-i Millî 1330, İstanbul 1332, s. 225-226; Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, İstanbul 1936, I-V, tür.yer.; a.mlf., Sanata Dâir, İstanbul 1955, III, 281-289; L. Sami Akalın, Mehmet Rauf, İstanbul 1953; Özdemir Nutku, Darülbedayi’in Elli Yılı, Ankara 1969; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara 1969, s. 13-25; Erdoğan Coşkun, Mehmet Rauf, İstanbul 1976; Niyazi Akı, Türk Tiyatro Edebiyatı Tarihi I: Başlangıçtan Cumhuriyet Devrine Kadar, İstanbul 1989, s. 219, 222, 224, 230; Mustafa Özbalcı, Mehmed Rauf’un Romanlarında Şahıslar Kadrosu, İstanbul 1997; Rahim Tarım, Mehmed Rauf (Hayatı, Sanatı, Eserleri), Ankara 1998; a.mlf., Mehmet Rauf’un Hayatı ve Hikâyeleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 2000; Mehmet Törenek, Roman ve Hikâyeleriyle Mehmet Rauf, İstanbul 1999; Zeynep Kerman, “Mehmed Rauf”, TDEA, VI, 214-216; Metin And, “Tanzimat ve Meşrutiyet’te Tiyatro Yazarlığı”, TCTA, VI, 1625.

Rahim TARIM (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ-cilt: 28,  sayfa: 515-517)

 

 


MEHMET RAUF-2

Sefil olacakmış, aç kalacakmış.. Vicdanını hiç kimsenin nail olamayacağı bir huzur ve refah içinde yaşattıktan sonra açlığın ve sefilliğin ne önemi olurdu?

Mehmet Rauf

HAYATI: 1874’de İstanbul’da doğdu. Kütahya’dan İstanbul’a gelip yerleşmiş bir ailenin oğludur. Soğukçeşme Askerî Rüştiyesi’nde (şimdiki Adlî Tıp binası) okuduktan sonra Deniz Lisesine ve Deniz Harb Okuluna girdi. Burada İngilizce ve Fransızca öğrenerek bu dillerden ilk edebî ürünleri okudu. Hikâye ve roman denemelerine de, çok küçük yaşındayken, bu okullarda başladı. O yıllarda Halit Ziya İzmir’de «Hizmet» adlı bir gazete çıkarıyordu. Mektuplaşma yoluyla onunla arkadaş oldu ve ilk eserlerini «Hizmet»te yayımladı.

Okuldan deniz subayı olarak mezun olduktan sonra, o zamanlar henüz Türkiye’ye bağlı bulunan Girit adasındaki savaş gemilerimizde görev aldı. Bir yıl sonra staj görmek üzere, Almanya’da Kiel kanalının açılış töreninde bulunacak Türk deniz subayları arasına katıldı. Bu gezisi onda unutulmaz anılar bıraktı. Almanya’dan dönüşünde daha bir süre Girit’te kaldıktan sonra İstanbul’a alındı. O zamanlar Türkiye’deki büyük batılı devletlerin elçiliklerine bağlı birer küçük savaş gemisi, «istasyoner» adı altında Boğaz’da demirli bulunurlardı. Bu gemilerle Türk bahriyesi arasındaki gerekli bağlantıyı sağlamak üzere onların yanlarında bir de Türk irtibat teknesi yer alırdı. İki yabancı dili çok iyi bildiği için Mehmet Rauf bu irtibat gemisinde bir göreve atandı.

Halit Ziya İzmir’den İstanbul’a gelmiş, bir süre sonra da Servetifünun edebiyat topluluğu kurulmuştu. O da genç üstadı Halit Ziya aracılığı ile bu topluluğa katıldı. Servetifünun’da önce büyük hikâyeleri, sonra «Eylül»ü tefrika edildi. Daha tefrika edilişi sırasında geniş ilgi toplayan bu roman, kitap halinde çıktıktan sonra yazarına pek büyük bir ün kazandırdı. Zaten ilk ve son gerçek başarısı da budur.

Servetifünun topluluğunun dağılmasından sonra, 1908’e kadar, sadece denizcilikteki göreviyle meşgul olan Mehmet Rauf, İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra askerlikten istifa etti ve bütün çabalarını yazarlığa yöneltti. Meşrutiyet’in başlangıcından Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bazı gazetelerin yazı işlerinde çalışarak, zaman zaman da edebiyat, magazin ve kadın dergileri çıkararak hayatını kazanmaya çalıştı.' Gerek bu çabalarında, gerekse giriştiği bazı ticaret işlerinde başarıya ulaşamadığı için son yıllarını büyük geçim darlıkları içinde geçirdi. Ismarlama yazdığı bazı açık saçık eserler yüzünden ününü de zedelemişti. 1932 yılı başlarında İstanbul’da öldü. Edirne-kapı mezarlığında gömülüdür.

EDEBÎ KİŞİLİĞİ: İlk roman denemesini on iki yaşlarındayken yapan Mehmet Rauf, ilk eserini yayımladığı zaman da daha on altı yaşındaydı. Bu «Düşmüş» adlı büyük bir hikâyeydi ve Halit Ziya’nın «Sefile»sinin bir çeşit kopyasıydı. Zaten Mehmet Rauf hikâye ve romanlarında daima Halit Ziya’nın etkisinde kalmış, onun dil ve anlatımı ile plan ve tekniğinden yararlanmıştır. Bunu ünlü romanı «Eylül»ün ilk yaprağında «İlk romanım son üstadıma» sözleriyle bizzat kendisi de belirtmekten zevk almıştır.

Servetifünun’da önce hikâyeler yayımlayan, sonra «Ferdâ-yı Garam» adlı küçük bir romanı tefrika edilen Mehmet Rauf, yine aynı dergide «Eylül»ü tefrika ettirip hemen ardından kitap haline getirmesiyle birlikte o zamanki Türk edebiyatının en ünlü ve en saygın temsilcileri arasında yer aldı. Bir edebiyat tarihçimiz bu roman için: «Bu kitap roman tarihimizin durak noktalarından biridir.» der ki, pek de aşırı bir yargı sayılmasa gerektir.

Ancak Mehmet Rauf «Eylül»de çıktığı yüksekliğe başka hiç bir eserinde bir daha ulaşamamıştır. Bundan sonra yazmış olduğu romanların sayısı yirmiyi geçer; fakat bunların hepsi de «Eylül»e oranla çok zayıf ve çelimsiz eserler olarak göze çarpar. Yazar bundan sonraki romanlarında zaman zaman bazı özel tipleri canlandırmak hususunda, özellikle dil ve anlatımda belirli gelişmeler ve aşamalar göstermiştir. Fakat roman çatısı, kahramanları birbirleriyle karşılaştırıp bağdaştırmak, insan ruhu ve o ruhun labirentleri ortamında gezintiler yapmak, canlı ve hareketli tasvirlere yönelmek, romanın teknik düzenini ayarlamak ve bunları planlamak bakımlarından hiç bir zaman «Eylül»deki seviyesine erişememiştir. Öyde anlaşılmaktadır ki sanatçı Mehmet Rauf, ilk gençliğinin gücü, hızı ve atılımı ile nesi var nesi yoksa hepsini bu ilk büyük eserine harcamış, bundan sonra da tümden tükenmiştir.

Bazı eleştirmeciler «Eylül»ü Türk edebiyatında psikolojik roman türünün ilk büyük başarılı örneği saymakta, hatta yazarının bu konuda üstadı Halit Ziya’yı bile geride bıraktığını öne sürmekte sözbirliği etmiş gibidirler. Bunda önemli bir gerçek payı bulunmaktadır. Ancak «Eylül»ün her şeye rağmen hareketsiz ve monoton bir roman olduğunu söylemek de mümkündür. Bu eserin büyük bir ün kazanıp o ünün de o gün bugündür sürüp gelmesinde, alışılmış ve bunun sonucu olarak da klişeleşmiş görüşlerin rolü ve etkisi bulunduğu kolaylıkla söylenebilir. Sonuç olarak: «Bu kitap roman tarihimizin durak noktalarından biridir» diyen edebiyat tarihçisinin bu yargısı belli oranda kanıtlanmış oluyor.

Mehmet Rauf, romanda olduğu gibi, edebiyatın öteki türlerinde ve dallarında da Halit Ziya’yı izlemekte devam etmiştir. Örneğin o da mensur şiirler yazmış ve böylece üstadının açtığı bu küçük çığırı yaygınlaştırmak istemiştir.

Mehmet Rauf, bir «moeurs» romancısı olmaktan çok, bir aşk romancısıdır. «Eylül»deki saf ve katıksız aşk tema’sı bir yana bırakılırsa, ondan sonraki romanlarında daima ihtiraslı bir aşkın eyleme dönük arzu ve çalkantıları yer alır. Yaratılış bakımından doymaz bir aşk içgüdüsüne sahip bulunan bu yazarın, hiç olmazsa romanlarında olsun, bu duygusunu tatmini amaç edindiğini yazan yakın arkadaşı Halit Ziya —bu bakımdan— büyük bir gerçeğe parmak basmıştır.

Mehmet Rauf’un «Eylül»den sonraki en güçlü romanı «Karanfil ve Yasemin» adını taşır. Bu roman oldukça büyük başarısına ve yer yer gerçekten çok ustaca yapılmış ruh ve çevre tahlillerine, insanların iç dünyalarını kemiren bazı içgüdülerin sergilenmesine rağmen —nedense— hakettiği üne ve değere ulaşamamıştır. Hikâye ve tiyatro dallarında da sayıca bir hayli kabarık eserler meydana getirmiş olan Mehmet Rauf’un bu tür eserleri, sözü edilemeyecek oranda, zayıf ürünlerdir. Yazmak; hayatını kazanmak ve geçimini sağlamak için yazmak zorunluğu, Servetifünun topluluğunun bu en talihsiz sanatçısını gittikçe çelimsizleşen bir kalem haline getirmiş ve sonunda iyiden iyide tüketmiştir.

Yazarın, ömrünün son yıllarında meydana getirdiği «Halâs» adlı roman —ki İstiklâl Savaşı’nın bir destanı olmak üzere kaleme alınmıştı— edebiyat çevrelerinde en küçük bir yankı bile bırakmadan unutulup gitmiştir.

Mehmet Rauf’un genellikle doyurucu olmayan edebî verilerinin yanıbaşında verimli bir yönü vardır ki, kendisini Servetifünun’un öteki şair Ve yazarlarından daha üstün kılan bir açı sayılabilir. Bu yön, onun dili ve anlatımıdır. Gerçekten de —aslında tam bir Servetifünuncu sayılamayan Ahmet Hikmet bir yana bırakılacak olursa— bu edebiyat topluluğunun Türkçeyi en duru ve en külfetsiz yazan sanatçısı Mehmet Rauf’tur. O, çok özentili bir dil ve anlatım kullandığı «Eylül»de bile öteki arkadaşlarından daha duru ve rahat bir Türkçeye yatkındır. Hele o topluluk edebiyatının havasından kurtulduktan sonra yazdığı eserlerde bu özelliği daha da açık seçik olarak göze çarpar. Öte yandan —başta Cenap Sahabettin olmak üzere— hemen bütün Servetifünun’cular dildeki sadeleşme ve durulaşma akımlarına karşı çıkarlarken, Mehmet Rauf böyle bir sürtüşmeye hemen hiç katılmamıştır.

Ömrünün son yıllarında bir yandan çala-kalem hikâye, roman, tiyatro, sohbet yazan; bir yandan sürümsüz dergiler çıkaran Mehmet Rauf, bunları yapmak zorunda kalmasaydı belki çok daha faydalı çalışmalar meydana getirebilirdi. Çünkü artık olgunlaşmış ve durulmuştu. Nitekim bu şartlar içinde bile onun zaman zaman edebiyatla ve onun çeşitli sorunlarıyla ilgili belgesel makaleler meydana getirdiği, ustaca eleştirmeler yazdığı görülmektedir. Öte yandan değişik zamanlarda, değişik dergi ve gazetelerde edebiyat tarihimize ışık tutacak, parça parça, anılarını da kaleme almıştır. Bu anıların, sabırlı bir çalışma ile derlenip bir araya getirilmesi ve yayınlanması, muhakkak ki, Türk edebiyatı tarihi için büyük bir hizmet ve kazanç olacaktır.

BAŞLICA ESERLERİ: Mehmet Rauf’un değişik konulardaki büyüklü-küçüklü eserlerinin sayısı 50’yi aşkındır. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

Romanlar: Eylül; Karanfil ve Yasemin; Fedâ-yı Garâm; Kan Damlası - Define; Son Emel; Son Yıldız; Genç Kız Kalbi; Böğürtlen; Menekşe; Kadın İsterse; İhtizar; Harabeler; Kâbus; Halâs.

Mensur şiirler: Siyah İnciler; Sonbahar. Hikâyeler: Bir Aşkın Tarihi; Hanımlar Arasında; Aşk Kadını; Safo ve Karmen; Pervaneler Gibi; Gözlerin Aşkı; Eski Aşk Geceleri.

Tiyatro eserleri: Pençe; Cidal; Yağmurdan Doluya; Sansar; Ferdi ve Şürekâsı (Halit Ziya’nın romanından).


MEHMET RAUF-3

Benim çocukluğumda, bir Eylül kıtlığı vardı. Adı dillerde söylenir, mübalağacı rivayet adeselerinde değeri büyür; fakat kendisini görmek kabil olmazdı.

Bir gün, tesadüf, beni onunla karşılaştırdı. Eser, bir insafsızın pençesinde idi. Haftalarca meteliksiz dolaşmaya katlanarak olanca paramı verip aldım. Mektep yatakhanesinin loşluğu içinde gizli gizli okudum.

Bu temiz ve romantik aşk hikâyesiyle gönlüm sızlarken, sahibini düşünmüştüm. Eserden müessire geçmek, hayalimde ona çizgi, gölge ve renk vermek, benim eski hastalığımdır. Mehmed Rauf’a da, aşk rendesiyle incelmiş bir gövde, sevgi çöllerinde sararmış titrek yaprakları andıran bir yüz vermiştim. O, bende işte bu hüviyetle yaşıyordu. Sonra, ya Resimli Kitap'ta yahut Musavver Muhit'te, belki de Servet-i Fünun'da onun deniz üniformalı bir resmini gördüm. Bu görüş, zihnimin ilk kıyametidir. Hayalle gerçek arasındaki geniş ayrılık karşısında afallamıştım. Bu yusyuvarlak ve tostoparlak adamla, benim içimde yaşayan varlık ne bambaşka şeylerdi!

Size daha garibini söyleyeyim, bundan sonra okuduğum “Âşıkane adlı küçük hikâyelerin de tılsımı bozulmuş gibi oldu. Epey zaman inkisârımın cezasını çektim.

Bir gün geldi, ben de Bâbıâli piyasasında yer aldım. Mehmed Rauf’la tanışmam o günlere rastlar.

Edebiyat-ı Cedide’cilerin, hemen hepsi şöhretle birlikte para ve bolluğa da kavuşmuşlardı. Kimi Reji’de âzâ, kimi Sıh-hiye’de murada ermiş, kimi gazete sahibi ve mebustu. Yalnız

Rauf parasız, sade o talihsizdi.

Şimdi Ahmet Halid’in tuttuğu kitabevinde Sûdi oturuyor, üst katındaki küçük odada da Mehmed Rauf mecmuasını çıkarmaya çalışıyordu.

Kendisiyle orada görüşmüştüm. Kısa bir boy, ufak tefek fakat dolgun bir gövde. Ak yaldız serpilmiş kumral saçlı başının en manâlı ve konuşan tarafı alnıydı. Ömrünün acısı burada okunuyor, ıstırabının döktürdüğü ter, bu alında sel yataklarını andıran derin yarıklar yapıyordu. Ama bütün bunlar, yanaklarının alını solduramamıştı. Elâ gözlerinde hafif bir miyop süzü-lüş, ağzında kibar, aydınlık bir gülüş vardı.

Solgun, yumuşak ve pek zarif bir sesle konuşurdu. Savruk yaşadığı, son lirasını muhteşem bir boyunbağına vererek, kış günlerinde beyaz pabuçla kaldığını işitmiştim. İşte bunun içindir ki bu iki ucu birleştirmekte güçlük çekerdim. Fakat onda bir bohem ruhu vardı sanıyorum. Zaman zaman belirir ve taşkınlığıyla hayatında silinmez izler bırakırdı. Bir otuz yıl evvelki ahlâk telakkilerini, bir de Zambak'ı düşünün; Rauf, bu dalışı yüksek edebî şöhretinin üstünden yapmaktan çekinmemişti! Arkadaş ve dostları elbette ona karşı hissiz değillerdi. Fakat hiçbirine sığınmadı. Kupkuru nasibini alın teıi ve gözyaşıyla ıslatmayı üst bulmuştu. Rauf hakkında bir gün bir monografi yapmak isteyenler, onun seciyesini belirtmek için bu noktada epey uzun durmak zorunda kalacaklardır. Çünkü bence bu çekingenlik, onun ruhuna giden yolun birinci mola taşıdır.

Edebî şahsiyetine gelince:

Mehmed Rauf> Halit Ziya’nın çırağıdır, derler. Bu hüküm, eğer çağdaşların birbirine tesiri demekse, doğrudur. Fikir, his ve ruh mûtâları da sular gibidir. Kendinden aşağıdakileri kaplar. Halit Ziya, o devrin, hattâ belki bugünün bile en kuvvetli roman sanatkârı sayılıyor. Kırk sene evvel ise, elbette tesir ve nüfuzu kırk kere daha üstündü. Rauf’un onu üstâd tanıması bu bakımdan pek tabiî görünür. Fakat onları ayrı ayrı ele alınca, bambaşka şeyler olduklarını sezeriz.

Rauf, hem üslûbu hem sanat ideolojisi ile başlı başına bir varlıktır.

Onun dili, Cahid’in lisanına yakın bir sadelikle mümtazdı. Eylül deki aşk, romantik olmakla beraber romantizmin taşkın dalgalarından kurtularak tabiî ölçülere sığmıştır.

Gerçi Suat’la meselâ Şimen arasında büyük bir ruh farkı hissedilmez, fakat bu gönül ırmağı, ne tatlı meyilli bir vaka yamacından akar.

İhtizaf da, Âşıkane'de, Son Emel'de bir yandan Siyah İnciler'deki üslûbun anaçladığı, bir yandan da küçük hikâyede serpilip yükseldiğini görürüz.

Mehmed Rauf, sanata sadık kalmak için elinden geleni yaptı. Teophile Gauiter* gibi o da titizdi. Fakat o, dostu cahil kontun meşhur rakkase Tereza’ya şarkı yazması teklifini, keskin bir istihza ile reddetmişti. Rauf bu kadar büyük bir metanet gösteremedi. Son Yıldız'ını kabul ettirmek için epey fedakârlık etti. Kabul ettirdikten sonra da lüzumsuz yere uzatmaktan çekinmedi. Define ayarında şeyler karalamaya bile katlandı.

Ama söz kolay, iş güçtür. Ben onu çekiştirmek hakkını kendimde göremiyorum.

Kahramanlara rastladıkça imrenir, alkışlarız. Dünyanın neresinde yetişirler, hangi milletten gelirlerse gelsinler, onlara karşı beslediğimiz duygunun cinsi değişmez. Heyecanımız, hayranlığımız eksilmez. Fakat hiç kimseden de kahraman olmasını isteyemez, kahraman olmadığı için yüzümüzü buruş-turamayız.

Mehmed Rauf çetin bir ömrün yatağında aktı. Önünde açılan dert ve ıstırap çukurlarını doldura doldura ve kaybede kaybede yürüdü. Onu sonuyla değil, kemâlini gösterdiği muzaffer yıllardaki eserleriyle ölçmeli, hükümlerimizin delillerini onlardan almalıyız. O, bize Halit Ziya’dan belki daha sönük, daha az ustaca eserler verdi. Fakat gerek üslûbu, gerekse mevzularıyla bize daha yakındır.

Kendisi denizci ve İngilizce ile ilk tanışanlarımızdan olduğu halde, kafasında Fransız kültürünün yerleşmesine pek akıl erdiremiyorum.

 Bu, belki de Servet-i Fünun’cuların umumi âhenginden geliyor. Fakat ona eğer bu Anglosakson kapısı açılsaydı, sanatı, çok daha alâka uyandıracak ve biz Halide Hanım’dan önce onda yeni ve canlı bir ruhun izlerini sezecektik.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi