Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

6.BÖLÜM


Hakikaten de, Nesimi gibi bütün İslam aleminde meşhur ve çok sevilen bir şeyhlerinin idamına yüzbinlerce hürufilerin sessiz kalmaları ve idamdan hemen sonra dört bir tarafa dağılarak kısa zamanda tarih sahnesinden silinmeleri Ademin şaire verdiği nasihatlarında ne kadar haklı olduğunu gösterdi.
Qezellerdeki Adem-Nesimi dialoqunu göstermek için daha bir güzel misal göstereğim. Önce bir qezelden hiçbir izah vermeden dört beyt yazıyorum. Bakınız:


“Ömrümün sübhü üzündür, bahtımın şamı saçın
Gitme, ey dilber, gözümden, sübhümü şam eyleme.
Rindü-qellaşem, mene zahid deme, ey müttaki
Laübali aşiqi alemde bednam eyleme.
Eşqini terk etmek ister gönlüm, ama çin değil
Ya ilahi, kimseyi sen biserencam eyleme.
Çeşmeyi-lelin suyundan bir qedeh sun, saqiya
İştiyaqından, Nesimi, gözlerin cam eyleme ”.
Bu dört beytin hepsi Nesiminin birisine müracaatıdır mı? Nesimi dünyasının sırrını bilemeyenler için öyledir, çünki qezeli Nesimi diyor. Ama aslında nicedir? Nesimi aşik olduğu dilbere hem “gitme” diyor, hem de bu aşkı terk etmek mi istiyor? Hayır.


Bakınız,ilk iki beyt Nesiminin Ademe yalvarışıdır. Son iki beyt ise Ademin Nesimiye cevabıdır. Nesimi Ademe diyor ki, bahtımın karası senin saçlarının karası gibidir. Bahtım karadır ama, hayatımın sübhü, yarını yüzün gibi parlaktır; bu, misranın direk anlamıdır, sadece, poetik benzetmeyle şairane deyilmiştir. Ama artık biliyoruz ki, saç, zülf hürufilerde aye remzidir; yani benim bahtım manası anlaşılmayan ayenin gece gibi karanlığına benzer. Ademin yüzü ise Kitabi-Münzel, yani ayeler toplusudur; yarınların, geleceğin ayelerinin icrası zamanı daha gelmemiş diye ömrümün sübhü, yarınları yüzündedir, demiştir. O ayelerdeki manayı sen açıyorsun bana, ey Adem, gitme, gidersin sübhüm akşam olacak, yani ayeler bana karanlık kalacak. İkinci beytte Ademi rehme getirmek için kendini aşağılayarak “Rindü-qellaşem” diyor, yani sahtekar gezergiyim, bana dindar deme, ey iman sahibi. Bu “laübali”, avare-sergerdan aşiki alemde rezil-rüsva edeceksin gidersen. Neden rezil-rüsva olacakmış Nesimi? Çünki kendisini Kelamü-Natik ilan ettiği için, “Adem benimle konuşuyor” dediği için hürufilerden başka herkes ona sahtekar, yalancı diyormuş, hatta hürufiliğe yakın olan sufiler bile onu bu konuda ciddiye almıyorlarmış; eğer Adem ona söz söylemesini durdurursa kendi arkadaşları olan hürufiler bile ondan yüz çevire bilirler ki, herhalde iyi değilmişsin ki, Adem seninle alakasını kesmiştir. Bu yalvarışlardan sonra üçüncü beytte Adem kararsız kalıyor, gitsin mi, gitmesin mi, Nesimiyle alakasını bitirsin mi, bitirmesin mi? Diyor bu sevdayı gönlüm bitirmek istiyor ama bitiremiyorum, kararsızım. Ve beytin ikinci misrasında bu kez Adem Allaha yalvarıyor ki, ey Allahım, sen hiç kimseyi kararsız etme. Dördüncü beytte ise Adem artık rehme gelmiştir. Dördüncü beytin ilk misrasında o, cennet hurisine müracaat ediyor “saqiya” diye. Kibar meclislerde misafir kendi kadehine içkiyi kendisi süzmezmiş o çağlarda, bu işi meclislerde yerine getiren saqiler oluyormuş. Adem diyor ki, “çeşmeyi-lelin suyundan”, yani cennetin abi-kevserinden bir kadeh doldur ver saqiya ki, buna vereğim barışık alameti gibi. Bu sözleri duyunca Nesimi, tabii ki, sevincten şaşırıyor, gözleri cam gibi, piyale gibi açılıyor. Bunu görünce Adem hatta espri yapıyor, diyor, “iştiyaqından”, yani hevesinden, ey Nesimi, gözlerini cam eyleme, yani faltaşı gibi açma. Barıştım seninle.
Görüyor musunuz? Sadece, dört beytte beş müracaat vardır. Nesiminin Ademe, Ademin Nesimiye, Ademin Allaha, Ademin cennet hurisine ve tekrar Ademin Nesimiye müracaatı. Qezeldeki bu hüsus belli olmazsa orada deyilenlerden hiç bir mana çıkarmak olmaz, ya da mana yanlış olacak.


Mesela, acaip bir beyt.
“Sen sana ger yar isen, var, ey gönül, yar isteme
Yare-dildar ol sana, sen yare-dildar isteme ”.
Ne demektir bu? Ne kadar istersin oku, hiç bir şey anlamak mümkün değil. Nice yani sen sana eğer yar isen yar isteme? Şair kime demiş bunu? Sevdiği kıza mı? Kıza “yare-dildar ol sana” mı demiş? Cümle o zaman doğru olmuyor. Başkasına mı demiş ki, bu kız sana yare-dildar olsun? O zaman “ol” neden demiş? “Olsun” demeli değil miydi?
Ama hayır. Hiç bir acaiplik yokmuş burada. Bu sözleri Adem diyormuş Nesimiye, nasihat veriyormuş ona. Şairin son Halep devrindeki hürufi arkadaşlarının kalblerindeki vefasızlığı şairden iyi biliyormuş o, o yüzden demiş ki, canın sana eğer kıymetliyse, yani sen sana eğer yar isen başkalarından kendine yar, arkadaş isteme. Kendine var, kendinle ol yalnız, kendin kendine yare-dildar ol. Ardınca gelen beytte ise nedenini anlatıyor:


“Bivefadır çün bu alem, kimden istersen vefa?
Bivefa alemde sen yare-vefadar isteme”.
Yani alemin kendisi vefasızdır, kimde olacak ki vefa? Vefasız alemde vefalı yar arama.
Dünyevi qezelleri ise Ademden değil, şairin kendisinden geldiği için remzlerden, gizliliklerden uzak, aşikane şiirlerdir. Böyle qezeller sırlar bakımından Ademden gelen yükseklikte değilse de romantikliğiyle acaip güzeldir. Bakın, güzelliğine hayran olduğu bir ermeni kızına neler diyor:


“Onca kim sey eyledim nazik camalın görmeğe
Zerrece yumşalmadın, ey gönlü zindan ermeni.
Örtgil o Ay üzünü kim, çeşmü-namehrem görer
Yoksa ki dinden döner çok-çok müsliman, ermeni...
Handa bir haç ehli varsa qamusun seyr eyledim
Bulmadım men sen teki bir cani-canan, ermeni”.
Hiç bir remz, hiç bir sır yok bu qezelde. Şair, sadece, sevdiği güzeli vasfediyor, o yüzden hiç bir şerhe, izaha ihtiyac yoktur. Ama nice de acaip güzel qezeldir. Sırlı olan bir tek şey var, o da ermeni kızının fevkalade güzelliğidir ki, böyle bir yücelerden yüce şairin gönül tahtının sultanı ola bilmiştir; bu güzelliği tasavvür etmek istiyorsun ama, edemiyorsun, çünki dünya kızının güzelliğine benzemiyormuş o güzellik.


“Ne peri, ne ademi bu şekil ile men görmedim
Cennetü-huri misin, yoksa ki rizvan, ermeni?”
Yalnız cennet hurisinde böyle güzellik olabilirmiş, belki de cennetin kendisidir, diyor. Ne periler, ne insanlar içinde böyle güzellik görmediğini itiraf ediyor şair. Bak buradaca arif olanlar için qezelin diğer bir sırrı da ortaya çıkıyor. “Peri” sırrıdır bu. Eğer qezel ilahi hakikatler hakkında olmuş olsaydı, cennet varlığı olmuş Adem söylemiş diye peri ve hurileri görmesini tabii karşılardık; Allahı görmüş Adem her şeyi görmüştür ve bu gün de maddi cahan olarak görmektedir. Ama bu qezel dünyevidir, ilahi hakikatlerden uzaktır, Ademsiz söylenmiştir, şairin gönlünden gelmiştir. Bir beşer evladı gibi Nesiminin insanlar içinde bunca güzel görmediği anlaşılandır ama, periler alemini ne zaman görmüştür? Periler içinde böylesini göremem ve ya tasavvür edemem demiyor, “böylesini görmedim” diyor, tasdik ediyor. Perileri bu maddi alemde görmesi qezellerinden bellidir ama, böyle bir tasdik için onun kendisinin de periler aleminde olması gerekiyor herhalde. Hem de o alemde bir defa olmanın da işine benzemez böyle bir tasdik. İkili hayatı mı olmuş onun? Hem insanlar, hem de periler aleminde yaşamış mı o?


Evet. Kesinlikle ikili hayat yaşamış o.
“Her kim ki, Nesimi gibi oldu zülhayat
Mahşer gününde arzulamaz nefxeyi-sefir”,
(“zülhayat”- ikili hayat; “nefxeyi-sefir” - elçi nefesi. Günahkarların şefaatı için Allaha yalvaracak peyğamberlere işaredir)
diyor. Yani kim ki, Nesimi gibi ikili hayat yaşar, Kıyametten sonra Mehşer gününde yeniden diriltilerek Adalet Mahkemesi önünde durduğunda peyğamber şefaatına ihtiyacı olmaz, günahlardan arınmıştır böylesi. Ama ilahi aleme gidişleri kendi isteği ile değilmiş şairin; o aleme götürülür, orada qeyb aleminin Ademden başka diğer varlıklarıyla da görüştürüldükten sonra geri getirilirmiş “nagahan”. Beklenmeden yani.


“Nagahan girdim bustana sübhdem
Lalenin elinde gördüm cami-cem”.
Ermeni güzelini tarif ettiği qezelde şair kendisine “derviş” diyor.


“Qorxuram men dervişe sen diyesin din terkin et,
Nice ki bağladı zünnar Şeyh Senan, ermeni”.
Tabii ki, o, derviş olmamıştır, hürufilikte terki-dünyalık yasaktır. Sadece, qezel direk bir hrıstian kızına hitapdır; o kız sufilikten, hürufilikten, diğer tarikatlerden ne anlar? Hiç bir yerde çalışmayan, devamlı yaşayış yeri olmayan ve dünyanın yükü de sırtındaymış gibi daima dertli-kederli olan Nesimi bir hrıstian kızının nezerinde dervişten başka kim olabilirdi ki? Belki de bu yüzden kız ona gönlünün kapılarını kapatmışdı. Evi, sanatı, parası olmayan bir aşik lazım mı öyle güzele? Bu deli aşkın ermeni güzelinin umrunda bile olmaması Orta Doğuda haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık yüzünden de olabilirdi. Nesimi doğduğunda son haçlı seferinden cemisi yüz yıl geçmişti, hrıstian-müsliman karşıdurmasının açtığı yaralar hala yüreklerde kalmakta, hatıralarda yaşamaktaydı. Nesimi bu düşmanlıktan son derece uzaktır, sevgisi de saftır, peyğambere ant içiyor:


“Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni
Olmuşam eşqin yolunda bendeferman, ermeni...
İsayi-Meryem hakkı için hiç kararım kalmadı
Didemi giryan eylersen, bağrımı kan, ermeni”.
Ama kız zerrece yumuşamak bilmiyor. Nesimi bir tek şeyden korkuyor; ne zamansa Şeyh Senan adında bir şeyh de bir ermeni kızını seviyormuş, kız gönlünü ona vermesi için “dinini terket ve hristian ol” diyor, o da çaresiz kalarak kızın şartını kabül ediyor ve müsliman memleketlerinde hristianların tanınması için “zünnar” adlı kurşak bağlıyor. Bu ermeni güzeli de ona derse dinini terket, nice olacak? Dininden mi geçecek, aşkından mı? Aklı mı üstün gelecek, gönlü mü? Kim bilir? Herhalde bu konuda kararsızmış ki, korkuyormuş. Çünki gönül sevdasına akıl girmez, girince sevda bitmeli. Aklın düşüncesine de gönül girmez, girince akıl bitmeli. Akılla sevmek olmaz, severken akıllı olmak olmaz. Çünki sevgi gönülün akıla üstün geldiği deli halidir, aynen de dahilik aklın gönüle üstün geldiği deli halidir. Sıradan insanların nezerinde tabii ki. Çünki norma dışındadırlar. Allah için ise her iki “delilik” insanı yaratmakta maksatıdır, kamil olmayan bunu anlayamaz. Kamil olmayanlar, sıradan insanlar haman o “deliler”in emellerini acaip hisap ettikleri için yazıya alarlar ki, buna da tarih diyorlar. Yani tarih akıl ve gönül delilerinin emelleri toplusudur, başka bir şey değildir. Akılla ilmi karıştırmak olmaz; akıl ilimsiz de olabilir, her ilimli adama da akıllı demek olmaz. İlim, sadece, dünyayı derketmek, Yaradanı tanımak içindir. Cengizhan okuma-yazma bilmiyordu, ilimsizdi ama akıl delisiydi, Mecnun ise medresede okumuştu ama, gönlü aklına üstün gelmişti diye gönül delisiydi. Her ikisi de tarihte kalmıştır. Neden? Çünki her ikisi norma dışındadır; sadece, birisi akıl tarafa, diğeri gönül tarafa. Bütün ruhlar aynıdır, akıl-gönül vahdetidir, demiştim. Yeni doğmuş çocuğun ruhunun aklı ve gönlü boş bir kab gibidir, o çocuk büyütükce ömrü boyunca o kabları doldurmak için uğraşmalıdır. Düşüne bilmek kabiliyyeti aşağıdırsa akıl kabı ilimle dolmaz, seve bilmek kabiliyyeti aşağıdırsa gönül kabı aşkla dolmaz. Ruhlar aynı olsalar da aklın ve gönülün bu kabiliyyetleri her insanda farklıdır, ilahiden verildiği kadardır hele anne betnindeyken. Nesimi gibi kamillerde ise hem aklın düşünmek kabiliyyeti, hem de gönülün sevmek kabiliyyeti en yüksek, son haddedir. Arşi-Hak haddidir bu, yani sidretül-münteha hüdutu. Beşer evladının aklı ve gönlü ondan ötesine gidemez; tahmin, güman, zenn olar ondan ötesi ki, “zennü-gümana, şerhü-beyana sığamaz” o taraflar. Nesimi “xetmü-insan” olarak Kelamü-Natiklerin sonuncusu ve demek ki, en büyüğü olduğu için diger kamillerden mertebece daha da yukarıdadır, fevkelkamildir o, gönlü Ademin gönlüne kavuşmuştur diye onun gönlünde Arşi-Rahman olmuştur; onun gönlü Ademin cennetteki gönlü büyüklüktedir, Arşi-Ali büyüklüğünde. Yani Nesiminin hem aklı ilimle acaip doludur, hem de gönlü aşkla acaip zengindir. Ermeni güzeline göre gönlü aklına üstün gelmiş olsaydı bile yine Allahın nezerinde kamil olarak kalacaktı. İnsanlar ise onu, sadece, mecnun, deli bilecektiler. Leyliyi seven ilim sahipi Qeysi Mecnun hisap ettikleri gibi.


Ademi, suretü-Rahmanı delicesine sevdiği için Nesimi, tabii ki, Mecnun misalidir. Onun derdinden gezergi olmuş, çöllere düşmüş, dervişane hayat sürmüştür. Hep dilberini arıyor, bir türlü kavuşamıyor. Ama bu mecnunluk tamamen başkadır; bu sevginin içinde dünya kızlarına olan şehvani ihtiras isteğinden bir kum tanesi bile yoktur ve olması da mümkün değil. Nesiminin “Leyli”si ilahi alemin sırlar hazinesidir, Yerin altını-üstünü bilendir, her gelişinde şaire ilim, hikmet veriyor. Yani bu mecnunluk tamamen ilim, hikmet aclığı yüzündendir. Yani sevmek duyqusundan mahrum olan aqillerden farklı olarak Nesimi delicesine seve bilen bir ilim adamıdır. O yüzden eğer aqiller kamil insanlardırsa Nesimi onların üstünde, fevkindedir. Fevkelkamildir yani.


“Leylinin bildiğini Mecnuna sor, Mecnuna
Aqilin eqli haçan bildi ki, Leyla ne bilir?”
Yani dindarlığı tesbih ve seccadeyle yekunlaşan aqilin kafası itaat haddinden kalkarak ilahi alemi, “Leyli”yi benim kadar sevmeli ki, o alemin, o varlığın sırlarından haberdar olsun.


“Her ki, deva qıla ki, suretü meni bilirem
Görmemiş üzünü ol suretü-Rahman ne bilir?”
Yani kim derse ki, Adem hakkında bilgim var ama, onun yüzünü bir defa bile görmemişse ne bilecek suretü-Rahman nedir? Yalnız Ademin yüzünü görmüş insan hiçbir şüphe etmez ki, “Tövratü İncilü Fürkan hamu hüsnün sıfatındadır”, Ademin yüzündedir. Ben onun mecnunuyum diye söylediklerim “Ademin şerhidir, ayeti şeytan ne bilir?”
Nesimi onu defalarca görmüş diye hem halinden, hem ilminden haberdardır.
“Nesimi çün seni gördü, münezzeh oldu alemden
Gözünde suretü-Rahman, dilinde zikri-sübhandır”.
(“münezzeh”-günahsız, temiz)
Ve ya;
“Nesimi, ey şahe xuban, camalını göreli
Gözünde suretü-Rahman müsevver olmuştur”.
(“müsevver”- tasvir edilmiş)
Ve ya;
“Çünki Hakkı görmüşem eynül-yeqin
Olmuşam hem elm ile eynül-yeqin
Hak ile çün vasil oldum men yeqin
Tanıdım, bildim seni Hakkül-yeqin”.
(“eynül-yeqin”- gözle görmek yeqinliği)
Ve ya;
“Bu camalü-hüsnü gör ki, urar tene Aya, ya Rab
Bu ne Hak suretli adem, bu ne menili beşerdir?!”
O yüzden Nesimi Adem hakikatını anlamış, demiş ki:
“Sedeftir cümle mahlukun vücutu
Vücutun ol sedefler gövheridir”.
Ve hakikatı kendi gözleriyle gördüğü için öldürüle bileceğinden asla korkmadan her yerde her zaman “Aşiqin dini budur, buldu Nesimi yövmi-din” diye haykırmıştır. Dünyaya bununla yeni din getirdiğini iddia etmiyor katiyyen. Kurani-Kerimin ayelerinden yanlış izahlar, tefsirler çıkarmışsınız, diyor. O ayelerdeki gizli manaları zahid, molla, ülema, yani ananevi dindarlık bilemez, diyor.


“Neqlü-revayetiyle zahid uzatır sözü
Bunca ne söyler, eğer doğru meqali bilir?”
Yani zahid hakikatı anlatmak istediği zaman tahminle konuştuğu için revayetler, masallar söyleğerek sözünü uzatıyor. Doğruyu bilen adam bunca söz söylemez, benim gibi direk, kısa söyler sözünü. Ayeleri doğru şerh eden benim, çünki:


“Gelmişem Haktan enelheq, gör ne Mensur olmuşam
Ruhul-Qüdsün nitqiyem, sertaqedem nur olmuşam”.
(“sertaqedem”- baştan ayağa kadar)
Süleyman peyğambere hikmet hazinesinin kapıları açılmıştı; cinler, rüzgarlar onun hükmündeydi, kuşların dilini biliyordu. Ama onun ne Kurani-Kerimden, ne de bu Kitabdakı ayelere Ademin bildirdiği Hak şerhlerinden haberi yok diye benim söylediklerim “Süleyman mülkü”nden çok daha kıymetlidir.


“İnsü cinnin dilini gerçi Süleyman bildi
Sen bilen dili bu gün yani Süleyman ne bilir?”
Qezelin sonunda şair kıza bir soru soruyor. Önemli olan hankı soruyu sorması değilmiş, o yüzden bunu bildirmiyor. Önemli olan buymuş ki, ona herhankı bir soru versin, o da lütf ile cevap verdiği zaman onun güzel olduğu kadar da güzelce konuştuğunu Ademe göstersin.


“Bir sual etti Nesimi sen büti-mehpareden
Lütf ile söyleşe gör, ey leli-xendan, ermeni”.
Hürufilik sufiliğin temelinde kök atmış, ondan ayrılmış bir koldur. Ama Nesimiye sufi alimi demek yanlıştır. O, Fezlullah Neimiden sonra qezelleriyle hürufiliği sufilikten ayrı, tam müstakil bir tarikat haline getire bilmiştir. Diyor:


“Nesimi sufe değişmez qeminden geydiği şalı
Çünki sufi vefasızdır, bu şalın qedrini bilmez”.
Sufi dervişlerin “suf” adlı kaba yundan geyimleri oluyormuş. Nesimi de onlar gibi gezergi bir hayat yaşıyormuşsa da terki-dünya değildi diye onun sufu olmamıştır. Suf yerine obrazlı olarak “qem-keder şalına, örtüsüne” büründüğünü diyor. Ve bu şalı, bu örtüyü hiç bir dervişle onun sufuna değişmez. Neden? Çünki sufi bu şalın, bu örtünün qedrini, kıymetini bilemez. Bu, beytin direk anlamıdır, aslında ise “qem şalı”yla hürufilik, suf ile ise sufilik kastediliyor. Hürufiliği müstakil etmiş düşünceleriyle Nesimini sufiler çok kınıyormuşlar, Nesimi ise beytte sufilerin hürufiliği anlamadıkları için kıymetini bilmediklerini ve bu tarikatı bırakıp da tekrar sufiliğe dönmeyeceğini bildiriyor. Yani sizin inancınız size, benim inancım bana.


“Men itirdim, men araram, o yar menim, kime ne?
Gah girerem yar bağına, gül dererem, kime ne?”
Yani sizlerin inancından ne kaybettiysem o benim işim, Allah bilir ben bilirim. İlahi hakikat ilminden bir hikmet, yani “yar bağından gül deririm”, kime ne?


“Bir melamet hırkasını özüm geydim eynime,
Ar-namus şişesini taşa çaldım, kime ne?..
Sufiler secde ederler mescidin mihrabına,
Yar eşiği secdegahım, üz sürterem, kime ne?
Gah çıkaram gök yüzüne hökm ederem Qafdan Qafa,
Gah inerem Yer yüzüne yar severem, kime ne?
Nesimiye sordular ki, yarın ile xoş musan?
Men xoşam, ya xoş değilem, o yar menim, kime ne?”.
İzaha, şerhe ihtiyac var mı?
Ademin beşer evladına benzemediğini,Yer yüzünün ilk insanı olmadığını bildiren şair onu nice tasvir ediyor?
Meşhur bir qezel var ama, yanlışlıkla bütün nesimişinaslar o qezelde remz gibi kullanılmış “dilber” sözüyle şairin Fezlullah Neimiye işare vurduğunu hisab ediyorlar.


“Dün gece bir dilber ile eyşimiz memur idi
Lakin ol xunxare gözler uykudan mexmur idi.
Gözlerin süzmüş ve üzmüş canını aşiklerin
Asılı zülfünde yüz bin Şiblivü Mensur idi “.
Qezel böyle başlıyor. Gözleri uykusuzluktan süzgün bir misafirmiş o. Fezlullahmışsa şair diyecekti ki, Fezlullahmış o, adını çekmek yasak değilmiş ki. Hem de hemen anlaşılıyor ki, ilk defa gördüğü adamdır o. Hem de bakınız ne diyor? Saçları varmış ama, o saçlardan yüz bin Şibli ve Mensur asılıydı. Meşhur sufi Mensur Hallacdan ve onuncu çağın meşhur alimi, “Cinlerin esrarı” kitabının müellifi imam Şibliden yüzbinlercesi asılıymış yani o saçlardan. Acaip misafirmiş, değil mi? Nice yani beş yüz yıl önce ölmüş bu iki insanlardan yüz binlercesi asılıymış saçlarından?
Devam ediyoruz:


“Sözlerinden zahir oldu ol Mesihin möcüzat
Dodağından bir işaret aşiqe pek dur idi”.
Misafir konuşmağa başlayınca mücize zahir oluyor, sanki İsayi Mesihmiş. Ve şairin korkmaması için de ona işaretle “pek dur” diyor. Şair görüyor ki, saçlar insanın bildiği saçlara benzemiyor, yüzbinlerce Mensur ve Şiblilerin doğumu, yaşamı ve ölümü hakkındakı ayelermiş o saçlar.


“Hüsnü lövhünde yazılmış xubların şahı, deyü
Sümme enşe nahu xelqe axerin meşhur idi ”.
Hatırlatayım ki, peyğamberlere hürufiler “xublar” diyorlardı, yani iyiler. İlk insan, ilk peyğamber olmuş Ademe ise peyğamberler şahı, yani “şahe-xuban”, iyiler şahı diyorlardı. Bu sözden başka bir de Kurani-Kerimin Enbiya suresinin on birinci ayesinden bir hisse varmış misafirin hüsnünde: ”Summe enşe nahu xelqe axerin”. Ola bilsin ayenin tümünü beytte bildirmeğe ihtiyac duymamış şair, sadece, hangi aye olduğuna işare vermiştir. Ayenin tamamı böyledir: “Ve halbuki bir nice zulmeden beldeyi helak ettik ve onlardan sonra başka-başka birer kavim vücuda getirdik”. Şair hayretler içindedir, çünki görmüş ki, onun


“Zülfü sübhanellezi esra biebdi ayeti
Yanağı üzre müselsel xett ile mestur idi”.
Yani yanakları boyunca gizli hatt ile yazılmış İsra suresinin birinci ayesi de onun saçlarıymış. Ayenin tamamı böyledir: “Münezzehtir O ki, kulunu bir gece Mescid-i Haramdan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya yürüttü. Ta ki ona ayetlerimizden gösterelim. Şüphe yok ki, ancak O --- Halık-i Kadim --- dir herşeyi işiten gören”. Misafirin


“Boyu tuba, üzü cennet, ade kelurcun qaşı
Gözleri vennecm, onun sinesi vettur idi”.
Yani boyu cennetteki tuba ağacı kimi kametliymiş, yüzü cennet gibi güzelmiş. Kaşları Kurani Kerimin Yasin suresinin otuz dokuzuncu ayesi imiş: “ Biz kamere de konaklar takdir ettik. Nihayet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hale dönmüş olur”. Gözleri Necm suresi, sinesi ise Tur suresi imiş. Şair misafirinin bu mücizeli değişkenliğine önce hayret ediyor ama sonradan, tabii ki, onun Adem olduğunu anlayınca kendine geliyor, gönlü sevincle doluyor, o yüzden diyor:


“Hemnişin idi Nesimi dün gece bir yar ile
Gönlü şadü, vaxtı xürrem, meclisi pirnur idi”.
Ademin onun gözüne göründüğü ve demek ki, onu kendisine Kelamü-Natik seçtiği ilk geceymiş o gece. Sevinecek, meclisi nurlu olacak tabii.
Burada iki çok önemli husus vardır. Birisi budur ki, Adem onunla direk konuşmuştur, yani aralarında üçüncü bir varlık yoktur; bu yüzden o, Kelamü-Natikdir. Nice ki, hazret Musa Allahla direk konuştuğu için Kelimullah olmuştur. İkinci husus da budur ki, Adem ona önce kendisi gibi bir insan kılığında görünmüştür, sadece, konuşmaya başlayınca onun vücudunun insan vücudu gibi değil, tamamen ayelerden oluştuğunu görmüştür. Yani Nesiminin misafiri Ademin cennetteki hali olmuşdur. “ Kun fe kane”den, yani maddi aleme çevrilmezden önceki hali. Bu gecedeki ilk görüşten sonra Adem devamlı olarak onunla görüşerek ilahi hakikatleri şiirle ona söylemiştir. Nesimi de ona sözlerini şiirle demiştir. Ve her bir böyle görüşten sonra Nesimi Ademin ona, onun Ademe dediklerini yazıya almıştır hiç bir izah vermeden ve hiç bir ilaveler etmeden. Biz insanlar da o yazıları Nesimi qezelleri diye kabül etmiş, bir şairin düşünceleriymiş gibi okumuşuz. Yanlışlığımız da bunda olmuştur. Onun idamına da bu yanlışlık yol açmıştır.
Ama bu görüşlər Nesiminin hayatının sonuna kadar mı olmuştur? Nesiminin Halepte mübarize azminde olduğu zamanlarda ondan her defa yüz döndermek isteyen Adem onun yalvarışlarından rehme gelerek yine onun görüşüne gelmiştir ama, “Hardasan” qezeli sonunda Ademin çekip gittiğini, onu terkettiğini gösteriyor. Bu qezelden  sonra yine görüşmüşler mi? Bilemiyoruz. Bildiğimiz budur ki, bu ayrılık çok uzun sürmüş diye Nesimi hasretten yanıp kül olma haline gelmiştir. “Nerdesin?” diye hep onu aramıştır ve bulmadığı için de bu qezelde Ademin ona cevabı yoktur. Qezel başından sonuna kadar Nesiminin Ademe yalvarışıdır, yani bu qezelde bir tek Nesimi vardır. Şairin ah-nalesidir, göz yaşlarıdır, feryatıdır bu qezel.

“Canımı yandırdı şövqün, ey nigarım, hardasan?
Gözlerim nuru, iki alemde varım hardasan?
Bağrımı qan eyledi acı ferağın, gel yetiş
Ey lebi veslet, şerabü-xoşgüvarım, hardasan?..
Ta üzün şeminden irak düşmüşem pervanetek,
Yanıram leylü-nahar, ey nuri-narım, hardasan?..
Senden özge gönlüme yoktur vefalı yare-dost,
Ey cefasız, hüsnü-kamil yadigarım, hardasan?”

Şairin dünyası dağılmış sanki bu ayrılıktan; bağrı kan olmuş, “leylü-nahar”, gece-gündüz yanıyor ağlıyormuş. Bu ayrılık o kadar uzunmuş ki, şair anlamış ki, hakikaten de, hiç kimse onun kadar vefalı değilmiş, yani keşke zamanında onun nasihatlarını dinleseymiş. “Eyledi eşqin meni qalxan melamet pirine” diyor. Yani yalnız sana olan aşkımın gücüyle beni kınayanlara kalkan ola biliyordum, onların istihzalarına duruş getiriyordum. Ama şimdi sen yoksun, o yüzden

“Yar üçün her guşede min div olur düşman mene,
Ey sevadü-ezemü mühkem hisarım, hardasan?”

Her “div”, yani her cahil düşmandır artık bana her yerde, sen idin benim yüce bilikli mühkem hisarım, nerdesin?

“Çün Nesimidir bu gün eyyami-eşqin serveri,
Ey şeker leb, yare-şirin ruzigarım, hardasan?”
Yani bu muhteşem qezel bu güne kadar kabül edildiğinin aksine olarak, kesinlikle şairin herhangı bir sevdiği kıza değil, Ademe müracaatıdır.
Şairin qezellerini kendisini Allah hisap ederek değil, Ademin diliyle yazdığını derkettikten sonra “Mende sığar iken cahan” yerine “Mende sığar iki cahan” gibi okumanın ne kadar yanlış olduğu hemen belli oluyor. Guya burada iki cahandan birisi Ademin ilk olarak yaşadığı cennetmiş, o birisi ise kovulduğu dünyamız imiş, her ikisi de Allahınmış diye “iki cahan”ın kendisinde olduğundan konuşuyormuş şair. Ama qezeli Adem söylüyorsa, demek, “iki cahan”ın Ademe sığmasından konuşulamaz. Cennet Ademden küçük mü ki, Ademe sığsın? Yaratıldıkdan sonra yaşamak için yerleştirildiği mekan onun kendisinden nasıl küçük olabilir? O mekan onun kendisi için yaratılmamış mıydı ki, onun içinde yaşasın ve onun her naz-nimetinden faydalansın? Varlık mekanı ise Ademin kendi vücutundan yaratılmışdır diye Ademden küçüktür, Ademin içindedir. En çoğu Ademin kendisi büyüklükte olabilir. Yani yalnız haman bu mekan, haman bu maddi cahan Ademin içine sığandır. Ve içine sığdığı için de kendisinin bu cahana sığa bilmediğini, bu cahandan büyük olduğunu diyor. Ona göre de qezelde yalnız haman bu varlık mekanının, bu cahanın ona sığmasından konuşuluyor.


Budur. O büyük şairin yaratıcılığına tamamen yeni yönden ışık tutarak cahillerin onun üstüne çok büyük bir haksızlıkla örttükleri kafir perdesini tarihin çöplüğüne atmağa çalıştım. Buna ne derecede nail olduğumu yalnız arif olanlar bilecek. Ama tam eminim ki, onun bu güne kadar karanlıklar içinde kalmış dünyasına tuttuğum bu ışık bundan sonra onun bütün yaratıcılığının sırrını açmak için nesimişinaslara yardımçı olacak. Çünki Nesimi yaratıcılığına şair poeziyası gibi bakmak doğru değildir; her beytinde bir dünya yatan bu qezellerin sahibi kendi ruhani dünyasıyla beşeriyyetin fevkinde duran öyle kamillerdendir ki, bildiği, yettiği hakikatı, sadece, şiirle söylemiştir. Hakikat ise bir olduğu için şair bütün qezellerinde yalnız ve yalnız onu bildirmiştir insanlara. Fark poetik ifadelerde, teşbihlerde, aforizmlerde, remzlerdedir. Bilmek lazımdır ki, hem Nesiminin sağlığında, hem de onun idamından sonra “Nesimi” adıyla qezeller yazanlar çok olmuştur. O “nesimiler”in qezellerini asıl Nesimiye ait etmek onun hakikatinin derk edilmesinde zorluk yaratabilir. Misalçün, eğer qezelde diyorsa ki, “derimi soydular”, o qezel kesinlikle asıl Nesiminin değildir, çünki tarihi fakt budur ki, onun derisi boynu vurulduktan sonra soyulmuş, derisiz ceseti Halep kalesi kapısından bir hafta asılmıştır ki, diğer hürufilere ders olsun; derisi soyulan meyit dil açarak qezel söyleyemez. Canlıyken derisinin soyulması efsanedir yani; idam fetvasını Halep ruhanileri vermişler, dini fetvalarda ise canlının derisinin soyulması gibi zalimlik olamaz. Nesimi devlete karşı gelmemiştir, sadece, sayısı artmış taraftarlarının yalnızca onu dinlediklerini, bir tek onu kendilerine büyük, başçı hisap ettiklerini gören şehir hakimi Yaşbek tedbirini ilericeden alarak onu tutuklamış ve dört mezhep hakiminin iştirakı ile onun mahkemesi olmuştur.


Bu barede bir azcık etraflı malumat vermem gerekiyor. Gök yüzünde Kıyamet alameti sahnesi yaratmak fikrinden Nesiminin yalnızca en yakın çevresinden olan bir kaç hürufi malumatlıydı. Bu devr qezellerinde Ademden gelen itirazlar bolluk teşkil ediyorsa da Nesimi bir Kelamü-Natik gibi görevine ihanet etmiyor, o qezelleri de herkese söylüyor. Ve tabii ki, diğer qezelleri gibi bu itiraz qezelleri de anında bütün Halepe yayılıyor dervişler tarafından. Ama bu türlü qezellerdeki asıl manayı Nesimi yalnız haman o bir kaç arkadaşına anlatıyordu. Kimse bilmemeliydi ki, Adem bu isyan meselesine kesinlikle karşıdır. Diğer insanlar, tabii ki, yeni qezelleri de seviyorlardı Nesimidendir diye ama, onların asıl manalarından uzak idiler. Mesela, “Etmegil” qezelinde “etmegil” sözünün hankı beytte hankı varlığa ait olduğunu Nesimi anlatmazsa sanacaklardı ki, bütün beytler Nesiminin Ademe yalvarışlarıdır; sanki hakiki Kıyamet kapının ağzındadır, Nesimi de Ademe yalvarıyor ki, gökte ikinci Güneş gibi parlamasın, insanlara yazık olur, hepsi kırılacaklar.


Ama Hakkın “Lateherrük” emriyle Ademin böyle bir sahtekarlığı yapmayacağı tam kesinleşdikten sonra Nesiminin insanlardan uzaklaşarak kendi hücresine kapanması onun yakın çevresiyle yüz binlerce insan arasında zorluklar yaşanmasına neden oldu; şairin insanlar arasına çıkmamasını merak eden halk sanmış ki,onu öldürmüşler ve kimseye bildirmiyorlar. Halkın gitgide artan heyecanını yatırmak için Nesimi tek bir defa büyük zorlukla hücresinden çıkarak kendisini insanlara gösteriyor. Çok kısa müddete. Hasta olduğu yüzünün sarardığından belliydi. Ayakta zorla duruyormuş, yıkılmamak için bir arkadaşının kolundan tutmuşdu. Halinin kötüleşe bileceğini gören yakınları onu tekrar hücresine götürüyorlar.


Bundan bir kaç gün sonra nerdense açığa çıkmış “sahte Kıyamet” sırrı ağızdan-ağıza geçerek yavaş-yavaş bütün şehri bürüyor. Halk bunca kandırıla bileceğine inanamıyor. Söylenenlerin doğru olub-olmadığını Nesiminin kendi dilinden işitmek için bu defa büyük izdiham halinde onun yanına geliyorlar. Bunca büyük insan seline şehir sokakları yetmediği için evlerin, duvarların üstü de insanla doluydu. Bazı cahiller “sahtekar”, “fırıldakçı”, “yalançı kafir”, “çık dışarı” diye bağırıyordu. O anlar Nesimi dışarı çıkacak olursa ya yalan söylemeli, ya da her şeyi itiraf etmeliydi. Şüphe yok ki, herhankı bir mahir siyasetçi böyle bir izdiham önünde söz söylemek fırsatından öyle faydalana bilirdi ki, bununla belki de gelecek zaferlerinin temelini atmış olurdu. Ama Nesimi katiyyen siyaset adamı değildi; insan seli önünde açık-aşkar yalan söylemek ve ya söylenenlerin doğru olduğunu itiraf etmek onun için aynı derecede rezil-rüsva olmak demek idi. O yüzden fakir hücresinin köşesinde kollarıyla dizlerini kucaklayarak oturmuş, başını da dizleri üstüne koyarak durmadan kendisine Allahtan ölüm diliyordu.


Şehir ve civarına ne zamandır toplanmış insanların bir gün neyse bir karışıklık çıkaracağından hiç bir şüphesi olmayan şehir hakimi Yaşbek şehrin insanla kaynaştığını görünce derhal Nesiminin tutuklanması için bir bölük asker gönderiyor. O zamana kadar “bu yakınlarda Güneş mi, Ay mı tutulması olacak, onu seyr etmek için bu şehre toplanmışız”, diyen hürufilerden yalnız mihriban, samimi münasebet görmüşdü diye onlara dokunmamıştı. Ama o gün halkta heyecan ve kazap varıydı, böyle kızğın kitleden her bir kötülük beklemek mümkün idi. Arada gezen dedi-kodulardan işin içeriğini anladıktan sonra Nesiminin tutuklanması emrini vermişdi.


Askerlerin dışarıdan “Nerde mürşidiniz?”, “Nesimi nerde?” diye bağırdıklarını işitince şair yorğun ve üzgün bir halde kalkıyor, hırkasını sırtına alıyor. Koşarak gelen bir genc hürufinin heyecanla “Ya şeyh, seni soruyorlar” sözlerinden hiç halini bozmuyor. Sakince “Nihayet”, diyor ve onun yaşarmış gözlerinden öpüyor: “Dünya duracak yer değil, gönlüm benim. Bana ölüm dilemeni istiyorum, çünki bu cemdek kokulu dünyada ölmüşler kadar bahtiyarlar yoktur. “ Mensur egerçi Haktan rüsvayi-alem oldu, Ondan ona ne qem ki, rüsvayi-alem Oldur“. Mensur değil yani, Odur, O. Talihi kim yazıyorsa, O. Beni sıldırım kayalıktan atlamağa koymayandır O. İntihar günahmış”. Ve birdence asabi gülüşle gülüyor:” Buna ne diyecekler? Ha-ha-ha-haaa! Bu ki intihar değil. Anlaya biliyor musun, gözüm nuru? İntihar değil bu. Hakkın yazdığı yazıdır, ondan kaçmak olmaz. Öldürmek fikrinden vaz geçmesinler diye susmağımla kızdıracağım bu cahilleri, sen de bana ölüm arzula. Bu, mürşidinin sana son emridir. Elveda. ”


Böyle diyerek onu bağrına basıyor, sonra dışarı çıkarak avluya inen pillelerde duruyor. Nerdeyse otuz kadar hürufi vardı burada, onu görünce ellerindeki küçük hançarlari yukarı kaldırarak “enelheq” diye bağırıyorlar; bunlar hiçbir zaman onu bir adım bile terketmeğen, ona her zaman canlarını of demeden feda etmeğe hazır olan en yakın çevresi, en vefalı arkadaşlarıydı. Şair hayretle onların elindeki hançerlere bakıyor; hürufilerin silahı yalnızca ilimdi, katiyyen silah gezdirmezlerdi. Bu nedir? Bunlar da nereden çıktı? Birisi öne çıkıyor: “Canımız sana feda olsun, ya şeyh, dışarıda yüzbinlerce delikanlı türk evladı var, bir tek emrini bekliyorlar ki, senin yolunda şehrin altını üstüne getirsinler”. Şairin yüzünde acı tebessüm dolaşıyor:” Benim yolum yoktur. Bir tek yol var, o da Hakkın yoludur. Siz Onun “Lateherrük” emrini unuttunuz qaliba. Ona karşı mı gelmek istiyorsunuz? Bu hançarlarla mı?” Adam israr ediyor: ”Ya şeyh, gecikmek olmaz. Emr ver Allah hatırına. Darvazayı açıp askerin üstüne atılırsak bütün şehir anında harekete geçecek. Zaferin bir adımındayız. Emr ver, ya mürşidi-kamilim”.


Askerler artık bağıra-bağıra darvazayı vurmağa başlıyorlar. Bunu gören şair bakışlarını göklere dikiyor, sanki neyse arıyordu gök yüzünde. Sonra ah çekerek yüzünü arkadaşlarına tutuyor: “İşitin beni: Allah şahittir ki, bana Adem ne söylemişse sizlere iletmişim noktasına kadar. Bu andan beni değil, size ilettiğim o ilmi koruyacaksınız. Emrim ise böyle olacak: hançarları gizleğin, darvazayı açın ve askerler beni aldıklarında bana bir adım bile yaklaşmayın. Hakkü-Teala böyle istiyor. Yaklaşarsanız Ona karşı gelmiş olursunuz. O zaman yemin ederim ki, ahirette yüzünüze bakmam”.


Bu, çok ağır yemin idi. Hürufiler çaresizce biribirileriyle bakışıyorlar. Sonra bir kelme bile demeden hançarlarını ebalarının altına, kemerleriinin arasına gizliyorlar. İkisi darvazayı açmağa gidiyor.
Darvaza açılınca yüzlerinde gözlerine kadar siyah örtük olan pehlivan cüsseli altı-yedi muhafız içeri sokuluyor, “Nerde o arakarıştıran Nesimi?” diye.
Şair sakince pillelerde durmaktaydı. Acı tebessüm yüzünden gitmemişdi. “Ey cahiliyye askerleri!”, diye bağırıyor, “Dediğiniz o arakarıştıran karşınızdadır. Şeyh İmadeddin Nesimi de diyorlar adıma. Bir zamanlar Şamahıda Seyyid Ali Seyyid Muhammed oğlu derlerdi. Haktan künyem ise Ebülfezldir ”


Askerler derhal ona yaklaşıyorlar. Başçıları dikkatle onun yüzüne-gözüne bakıyor, sonra hürufilere dönüyor: “Bu mu Nesimi?!”. Adamların cevab yerine kederle gözlerini yere diktiğini görünce “Alın bunu!” diyor. Askerlerden birisi şairin koluna kandal vurmak istiyor. Ama başçı derhal onun boynunun ardından yumrukla vurarak kenara itiyor: “Hayvan herif! Görmüyor musun karşındakı mühiti-ezem Nesimidir? Şeyhin koluna kandal vuracak kadar aşağılık mıyız biz? Koluna girin, adap-erkanla götürün şunu”.
Ola bilsin şairi kandallamamak talimatını şehir hakiminin kendisi vermişdi. Adı diller ezberi olan Nesiminin sıradan bir caniymiş gibi kandallanmasına halktan büyük tepki olabilirdi. Şehrin muhafaza birlikleri ise bunca büyük insan seli karşısında dura bilecek kuvvette değildi. Komşu şehirlerden ilave ordu birlikleri gelinceğe kadar ise kazaplanmış halk şehirde taşı taş üstünde bırakmazdı.


Ama belki de Nesiminin nurani, çok yakışıklı, masum yüzüne dikkatle baktığı zaman içine dolan bir ses bu adamın tamamen suçsuz, fitne-fesattan uzak birisi olduğunu ona haykırmışdı. Çünki darvazadan girdiği andan ta ona yaklaşıncaya kadar çok öfkeli olan bu adam ona dikkatle baktığı zaman sanki değişmişti, hürufilere de taacüpten kaşlarını kaldırarak, gözlerine inanamıyormuş gibi hayretle sormuşdu “bu mu Nesimi?”. Sanki demek istemişdi ki, yüzünden nur, paklık yağan bu adama mı diyorlar arakarıştıran?
Bir asker sağdan, birisi de soldan koluna girerek şairi zindana götürüyorlar. Durmadan uğuldayan, bağıran halk onun askerlerin ahatasında darvazadan çıktığını görünce birdence sessizliğe bürünüyor. Atlı askerler insan selini yara-yara zindana taraf giden yolu açıyordu.


Birden kalabalık içinden birisi “enelheq” diye bağırıyor. Ardınca bir başkası, sonra daha birisi, üçü, beşi, on beşi ona koşuluyor ve az sonra dağları-taşları sanki yerinden oynata bilecek “Enelheq” sedası bütün şehri bürüyor. Şair herden elini yukarı kaldırmakla halkı sakinleştirmeğe çalışıyorsa da olmuyor. Zindana salındıktan ve zindanın ağır darvazaları bağlandıktan sonra da “enelheq” sedaları durmak bilmiyor.


Bütün o yol boyunca şairin bir tek “isyan” diye bağırması ile şehir çok kısa bir zamanda hürufilerin eline geçebilirdi. Ama o, yol boyunca susmuşdu; gözlerini fikir-hayal içinde yere dikerek susmuşdu. Nesimi dünyasını anlamayanlar onun bu halledici zamanda neden inatla sustuğunu katiyyen anlayamazlar. Diyecekler eğer insanları gök yüzünde ikinci Güneşin görüneceği vaatiyle kandırması isyan için gerekmişse, bütün şehir isyana bir kıvılcım beklediği halde neden isyandan geri durmuşdu? Ama onun dünyasını qezellerine verdiğim şerhler ışığında derk edenler de bu hadise için diğer mantıklı soru verecekler. Diyecekler eğer o, kafir değilmişse, aksine, fevkelkamil dindarmışsa, zamanından önce ikinci Güneş gibi görünmek sevdasının boş bir hayal olduğunu, ilahi nizam sisteminde böyle bir şeyin asla ve asla mümkün olmayacağını bildiği halde neden ilahi alemden böyle acaib bir ricada bulunmuşdu?


Evet. Hakikaten de, kafaları karıştıran bir meseledir.
Şahsen benim bu soruya cevabım böyledir: sanki Fezlullahın idamından büyük sarsıntı geçirmiş ve ümumiyyetle bu dünyada yaşamaktan usanmış şair intihar hisap edilmeğen bir ölümle öle bilmek için bu dünyayla o dünya varlıkları arasında şahmat oyunu gibi çok ince ve çok akıllıca bir oyun oynamışdır. Gökte Ademin yüzünü göreceksiniz diye insanları Halepe toplayacak, sonra Ademe görünmek için yalvaracak, Adem tabii ki buna gitmeğecek, işin üstü açılınca da halk kandırıldığı için heyecana gelecek ve buna göre de devlet tarafından isyana cehdde suçlu bilinerek tutuklanacak, idam edilecekti. Tabii ki, herhankı bir şehirde Ademden gök yüzünde görünmesini istemeden de karışıklık çıkarmak mümkün idi. Tarihçiler demiyorlar mı hürufiler ona öyle sadiktiler ki, her sözünü sultan emriymiş gibi canla-başla yerine getiriyorlardı? Ama hayır, bu halde o, sadece, bir qiyamçı gibi tutuklanacaktı ve kan-kırğın da kaçılmaz olacaktı ki, buna göre mahşer gününde hisap vermeli olacaktı. Ama Ademe yalvarışları ve Ademin ona itirazları qezeller halinde fakt olarak elinde olunca ve Haktan da bu işe kesin itiraz geldiğinde hücresine çekilerek sakin durunca kimse artık ona qiyamçı diyemezdi. Kan-kırğın olmamış diye, isyan emri vermemiş diye, bir adamın bile burnunun kanamasına sebebkar olmamış diye günahsız idam edilmiş olacaktı.


Diye bilirler eğer böyleymişse, intihar olmayan bir ölümü hakettiğini ve nihayet öldürüleceğini anlamışdıysa neden hücresine kapanıp gece-gündüz ağlıyormuş? Göz yaşları da mı sahteymiş?


Bak, buna cevap vermek mümkündür. O, Ademin gök yüzünde görünmediği için, isyanın baş tutmadığı için değil, Ademin ondan tamamen küsüp gittiği için ağlıyordu. O dünyaya gittiğinde de mi Adem ondan küsmüş olacaktı? Ebediyyet boyunca yüzüne bakmayacak mı delicesine sevdiği o güzel varlık?


Hakikaten de, hayret etmemek mümkün değil. Eğer maddi alemle ilahi alemi bir şahmat tahtası gibi görerek bunca büyük ahateli gidişleri ilericeden düşüne bilmişse helal olsun zekasına vallah! Bu gidişler sonunda dünyadan bıkmış usanmış vücutu intiharsız ölüm bulacaktı, hem de o dünyada Adem onunla barışacaktı isyana gitmedi diye. Hem hürufiler sevimli şeyhlerinin Ademle barışık hatirine isyandan vazgeçtiğini öğrenince onu daha çok sevecektiler, hem de Nesimiye kafir diyen muhafazakar dindarlar şüphe içinde kalacaktılar; eğer o, ilahi alemle konuştuğunu yalan söylüyormuşsa neden ilahi alemin korkusundan isyandan vaz geçmiş ki? Kafir olan ilahi alemin mevcutluğunu kabül ediyormu ki, Allahtan korkusu da olsun?!


Neyse. Devam edelim. Zindanın ağır darvazaları bağlandıktan sonra da şehirden “enelheq” sedaları kesilmek bilmiyor. İnsanların dağılmadığını, bağırtıların susmadığını gören şehir hakimi kendisi halkın önüne çıkmağa mecbur oluyor. Kurani-Kerime ant içiyor ki, bu işe adaletle bakılması için her şeyi temin edecek ve eğer suçsuzsa, hiç kimsede zerrece şüphe olmasın ki, azat edilecek.


Halk onun sözüne inanıyor ve yalnız bundan sonra yavaş-yavaş şehir sokakları boşalmağa başlıyor.
Tabii ki, Nesimi gibi bütün Şark aleminde sevilen bir şairi, hem de bir tarikat başçısını şehir hakimi kendi kafasınca cezalandırmağa cürat edemezdi. Son günlerde isyan hakkında dedi-kodular duymuşsa da ne isyan varıydı, ne de isyana cehd. Hürufilerde de hiçbir silah yok. Dedi-kodular esasında başa çıkılmaz bu iş. Ama saltanatın ucqar bir eyalet şehrinin hakimi olmasıyla bir türlü barışamayan bu vazife, şan-şöhret muhterisi başkentte saraya yakın çevrelerde büyük ve rahat bir vazifeye sahiplenmek aşkıyla yanıyordu. Sultanın büyük itibarını kazanmak için gürültülü bir işin beklentisindeydi. Osmanlıyla sınırdakı mühüm ticaret ve stratejik şehir olan Halepte halkın bunca heyecana gelmesi fırsatını değerlendirmemek ahmaklık olurdu. Şehire Osmanlı taraftan geçen yabançıların toplanması hakkında malumatı çoktan sultana iletmişdi. Sultan da “devlete karşı baş kaldırırlarsa mahv edilsinler” talimatını vermişdi.
Ve budur, artık başçılarını tutuklamış, zindana attırmışdı. Ama devlete karşı ne onun, ne de müritlerinin işlediği hiçbir suç yok idi. En iyi halde ondan ve müritlerinden Halepi terkederek geriye, Osmanlıya dönmelerini talep edebilirdi. Ama o zaman elveda başkentte yaşamak hülyası. Bir de böyle fırsat eline ne zaman geçecekti? Nesimi devlete karşı gelmemişdiyse bile onu öyle bir ittihamla suçlamak gerekti ki, idamı kaçılmaz olsun. Mürşitlerinin idamından sonra müritleri çaresiz kalarak şehri terkedecektiler ve Halep önceki sakin hayatına kavuşacaktı.
O yüzden Yaşbek onun bir isyançı gibi değil, qezellerinde küfr, İslama hakaret olduğunu araştırmak için mahkemesini talep ediyor. Biliyor ki, bu meselede bütün Şark aleminin muhafazakar dindarlığı Nesimiye karşıdır. Mahkeme hakimlerinin de tamamen muhafazakar dindarlık içinden olacağına göre onun kafir olması “sübut” edilecekti; kafirin cezası ise idamdır. Mahkeme fetvası tasdik için başkente, baş ruhaniye gönderilecekti ve ondan sonra sultan onun nice idam edilmesi hakkında ferman verecekti. Ve böylece Yaşbek saltanatı ve İslam dinini “çok büyük bir tehlikeden kurtarmış” olacaktı, hem de işin içinden tertemiz çıkacaktı; çünki kararı mahkeme verecekti, idam ise sultanın fermanı esasında olacaktı diye buna göre halk onu kınamayacak, üstüne ayaklanmayacaktı.
Evet. Büyük şair mahkemeye çıkarılıyor. Dört büyük tarikatın heresini bir hakim temsil etmekle dört hakim varmış mahkemede. Bir de mahkemenin sedri. Devlete karşı gelmediği için ne hanefi, ne şafii, ne maliki hakimleri onu suçlu bulmuyorlar. Hanefi hakimi demiş ki, qezellerinde küfr hisap edilecek yerler var ama, bunun için ben ona idam fetvası veremem. Şafii ve maliki hakimleri de onun dediğini demişler. Yalnız henbeli hakimi qezellerindeki küfrüne göre onun idamını talep etmiş. Bunu işitince diğer üç hakim ellerini göklere kaldırıp Allahı şahid tutarak, ”bu işde biz yokuz, böyle bir günahı boynumuza alamayız”, demişler. Ama Nesimiye od püsküren öfkeli henbeli hakim dediğinde israr etmiş, “o halde fetvayı ben veriyorum, eğer bunu doğru bilmiyorsanız günahı benim boynuma olsun” demiş.
İdam fetvası çıkarılmış, başkente gönderilmiş ve Ali ruhaniyyet fetvayı tasdik etmiş, sonra sultan el-Müeyyede takdim edilmiştir. O da şairin boynunun vurulması, sonra derisinin soyularak cesedinin Halep kalesinden asılması, daha sonra cesetin dört hisseye parçalanarak sultanın dört düşmanına gönderilmesi fermanını vermiştir.

*

Yani Nesiminin derisi kesinlikle öldürüldükten sonra soyulmuşdur.
O yüzden, eğer qezel Nesimiye ait ediliyorsa ama, orada “derimi soydular”, ”püstümü soydular”, “serta qedem soydular” diyorsa, bilin ki, kesinlikle Nesiminin değildir o qezel.
Ve ya qezelde Nesimi ehli-beyte aşik gibi gösteriliyorsa, imam Aliden yardım umuyorsa, bu da
onun değildir, büyük bir ihtimalle Şah İsmayıl devrinin hangısa bir şii-kızılbaş “nesimi”sinin qezelidir. Çünki kendisine “mühiti-ezemem, adım Ademdir, Ademem” diyen birisinin insanlardan yardım umması, “ya Ali, senden medet” demesi, tabii ki, hiç mantıklı değildir.
Ve ya “hunxar halife” ifadesi geçiyorsa qezelde, bilmek lazımdır ki, bunu Osmanlı halifelerine ünvanlıyorlardı. Osmanlı sultanları ise “halife” adını Yavuz sultan Selimden başlayarak almışlar, yani Nesiminin ölümünden bir asır sonra. Demek ki, o qezel de Nesiminin olamaz.
Yani Nesimi hakikatinin bu yazımdakı gibi açılışını kabül edirken qezellerden hangısının ona ait olup olmadığını anlamak artık o kadar da zor olmayacak.
Ben Nesimi qezellerinden, sadece, bir kaçını şerh etmeğe çalıştım; nice ki insan bedeni, Ay, Güneş kendi görüntüleriyle beyan olduklarından onların görüntüleri şerhe sığar, qezel de hazret Ademin diliyle
deyilmiş olsa bile insan oğluna qezel gibi beyan olarak maddileşmiştir diye bir maddiyyat gibi şerhe sığandır. Ama o qezelin içinde büyük bir hikmet yatıyor ki, o hikmet o qezelin ruhudur; insan bedeninin, Ayın, Güneşin içinde olan ruh gibi ilahidendir diye şerhü-beyana, zennü-gümana, bizim lisana sığan değil. Çünki ruh hakkında bilgi yalnız Allaha mahsustur.
Arif olanlar dediklerimi anlamışlarsa bu yazdıklarım şairin ruhuna ihsan olsun. Cahiller ise, sadece, şaire dokunmasınlar. Bir onu bilsinler ki, böyle bir şair ne ona kadar, ne de ondan sonra dünyaya gelmemiştir.

*

İç dünyası bunca saf, yüce, imanlı olan Nesimini tarikat lideri, şeyh olduğu halde bir hristian kızına gönül vermekte ve ya hileyle isyana kalkmak istemekte suçlayarak onu aşağılamak mantıktan kenar bir şey olardı. İdeal temiz olanlar meleklerdir. O da bir beşer evlatıydı. Hatta bazı peyğamberlerin bile hayatlarında öyle hadiseler olmuş ki, adam hayrete gelmeğe bilmiyor. Davud peyğamber padişah olduğu zamanlarda bir askerinin güzel karısından hoşlanıyor ve arzusunu hayata geçire bilmek için o askeri uzak bir harbi sefere gönderiyor ki, gitsin, geri dönemesin. Sonra tevbe ediyor tabii ki. Babası Süleyman peyğamber padişahlığının son zamanlarında altundan bir buzağı düzelttirerek ona tapınıyor. O da sonra tevbe ediyor tabii ki. İbrahim peyğamber Mısıra giderek kendi helalca karısını firavuna kızkardeşi gibi takdim ediyor, firavun da Sara hanımı sarayına alarak İbrahim peyğambere sayısız hayvanat sürüleri, altun-gümüş veriyor. Ama onların karı-koca olduğu belli olunca firavun ikisini de Mısırdan kovuyor, onlara verdiği var-devleti de geri almıyor; böylece İbrahim peyğamber
Filistin-Ürdün civarının en zengin adamı olmuş oluyor. Demek ki, bunlar normalmış ama, Nesiminin bir ermeni kızını saf muhabbetle sevmesi suçmuş, öyle mi? Zavallı şair hiç onunla yakınlık ede bildi mi ki? Demiyor mu


“Onca ki sey eyledim nazik camalın görmeğe
Zerrece yumşalmadın, ey gönlü zindan, ermeni”
Ve ya isyan sevdasına düşdüyse de isyan etti mi ki? Niyyeti ilahi adaleti ve ilahi ilmi hakim etmek olanın isyan sevdası suç sayıla bilinir mi?
Halep şehrine geldiği günden Nesimi o zamana kadarkı mütevazi, sakin Nesimi değildi artık. İsyan azminde olan bir dervişin bile halinde değişiklikler olmalıydı tabii ki; isyan yatırılmayacağı halde hakim olacaktı o, emir obrazına girmeliydi. Şehrin Mısır sultanına bağlı hakimi olduğu halde hürufiler artık onun değil, Nesiminin ağzından çıkan her bir sözü kutsal bir emriymiş gibi canla-başla yerine getiriyorlardı. İkihakimiyyetlilik yaranmaktaydı Halepte. Kulağından çok pahalı “lölöi-şehvar”ı, yani şahlara layik incisi olan küpe asmağı da bu sebepten idi şairin. Adem o küpe hakkında da ona kınayıcı sözler diyor:


“Ey küpeyi incudan eden, menden işit pend
Söz dürrünü tut, lölöi-şehvara yapışma.
Ey marifetin müshefi, uş kenz ile müsbah
Mistah budur, mecmei-muxtara yapışma”.
(“pend” - nasihat; “kenz” - hazine; “misbah” - şamdan; “müftah” - anahtar)
Nasihatımı işit, diyor Adem, ey inciden küpe takan, sen sözlerimdeki inciden tut, şahlara layik incilerden yapışma. Sen sana verdiğim ilmin, marifetin müshefisin; hazine de, o hazinenin anahtarı da, o hazineyi nurlandıran şamdan da o müshefdedir, ağalık mecmeisinden yapışma.
Qezel Ademden gelmiş olsa da ilk iki beyt Haktan Ademedir.


“Ey Ruhi-Qüdüs, cifeyi-murdara yapışma
Gülzari-cinanı qoyuban xara yapışma.
Mehbubi-ezel, yari-ebed var iken, ey yar
Eğyar eteğin dutma ve eğyara yapışma”.
Nesimi Ademe gökte ikinci Güneş gibi görünmesini yalvardığı zaman Ademin bunu Hakka ilettiğinde Hakkın ona cevabıdır bu iki beyt. Diyor ki, ey Adem, cennet gülzarını bir tarafa bırakarak dünya adlı murdar leşe, dikene yapışma. Ezeli dost olan Allah, ebedi yar olan cennet bahçeleri varken dünya adlı fani eğyara yapışma.
Sonrakı yedi beyt Ademin Nesimiye nasihatıdır.


“Mensur gibi ister isen menzili-ali
İtirme beqa darı, fena dara yapışma”
(“beqa dar” - ebedi ev, cennet; “fena dar” - fani ev, dünya).
Yani Mensur Hallac gibi ahirette yüce makama yetmek istiyorsan eğer fani dünyaya yapışarak cennetini kaybetme.
Böylece yedi beytin altısında Adem Nesimiye dünya işlerinden uzak durmağı tavsiye ediyor. Sonuncu beytte ise dünya kızına olan sevgisini de kınıyor.


“Saçı qaranın zülfüne yapışdı Nesimi
Ey bada veren ömrünü, zünnara yapışma”.
Kimmiş o karasaçlı, zünnar bağlamış güzel ki, Nesimi “yapışmış” ona? Zünnar bağlamışsa ya hristian, ya da yahudi kızıymış. Ama qezelleri içinde yalnızca birisinde zünnar bağlamış kızın hankı ümmetten ve hankı milliyyetten olduğunu açıkca belli ederek ona olan sevgisinden söz ediyor şair.
“Handa bir haç ehli gördüm hamusun seyr eyledim
Bulmadım men sen teki bir cani-canan, ermeni”.

SON EKLENENLER

Üye Girişi