Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

NESİMİ - GERÇEK HADİS İMİŞ BU ...


Gazel

1
Gerçek hadis imiş bu ki hubun vefası yok
Kim sevdi hubu vü dedi hubun cefası yok
2
Işkın belası yok deyüben ışka düşme kim
Kim aşık oldu vü dedi ışkın belası yok
3
Anın ki hacc-ı ekberi ey can sen olmadın
Beyt-ül Haram'a varmamış anın safası yok
4
Şeytan tek ol ki suretine kılmadı sücud
Bir ince derde düştü ki hergiz devası yok
6
Yarab ne şem'imiş bu mehin yüzü kim anın
Yüzü katında şems-i duhanın ziyası yok
7
Bîmâr-ı aşka cân virür iy cân lebün müdâm
Mûnkir sanur ki la'l-i lebünün şifâsı yoh

8
Gel gel berü ki savm u salâtun kazâsı var
Sensüz geçen sabâh u mesânun kazâsı yoh

9
Aynun hatâsuz iy büt-i çin dökdi kanumı
Türk-i hıtâ'dur aslına varur hatâsı yoh

Fânî cihâna bahma giçen ömri sevme kim
Ömrün zevâli var u cihânun bekaası yoh

Yârun gelür hemişe cefâsı nesîmi ye
Sen sanma kim nesîmi yârun atâsı yoh

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE
1. Güzelde vefa olmadığı doğru sözmüş. Kim güzeli sevdi de cefası yok, dedi?
2. Aşkın belâsı yok, diyerek, gel aşka düşme sakın; “onun da belâsı vardır.' Kim âşık oldu da, aşkın belâsı yok, dedi?
3. Ey can! Sana varmayı, seni ziyaret etmeyi, hac gibi mübarek bir ibadet tanımayan kimse, Kâbe’ye gitmeyene, Safa’da bulunmayana benzer. (Öyle bir kimsenin gönlünde zevkten ve sâflıktan, temizlikten eser bulunamaz).
4. Senin güzel yüzüne secde etmeyen kimse şeytandır ve asla ilâcı olmayan bir ince derde düşmüş demektir.
5. Senden başka muradı olmayan, senden başka bir şey istemlin bir canı, her zaman ayrılığının ateşinde yakman reva değildir.
6. Ey Tanrı! Bu, aya benzeyen güzelin yüzü nasıl bir mum imiş ki onun yanında kuşluk güneşi sönük kalır.
7. Ey can, dudağın daima aşk hastasına can verir. İnkârcı (dinsiz), dudağının şifasını yok zanneder.
8. Gel gel beri ki orucun ve namazın kazası vardır. Sensiz geçen sabah akşamın kazası yoktur.
9. Ey Çin putu (Çin putu gibi güzel) gözün günahım yokken kanımı döktü. Hıta güzeldir, aslına varır hatası yoktur.(hata ve hıta sözcükleri cinaslı olarak kullanılmıştır)
10. Fâni cihana bakma, geçici ömrü sevme! Çünkü ömrün sonu gelir, dünya da ebedi değildir, kimseye kalmaz, fanıdır.
11. Nesimi’ye daima yârın cefası gelir. Onun için ona sevgilinin ihsanı yoktur sanma; asıl ihsan, bu cefadır.

İzahlar:
1. Peygambere ait söz demek olan hadis, sadece söz manasında da kullanılır ki buradaki kullanılışı da böyledir. Dedi kelimesi bu beyitte ve daha aşağıda hem eski söyleyişe göre didi şeklinde, hem de, vezin icabı olarak, birinci hecesi imâle ile yani uzatılmak suretiyle kullanılmıştır. Yok ve çok kelimelerinin yoh ve çoh suretinde kullanılışları da Azerî lehçesinin hususiyeti iktizasındandır. Malûm olduğu üzere, Nesîmînin eserleri, lisan hususiyeti bakımından, Azerî sahasına aittir. Fakat Nesimi büyük ve kudretli bir şair olduğu için, eserleri, Fuzûlî’ninkilere yakın bir genişlik ve ehemmiyetle, lehçe ve şive farkı gözetilmeksizin, Türkçe konuşulan bütün memleketlerde okunmuş ve sevilmiştir.

2. Deyüben; deyip, diyerek kelimesinin eskiden kullanılan şeklidir. Ayni suretle gelip yerine gelüben ve gidip yerine gidüben v. s. derlerdi.
İkinci mısradaki kimlerin birincisi, bugün de ayni manada kullandığımız soru zamiri olan kim?; İkincisi ise, şimdi ki şeklinde olan bağlama edatıdır.
Birinci mısraın sonundaki var kelimesini iki manaya almak mümkündür: hem, gitmek, erişmek manasına olan varmak mastarından yapılmış bir emir şekli olan var manasına; hem de, yok’un karşılığı olan var manasına. Bu takdirde mısraı, gidip aşka düşme, yahut, gel aşka düşme manasıyle olduğu gibi, aşkın belâsı vardır manasıyla de anlayabiliriz ki tevriye sanatı yapılmış demek olur.

Tevriye yahut iham, bir kelimeyi iki manaya gelecek surette kullanmak sanatıdır. Bir zekâ buluşu olan bu sanata eski şairlerimizin eserlerinde sık sık rastlanır ki güzel ve yerinde kullanıldığı takdirde okuyan üzerinde hoş bir tesir yapar. Ancak, bu nihayet kelimeye ait bir zekâ oyunu olduğu için, kullanılışındaki muvaffakiyet, zorakiliğe ve yapmacığa düşülmemesine, nazmın asıl kıymetinin ihmal edilmemesine ve tabiîlik hissinin giderilmemesine bağlıdır.

3. Mutasavvıf bir şair olan Nesimi’nin bu beytinin ve umumiyetle bu gazelinin manasını iyice anlamak için evvelâ tasavvufun ve tasavvuftaki aşk telâkkisinin; bu telâkkiye göre bu beyitteki can kelimesinin aldığı mananın; sonra da, Müslümanlığın temellerinden ve beş şartından biri olan haccın ne olduğunu, kısaca olsun, bilmek iktiza eder:
İslâm âleminin bir felsefi mesleki olan tasavvuf; her felsefî meslek gibi, kayıt kabul etmeyen insan düşüncesinin, yaradılış sırrını, kâinatın mana ve mahiyetini ve doğruyu araması meyil ve endişesiyle hayat realitelerinin insana ıstırap veren katılığından ve acılığından bunalan ruhların, teselli ve huzur vadeden başka bir âlemin mevcut olduğuna inanmaları yahut öyle bir âlemi tasavvur etmeleri ihtiyacından doğmuştur. Bu cereyanın doğup yayılmasını muhtelif İçtimaî sıkıntılar ve zaruretler de beslemiştir.
Daha evvelleri Hindistan’da, Yunanistan’da ve Mısırda mevcut olan ve Panteizm (Panteisme) adı verilen felsefî meslekin temelleri üzerine kurulan tasavvufun esasını da vahdeti vücûd: varlığın tek oluşu telâkkisi teşkil eder.

Tasavvufa göre, Allah’la tabiat ayrı ayrı varlıklar olmayın bir tek varlıktan ibarettir. Birden fazla olmasına imkân tasavvur olunamayan bu tek varlık ise Allah’ın varlığıdır, buna vucud-u mutlak: kayıtsız ve şartsız varlık denir. Kâinat ve eşya ayrı, müstakil birer varlık olmayıp “vücûdu mutlakın birer gölgesidirler; o tek varlığın bir aynada görünen akisleri gibidirler. Bu suretle, Allahtan gayri olan şevlerin varlıkları hakiki birer varlık değildir. Onlar ancak vücûdu mutlaka nazaran vardırlar, onların varlıkları vücûdu mutlakın varlığıyla kaimdir. Çünkü, vücudu mutlak aynı zamanda hüsnü mutlak yani kayıtsız ve şartsız güzelliktir. Güzellik; gizli kalmayarak görünmek, beğenil¬mek ve sevilmek ister; bu onun tabiî bir meylidir. Daha zaman ve mekân mevcut değilken, Allah da kendi âleminde yalnız başına bulunuyordu, onun güzelliğim görecek göz ve o güzelliğe hayran olacak gönül yoktu; görünüp sevilmek arzusu ile, durgun bir suya akseden güneş ışığı, yahut, aynanın içinde görünen akis gibi, adem yani yokluk içinde, kâinat ve eşya suretinde tecelli etti, yani göründü. Yokluk, müstakil ve hakikî bir varlık değil, ancak vücûdu mutlakın görünmesine vasıta olan geçici bir hayaldir
Tecelli nazariyesi denilen bu telâkkiye göre, kâinatın bir parçası olan insan da, Allah’ın varlığının ve güzelliğinin bir zerresi, bir gölgesi demektir ve Allah’ın varlığıyla güzelliği kâinatta en tam şekilde insanda görünmektedir. İnsan, mahlûkların en şereflisidir.

Bir şair şöyle diyor:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin
Ceşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin

Beytin manası şudur: “Sen kendi güzelliğini güzeller şeklinde meydana koydun, sonra da dönerek, o güzelliği âşıkın gözünden seyrettin.
Şu halde bir güzelde görünen güzellik Allah’a aittir, onu seven âşıkın hayranlığı da... Mutasavvıfların İlleti tekvini ani yaratış sebebini aşk olarak kabul etmeleri bundan dolayıdır.
İnsandaki gönül, Allah’ın Kâbesi ve tahtıdır. Bu sebepten, mutasavvıflara göre, gönlün kıymeti pek büyüktür. Bir gönül yapmak, yüz bin Kâbe yapmaktan üstün ve hayırlı bir iştir.

Divan şairlerinden birinin:
Gönül yapmak Halîlim Kâbe bünyâd etmeden yeğdir
Dil-i mahzûnu şâdetmek kul âzâd etmeden yeğdir

beytinde ve büyük mutasavvıf halk şairlerimizden Yunus Emre ile Hatâî’nın birer manzumelerinden aldığımız aşağıdaki kıt’alarda, gönlün mahiyet ve kıymeti anlatılmaktadır.
Yunus’un kıt’ası şudur:

Gönül Çalabın tahtı
Çalap gönüle bahtı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

Hatâî’nin kıt’ası da şudur:
Hatâî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Yüz bin Kâbe yapmaktır
Bir gönül al çağında

Bununla beraber, insan da, kâinatın diğer varlıkları gibi, iki unsurdan teşekkül etmiştir: 1. Vücûd unsuru, 2. Adem unsuru.
Adem unsurunun içinde kötülük ve çirkinlik vardır, iyilik ve güzelliği ihtiva eden vücut unsuru ise tam manasıyla Allahtan gelmiştir, İlâhî unsurdur. Cismimiz adem unsuruna, Allah’tan kopup gelme bir nur olan ruhumuz ise vücut unsuruna aittir.

Allah’tan kopup gelen ilâhı unsur daima kaynağına dönmek için uğraşır. Bunu kafeste hapsedilmiş olan ve yuvasına uçup gitmek için çırpınan bir kuşa benzetirler. Onun yuvasına uçup gitmesine kafes gibi engel olan şey cismimiz ve nefsimizdir. İki unsurun bu didişmesinde İlâhî unsurun galip gelebilmesi nefse hâkim olmakla, yani, dünyanın zevklerine, ihtiraslarına kapılmamakla kabildir. Bunun çaresi de aşktır.

Yukarıda izah edildiği gibi, Allah’ın varlığını ve güzelliğini her yaratılmış olan şeyde görüp bulmak mümkün olduğu için, mutasavvıflar, dünyadaki güzellikleri ve güzelleri sevmekle, Allah’ı sevdiklerine inanırlar. Dünyadaki güzellikleri ve güzelleri sevmek, insanı hakikî aşka, yani, Allah sevgisine götüren bir yoldur. Bu yolun sonu da Allaha kavuşmak, hakla hak olmaktır.

İşte, Nesîmi’nin bu gazelinde terennüm ettiği aşk da bu cinstendir; şair sevgiliye karşı hayranlığını söylerken asıl ve İlâhî aşkla dile gelmiştir.
Can kelimesinin beyitte aldığı mana da, Allah’ın varlığından ve güzelliğinden bir parça olan bir güzel, bir sevgilidir. 5. beyitte ise (kimse) manasına kullanılmıştır.
Arapça’da haccın asıl lügat manası ziyaret ve kasddır. Kullanılan mananı ine, Müslümanların zilhicce, yani, kurban bayramı ayında Mekke’de Kâbe’yi ziyaret etmeleridir. Kurban bayramının ilk günü cuma gününe rastladığı takdirde o seneki hacca, haccı ekber: en büyük hac denir. Arapça olan hac kelimesinin sonundaki harf “c”dir ve şeddelidir, yani çifte ses verir. Bizim söyleyişimizde, kelime yalnız başına iken belli oimıyan ikinci ses, ünlü harfle başlayan bir ekle karşılaşınca meydana çıkar: hac - haccin - hacci gibi.
Arapça bir ad tamlaması halinde olan Beytülharâm, Mekke’de Müslümanlarca mukaddes tanınan bina, yani, Kâbe’dir ki hac esnasında merasimle tavaf edilir, yani, etrafında dolaşılır.

Safa, gene Mekke’de, hac esnasında ziyaret edilen bir tepenin adıdır. Bu kelime zevk iç temizliği manasına da gelir.
Nesimi, burada safa kelimesini de iki manalı, tevriyeli kullanıyor. Kelimenin birinci manası neşe ve zevk; ikinci manası ise, has isim olarak, Mekke’deki malûm tepedir.
Bu izahattan sonra, bu üçüncü beytin manasını şu suretle de ifade edebiliriz:
Yüzüne Allah’ın güzelliği akseden senin gibi bir güzeli Kâbe gibi mukaddes tanımayan, seni ibadet edercesine sevmeyen kimse zevk ve neşe duyamaz; o, Kâbe’ye gitmeyen, Safa’yı ziyaret etmeyen bir insan gibidir:
Bu beyitteki anın kelimesi, üçüncü şahıs zamiri olan o’nun tamlayan halinin eskiden kullanılan şeklidir ve vezin icabı olarak da, birinci hecesi imâle ile yani uzatılarak okunmaktadır.

4. Bu beyitte, güzeli taparcasına sevmeyen kimsenin Şeytana benzetilmesinin sebebi şudur: Kur’an’ın bildirdiğine ve Müslümanlık akidelerine göre, Allah mahlûkların en şereflisi ve en güzeli olan insanın ilk numunesi diye Hazreti Âdemi yarattığı zaman, bütün melekler secdeye kapanmışlardı; yalnız Şeytan, Âdeme secde etmemiş ve bu yüzden cennetten kovulmuştu.
Ol, o demektir. Eski eserlerde o ve şu işaret zamirleriyle sıfatlarının ol ve şol tarzında kullanıldıklarına çok rastgelinir.
Sücûd kılmak, secde etmek, ibadet esnasında alnı yere koymak demektir.
Hergiz; Farsça asla, hiçbir zaman demektir.

5. Özge; başka demek olup eskiden çok kullanılmış olan bu Türkçe kelime, artık edebî eserlerimizle konuşma dilimizde yer bulmaz olmuştur.
Taleb etmedi murad; murat talep etmedi, bir dilekte bulunmadı demektir.

6. Şem’ Arapça bir kelime olup mum, çerağ demektir. Bu beytin nesre çevrilişinde, mum kelimesi, zevksiz bir lâf gibi durmaktadır. Fakat bu kelimenin eski şiirde aldığı mana böyle kuru ve zevksiz değildi. Alevinin etrafında vefalı pervaneleri uçuşturan ve nihayet onları yakıp öldüren şem’ cazibeli, güzel, fakat vefasız ve zalim sevgilinin timsali idi; onun etrafında dönen pervane de vefalı âşıkın...
Şem ve pervane hakkında binlerce beyit söylenmiş, hikâyeler yazılmıştır.
Ay manasına gelen Farsça mah ve onun hafifletilmiş şekli olan meh kelimesi, eski şiirlerde istiare yoluyla ekseriya yüzü ay gibi olan güzelin sevgilinin yerini tutar. Burada da öyledir.
Şems-i duha: (f. is. t.) Kuşluk vakti güneşi.
Güneşin ışığının en parlak olduğu zaman bu zamandır. Bu vesileyle, Kur’an’daki âyet de hatırlatılmaktadır.

7. Bîmar-i aşk: (f. is. t.) Aşk hastası, aşk derdini çeken.
Kim; ki bağlama edatının eski şiirde kullanılan şeklidir.
Şefeteyn; iki dudak, alt ve üst dudaklar demektir. Arapça şefe kelimesinin tesniyesi, yani ikilik bildiren çoğuludur.
Bu beytin birinci birinci mısraındaki can kelimelerinden ikincisinin manası, gazelin ikinci beytini izah ederken söylediklerimize göre düşünülmelidir.

8. Beru; ötenin karşılığı olan beri, buraya demektir.
Muhtelif manalara gelen kazâ kelimesinin buradaki manası namaz ve oruç gibi ibadetlerin herhangi bir zamanında yapılamaması takdirinde sonradan yapılmasıdır.
Zamân-i hayât: (f. is. t.) Hayat zamanı, ömrün bir kısmı
Şair, bir güzeli seyretmeyi, sevmeyi ibadetten üstün tutarak: “Vaktinde kılınmayan namazın sonradan kılınması, gününde tutulmayan orucun sonradan tutulması imkânı vardır. Fakat sensiz geçen zaman geçip gitmiştir, bir daha seninle doldurulamaz.” diyor. Nesimi, güzelin karşısında vecit ve hayranlık duyuyor. İbadetten üstün saydığı hal budur. Çünkü güzelin yüzünde görünen, Allah’ın güzelliğidir.

9. Büt-i Çîn: (f. is. t.) Çin güzeli. Bizim konuşma dilimize put şeklinde giren Farsça büt kelimesi güzel, sanem demektir.
Tökti; döktü kelimesinin Âzerî lehçesindeki söylenişidir.
Hatâ; Çin Türkistanın’da, güzelleriyle meşhur bir yerin adıdır. Bu kelime Hıtâ şeklinde de kullanılır.
Türk-i Hatâ: (f. is. t.) Hatâ güzeli Bu tamlama içindeki Türk kelimesi de güzel manasınadır. Türkistan’ın ve Çin’in güzelleri meşhur olduğu için, şair burada sevgilisine Çin güzeli ve Hatâ güzeli diye hitap ediyor. Aslına varır denilmekle de o güzelin merhametsizliğine işaret edilmiştir.
Şair, bir has isim olan Hatâ kelimesiyle yanlış manasına gelen hatâ kelimesini ayni beyit içinde kullanmak suretiyle cinas yapılmıştır.
Cinas, yazılışları ve söylenişleri bir, fakat manaları ayrı olan iki kelimeyi yan yana veya birbirine yakın olarak kullanmak tarzındaki söz sanatının, kelime oyununun adıdır.

10. Arapça olan beka kelimesinin manası, devam, kalma, hiçbir zaman yok olmamaktır. Bekanın aksi, fena, yok olmadır. Beka yalnız Allah’a mahsustur. Fena ise bütün yaratılmış olan şeylerin mukadderidir.
Mutasavvıflar, dünyada geçecek ömrü sıkıntılı sayarlardı. Çünkü Allah’a bir an evvel kavuşup karışmak arzu ve heyecanıyla çırpınan ruh, hayat dolayısıyla, dünyaya ayağından zincirlenmiş gibidir. O zincirin ıstırabını azaltacak, hattâ yaşarken de o zinciri koparacak şey - yukarıda da söylendiği gibi - aşktır. Bu aşkı bütün saflığı ve hazzıyla duyabilmek için de dünyanın malına, mevkiine, lezzetlerine sırt çevirmek, kalbi ihtiraslardan temizlemek lâzımdır. Şairin, “dünyaya ve ömre bakma!” deyişi bundan dolayıdır.
Bu beyitte, Türkçe var kelimesinden sonra ve bağlama edatı, Farsçada olduğu gibi, ü şeklinde kullanılmıştır. Esas itibariyle doğru olmayan bu kullanışı eskiler caiz görürlerdi.

11. Bu beytiyle şair; sevgiliden gelen her şeyi hoş görmesi, cana minnet bilmesi dolayısıyla, ondan gelen cefayı da bir ihsan saydığını ifade etmektedir.

SON EKLENENLER

Üye Girişi