Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BAKİ - KUYUNDA GÖNÜL DAMEN-İ DİLDARE SARILDI 

Şiir hafızamız 16. asrı, sanat anlayışları ve zevkleri bakımından birbirinden tamamen farklı iki şairle hatırlar: Fuzûlî ve Bakî. Her iki şair şöhretlerini kendi kültür çevrelerinin şiirdeki sesi olmalarına borçludurlar. Su, su diye inleyen Fuzûlî nasıl yaşadığı coğrafyanın; çölün, hasretin, asırlar boyunca kuşaktan kuşağa intikal eden Kerbela acısının tercümanı olmuşsa; Bakî de tam anlamıyla Kanuni devri İstanbul’unun sesi soluğudur. Şiirinde; bu ihtişam asrının neşesi, gururu, şehirli zevkinin zarafeti, zenginlik ve ihtirası mevcuttur. Şair şüphesiz kabiliyetli bir yaratılışa sahipti ama kabiliyetin takdir gördüğü bir dönemde yaşamış olması da onun için ikinci bir şans oldu. Bu yüzden siraç çırağı olarak başladığı hayat mücadelesinde daha yirmi yaşına gelmeden Zatî gibi bir üstat tarafından tanzir edilme bahtiyarlığına erdi. Meslekî alanda da ikbal merdivenlerini tırmanma hızı şiirdeki şöhretiyle paraleldi. Müderris olarak kazandığı başarılar kadılık mesleğinde de devam etti. Ama hangi dünyevî mansıp Kanuni gibi bir hükümdarın kendisiyle övünmesinden daha değerli olabilirdi! Şair de bu borcun altında kalmadı; "hezar bütgedeyi alıp mescit eyleyen ve nakus yerlerde ezanlar okutan” bu büyük sultana o benzersiz mersiyesiyle şiirden bir abide yonttu. Ama büyüklüğü ne olursa olsun, dünyevî makam ve mansıplar hangi kalbi doyurmuş ki Bakî çapında birini doyurabilsin. O bile bile bir serabın peşinde koşup durdu. Birkaç kere elini o serabın eteğine değdirmeye muvaffak da oldu ama.. Şeyhülislamlık fırsatını son kaçırışında yaşlı şairimizin kalbi artık bu gerginliğe daha fazla dayanamayarak durdu. Cenazesini kıldıran imam mansıptaki rakibi Sunullah Efendi’ydi. Bu yaşlı âlimin dudaklarından şairimizin adeta bugün için söylenmiş olan şu mısraları döküldü:

“Kadrini seng-i musallada bilip ey Bakî
Duralar el bağlayıp karşuna yaran saf saf.”

Biz de diyelim ki: Bakî! Ey şairler sultanı! Senin de kadrin, kıymetin bilinmemişse acep kimin kıymeti bilinmiştir bu dünyada.

Vefatından sonra bile Takipsizliğin sürdü ve senden sonra gelen sayısız şair arasında senin tahtına el uzatan olmadı. Bu dünyada bir şair ne bırakmak isterse senden de geriye o kalmıştır. Değil mi ki: Baki kalan bu kubbede hoş bir şada imiş.

Gazel
Kûyunda gönül dâmen-i dildâre sarıldı
Hâcı gibi kim Kâbe’de estâre sarıldı

Arz ettim ana nâme ile lü’lü-yi eşkim
Cân riştesi mektûb-ı dürerbâre sarıldı

Zahm urdu veli yarelerim sarmadı ol yâr
Ağyâr işidüp ta demeye yâre sarıldı

Göklerde gören gece sanır kehkeşândır
Ahım dütünü günbed-i devvâre sarıldı

Bakî görüp ol pireheni yâre sarılmış
Sandım ki semen kadd-i sefîdare sarıldı

 

Şerh

Kûyında gönül dâmen-i dildâre sarıldı
Hâcı gibi kim Kâbe de estâre sarıldı.

Hacı nasıl dua için Kâbe örtüsüne sarılırsa benim yar köyündeki gönlüm de niyaz için onun eteğine sarıldı.

Müslümanların mukaddes mabedi olan Kâbe Allah in evidir ve bu özelliğiyle her türlü ihtirama layıktır. Müslümanlar namaz için yüzlerini günde beş kere Kâbe’ye çevirirler. Kâbe’nin altın oluğu, üzerindeki siyah renkli örtüsü, Hacerülesved ve zemzem kuyusu da keza bu mabedin saygı gösterilen mütemmim cüzleridir. İşte Kâbe bütün bu özellikleriyle edebiyatımızda çeşitli benzetmelere konu olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

Kâbe/Gönül: Kâbe -mecazen- Allah’ın evi olduğu gibi müminin kalbi de sevgilinin/Allah’ın tecelligâhıdır. Bu bakımdan gönül yapmak Kâbe yapmakla; kalp kırmak da Kâbe’yi tahrip etmekle bir tutulur.

Kâbe/Sevgili/Sevgilinin Yüzü/Sevgilinin Köyü: Namazda Kâbe’ye dönüldüğü gibi âşığın yüzü de daima sevgili tarafına müteveccihtir. Keza âşıkların sevgili etrafında dönüp durmalarıyla tavaf manzarası hâsıl olur. Bu ilgilerle sevgilinin bazen bulunduğu yer-kûy- bazen da yüzü bir nevi kıble ve Kâbe olmaktadır. Nitekim aşağıdaki beyitte Fuzûlî tavafın çokluğu bakımından sevgilinin bulunduğu mahalli Kâbe’ye üstün tutuyor:

“Hâk-i kuyun Kâbe’ye nisbet eden bilmez mi kim
Bunda her gün onda bir nevbet olur vacib tavaf.”

Necati ise beytinde yüz/Kâbe/namaz ilgisini kullanıyor: “Kıble hakkı Kâbe yüzündür murad/Ey kapısı secdegâhım gel berû.”

Hacerülesved/Yanaktaki ben tanesi: Kâbe-Sevgili ilgisinin tamamlayıcı bir unsuru olarak yanaktaki ben tanesi de renk bakımından Hacerülesved’e benzetilir.

Kâbe örtüsü/Yar Eteği: Önceleri örtüsü olmayan Kâbe, ilk defa Abdullah İbn-i Zübeyr zamanında siyah bir örtüyle örtülmüştür. Bu örtü daha sonra birçok hac geleneğinin şekillenmesine vesile olmuştur. Söz gelimi Osmanlı döneminde her hac mevsiminde surre alayı (hususi hac kervanı) ile yeni Kâbe örtüsü gönderilir, eskisi de parçalara ayrılarak önemli zevata dağıtılırdı. Hâlen Kâbe örtüsü parçalarına birçok yerde rastlanması bu geleneğin sonucudur. Kâbe’de yapılan ibadetler ve dualar değer bakımından başka yerlerde yapılanlardan kat kat fazladır. Nitekim bir hadis-i şerifte mealen: Benim mescidimde (Medine deki Mescid-ı Nebevi) kılınan bir rekât namaz başka mescitlerde kılınan bin rekât namaz gibidir. Kâbe’de kılınan bir rekât namaz ise benim mescidimde kılınan bin rekât namaz gibidir." buyrulmuştur. Buna ilave olarak Kâbe’nin altınoluğuna uzanarak kapı halkasına tutunarak veya örtüsüne sarılarak yapılan dualar bu değeri daha da arttırmaktadır. Böylesi dualar her hacıya nasip olmayan mazhariyetlerdir. Kâbe örtüsü aşağıya uzayan kısmıyla bir etek manzarası arz eder. Şair yukarıdaki yalvarma biçimiyle âşığın sevgiliye yalvarma biçimi arasında benzerlik kuruyor. Şimdi bu ilginin sebeplerini anlamaya çalışalım.

Âşık sevgiliye nasıl yalvarır: Klasik şiirimizde birçok benzetme gibi bu yalvarma biçimi de klişeleşmiştir. Sevgili aynı zamanda padişah ve âşık da bir nevi köle olduğundan bir köle padişaha nasıl yalvarırsa âşık da sevgiliye öyle yalvarır. Yani dizini yere koyar ve padişahın/sevgilinin eteğini tutarak hacetini arz eder.. Bu manzara Fuzûlî’deki şu güzel beyte ilham kaynağı olmuştur:

“Çekme damen hışm edip üftadelerden vehm kıl
Göklere açılmasın eller ki damanındadır.”

Ey sevgili, hışımla eteğini âşıkların elinden çekip almaya kalkma. Bu çekişle göğe açılan eller sonra sana beddua eder, sakın.

Şair düz anlama göre ezcümle şunları söylemiş oluyor/ Hacı için Kâbe ve Kâbe örtüsü neyse benim için de sevgili ve sevgilinin eteği odur. Beriki nasıl Kâbe örtüsüne yapışıp dua ederse ben de onun kutsal eteğine yapışmış dileğimi öylece istemekteyim.
Bu düz anlam yanında beyitte -kesin olmamakla birlikte-şu tip bir çağrışımdan da söz edebiliriz. Âşık sevgili ile kendi arasında örtü bulunmasını istemez. Zira örtü perdedir. Nitekim Hz. Mevlana: “Sevgilimi yatakta örtülü istemem ben.’’ demektedir. Bu durumda Kâbe örtüsü de hacıyı Kâbe’den -yahut Kâbe’nin Sahibinden- alıkoyan bir perdedir. Nitekim bir Fars şairi -Hayalî- bu mânâda şöyle demektedir:

“Haci be-reh-i Kâbe vü men tâlib-i dîdar
O hâne hemî-cûyed ü men sâhib-i hâne.”

Hacı Kâbe yolunda. Bense sevgilinin yüzünü özlemedeyim. Onun istediği ev; bense ev sahibini aramadayım.

Hâsılı şair, sevgilinin yanında olup da onun eteğine sarılan kişinin hâlini -yani yakınında olduğu sevgiliden mahrum kalanı- Kâbe’ye gidip de örtüye takılan kişinin hâline benzetmiş oluyor.

Arz ettim ana nâme ile lü’lü-yi ekşim
Cân riştesi mektûb-ı dürerbâre sarıldı.

Gözyaşı incilerimi mektupla ona arz ettim. Can ipi de o inci yağdıran mektuba sarıldı.
Gözyaşı/inci/mektup ilgisi: Şairin yaşadığı dönemde önemli bir zata yazılan mektubun yazısına, süslemesine -varsa mahfazasına- özen gösterilirdi. Yazımı biten mektup ucundan kıvrılır ve değerli bir iple bağlanarak gönderilirdi. Bu beyitte de âşık sevgiliye bir mektup yazıyor. Âşık daima ağladığı için mektup yazarken de gözyaşları önündeki metne damlamaktadır. Gözyaşları hem görünüşü hem de değer yönüyle inci hükmündedir. Peki, gözyaşının değeri nereden geliyor? Sevgili için önemli olan âşığın sevgisindeki samimiyettir. Samimiyetin ölçüsü de gözyaşlarıdır. Böyle olunca âşık, sevgiliye gönderdiği mektubu manevi incilerle süslemiş ve ona bir değer katmış oluyor. Gözyaşı-mektup ilgisine bir örnek olarak Ahmet Paşanın şu beytini de verebiliriz:

“Bir kuru mektuptur gönderdiğim dildara ben
Ey gözüm merdümlük et yaşımla ter kıl daima.”

Sevgiliye gönderdiğim kuru bir mektuptan ibaret. Ey gözüm, barı sen de görevini yap da onu sula, taze tut.

Can/iplik: Canın iplik oluşu üzülmesi dert çekmesinden kinayedir. Bu can ipi sevgili söz konusu olunca sarmaşma özelliğiyle karşımıza çıkıyor. Can sevgiliye giden mektuba sarılarak onun eline ulaşmayı amaçlamaktadır.

Can/para: Âşık canını vererek sevgilinin ilgisini satın alır. Bu yüzden sık sık can nakdi (can parası) tabiriyle karşılaşırız. Buradaysa satın alma işi -zımnen- gözyaşı incilerine havale ediliyor. Can ise fırsatı kaçırmamak için -halk tabiriyle- son vagona atlamış oluyor.
Tespih: Tane ve iplik bir araya gelince bir tespih mazmunu ortaya çıkar. Burada da inciye benzer gözyaşları tespih tanesini, can ise iplik rolünü üstlenmiş olmakta.
Sonuç: Aslında ortada yazıya dökülen bir şey yoktur. Aşkın kendisi bir mektuptur. Gözyaşları ise aşkın göstergesi ve ispatıdır. Gözyaşı döken âşığın canı erir, ip gibi incelir. Gözyaşları daimi aktığında bir der. Bu bakımdan can ipi tabiriyle, gözyaşı ipine de bir telmih söz konusudur.

Zahm urdu veli yarelerim sarmadı ol yâr
Ağyar işidüp ta demeye yâre sarıldı.

Sevgili yara açtı ama rakiplerin durumu işitip yara sarıldı dememeleri için açtığı yaraları da sarmadı.

Sevgili şiirimizde çok zaman birbirine zıt iki özelliği birlikte temsil eder. Söz gelimi o bir yandan âşığını öldürmesi veya sinesine yaralar açması bakımından bir nevi cellat rolünde görünürken diğer taraftan bu yaraları timar etmesi cihetiyle de tabib rolündedir. Sevgili cellat olduğunda âşık kurban konumundadır. Buna mukabil sevgili tabib olduğunda âşığa da tabiatıyla hasta rolü düşer. Bütün bu yakıştırmalardan kasıt; âşığın iyi veya kötü olmasının sevgilinin davranışlarına bağlı olması keyfiyetidir. Burada sevgili rolün birinci kısmını ifa ederek sevgilinin bağrında yaralar açıyor ama onu tedavi etmiyor. Niçin? Âşık bu ihmali iki anlama gelebilecek bir ifadeyle açıklıyor.

Birincisi, rakiplerin bu durumu işitip; sevgili yaraları sardı dememesi için. Zira rakiplerin her biri ayrı ayrı sevgiliye âşık olduğundan sevgilinin şaire göstereceği ilgi onların hasedini celbedecektir. Sevgili de bundan kaçınmaktadır.

İkinci ihtimal ise: “Rakipler boş yere demesinler ki yâr (âşığına) sarıldı.” Tevriyeyi seven Bakî burada da aynı yola başvurarak yâra ve yara kelimeleri arasında oyun yapıyor. Sevgilinin yaraları sarmak için yaklaşması uzaktaki birine onun âşığına sarılması gibi görünecektir. Nitekim “Ağyar işidüp ifadesi de tevriyeli olarak; “ağyar iş edi(ni)p” anlamına geliyor ve yukarıdaki anlamı pekiştiriyor. Sevgili böyle bir zanna mâni olmak için âşıktan uzak durmaktadır. Diğer taraftan mısrayı başka bir vurguyla okuyunca bu sefer sarılma işi sevgiliden âşığa dönmüş olur. “Rakipler işidip benim yâre sarıldığımı söylemesinler.
Bütün bu söz oyunlarından sarf-ı nazar âşığın bu yara meselesindeki tercihi nedir? Bu yaranın kapatılmasını istiyor mu, istemiyor mu? Fuzûlî şu meşhur beytiyle divan şiirinde âşığın bu konudaki tutumunu özetliyor:

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.”

Değil mi ki yara sevgilinin âşığa verdiği en değerli hediye ve hatıradır, âşığın bunun kapatılmasını istemesi muhâll Yaranın kapanması demek aşkın da sona ermesi demektir. O hâlde Bakî’nin beytini de bu mânâda anlayabiliriz. Sevgili yaraları açık bırakmakla âşığa olan ilgisini sürdürüyor.

Göklerde gören gece sanır kehkeşândır
Ahım dütünü günbed-i devvâre sarıldı.

Ahimin dumanı bu dönen gökyüzüne sarıldı. Onu göklerde gören gece vakti Samanyolu kümesini gördüğünü sanır.

Aşığın ahı klasik şiirimizde birçok benzetmeye konu olur. Söz konusu ah o kadar kuvvetlidir ki kâh gökyüzünü tersine döndürür; kâh kıvılcımlarıyla arş horozunu kebap edip yere düşürür. Kâh şöyle eder, kâh böyle eder.. Bu ah, içinde kıvılcım ve alevler barındıran bir duman sütunu olarak tasavvur edilir. Ahin dumanı gündüzü geceye döndürüp gök cisimlerini söndürürken dumanın içinde parlayan kıvılcımlar sönen gök cisimlerinin yerini doldurur. Bu beyitte de dönen bir kümbet olarak tasvir edilen gökyüzünü kaplayan ahin duman ve kıvılcımlarını görenler vaktin gece olduğunu ve Samanyolu dizisini seyrettiklerini sanıyorlar.

Şair kümbet ve dütün kelimelerini yan yana getirerek başka çağrışımlara da -hamam ve rasathane- yol açıyor. Daima duman dolu olan hamamların kubbelerinde havalandırma ve aydınlatma delikleri vardır ve gece buradan yıldızlar görünür. Diğer taraftan gökyüzünün seyredildiği rasathaneler de kubbeli yapılardır.. Beyte göre gece vakti rasat aletinin başındaki kişi yıldızları seyrettiği zannıyla aslında âşığın ahındaki kıvılcımları seyretmektedir.

Bakî görüp ol pireheni yâre sarılmış
Sandım ki semen kadd-i sefîdare sarıldı.

Bakî, o gömleğin sevgiliye sarılışını gördüm de sandım ki yasemin beyaz kavak ağacına sarılmış.

Burada kavak ağacı yüksekliği ve beyaz rengi bakımından sevgilinin boyuna ve tenine; yasemin ise onun giydiği beyaz gömleğe benzetilmiş. Boy ekseriyetle serve benzetilir. Ancak şairimiz sevgilinin ten rengine vurgu yapabilmek için burada beyaz kavağı tercih etmekte. Yasemin de kavak ağacı gibi şiirimizde ikinci derecede önemli bitkilerdendir. Benzetme ilgisini belirtebilmek için evvela bu çiçeğin yapısı hakkında birkaç cümlelik bilgi verelim. Cevat Rüşdü’nün verdiği bilgilere göre (Bkz. Türk Çiçek ve Ziraat kültürü Üzerine Cevat Ruşdü’den Bir Güldeste, Hazırlayan N. H. Polat, Kitabevi 2001, s. 197-204) birçok cinsi olmakla birlikte en fazla beyaz renklisine rastlanan yasemin, daha çok çardaklarda kullanılan, takriben 10 metre uzunluğunda, sarmaşık türü bir bitkidir. Rengi ve zerafeti bakımından; dilberlik ve sevimliliği temsil eder. Çardak muhabbetlerine kokusuyla eşlik eden yasemin özellikle Üçüncü Murad zamanında Ortaköy bahçelerinde en çok tercih edilen bir çiçek durumunda imiş. Ümidî’nin şiirlerinden o dönemde başına yasemen takınarak gezen âşıkların varlığını öğreniyoruz. Aşağıdaki beyitten bu âdetin ta Enderunlu Vasıf zamanına kadar sürdüğü anlaşılmakta:

Takınıp bahçede mahfi başına yasemeni
Garazın neydi küşad eylemeden pireheni.”

Bakînin beytinde sevgiliye; “yasemenden gömlek” giydirilmekte. Nedim ise bir adım daha ileri giderek bu gömleği yaseminin kokusundan biçiyor:

Ey şeh-i hûbanım eyle ol kad-i mevzûna sen
Reng-i gülden câme bûy-ı yasemenden pirehen.”

Ey güzeller ¡ahi! Senin o mevzun bedenine gül renginden elbise, yasemen kokusundan da gömlek yarar!

Yasemenden tekrar beyte dönelim. Anlaşılan sevgilinin üzerindeki gömlek hem ince hem de beyaz. Böylece ten rengiyle gömleğin rengi tam bir uyum içinde oluyor. Diğer taraftan sarmaşığın sıkı sıkıya sarılması hatırlanınca gömleğin pek dar olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Mademki yaseminden gömlek giymiş, sevgilinin kendisine mahsus güzel bir kokusu olduğu da muhakkak.

Gazel Bahçesi, Cihan Okuyucu

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi