Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

HOCA DEHHÂNİ - ACEP BU DERDİMİN DERMANI YOK MU?


Divan şiirinin uzun yıllar süren macerası 13. yüzyılda Moğolların Anadolu’ya yukarı illerden entelektüel bir birikimi sürüp getirmeleriyle başlamıştır. Altı yüz seneyi aşkın bir zaman bu edebiyatın içerisinde ahlak yapımızdan felsefemize, iktisadımızdan hukuk sistemimize, sosyal hayatımızdan dinî terminolojiye varasıya kadar her şeyin damıtılması söz konusu olmuştur. 13. yüzyılda Bizans İmparatorluğu ile Moğollar arasında sıkışıp kalmış bazı insanların özellikle Konya ve civarındaki bir koridorda; Azerbaycan tarafından, İran üzerinden, Belh ve Horasan’dan bu tarafa gelmiş olan entelektüel birikimin buralarda yeniden hayat bulması ve geldikleri coğrafyanın öz malzemesi ve kültürüyle birlikte harmanlanıp yeni bir şekilde gündem oluşturmasıyla başlamıştır. Moğol istilası şöyle bir şeydi: On sekiz bin çadır düşünün, bu çadırların içini doldurun ve altına birer kağnı tekeri takın, yürütün. On sekiz bin aile koyunuyla, keçisiyle, köpeğiyle, atıyla, tavuğuyla yürüyor. Öyle bir şey ki yolda maddî varlık açısından ne varsa tüketiyor. Dolayısıyla maddî varlığın tüketilmesi ahlakî değerlere yansımaya başlıyor. Ekonomi bozulduğu zaman örf ve töre bozulur. O bozulduktan sonra anlayışlar değişmeye başlar, anlayışlar farklılaşınca toplum kendi kabuğundan sıyrılır, başka bir kabuk edinir. Moğol istilasının önünden kaçıp gelen onca insan Konya, Karaman, Sivas, Kayseri ve Erzincan civarında birikmiş idi. Fakirlik diz boyuydu. Komşunun yahut da bu işte bizim mahallenin falan diye bir anlayış kayboluyor. Öbür taraftan o bir tek tavuğun yumurtladığı yumurta belki de o evin büyümekte olan bebeğinin emeceği süte karşılık geliyor.


İnsan öğesi madde ile manayı dengeleyen bir unsurdur. İnsanda madde ve mana, yani soyut ile somut dengelidir. Etimiz, kemiğimiz, elimiz, ayağımız, gözümüz, kaşımız, kirpiğimiz bizim maddî olan yanımızdır. Zihnimiz, düşüncelerimiz, duygularımız, kalbimiz, gönlümüz, ruhumuz, inançlarımız, bunlar soyut olan yanımızdır. Ama insan olmanın asıl özelliği bu alanla doğrudan alakalıdır. İçimizde herhangi bir düşünce anlam bulduğunda aldığımız haz, herhangi bir yerde gövdemizi büyütürken aldığımız hazdan daha büyüktür. Bu açıdan bakıldığında insanların madde ile mana dengesi birinin çoğalması ile diğerinin azalması esasına dayanır. Yani bileşik kaplar gibidir. Bir U çubuğu düşünün. Bu U çubuğunun içindeki sıvı eşit durur ama bir tarafından baskı yaparsanız diğer taraftan yükselir. Şimdi o U çubuğunu ortadan ikiye böldüğünüzde bir taraftaki kısmı insanın maddesidir, somut olan yanıdır, diğer tarafta kalanı soyut olan yanıdır. Eğer siz birine baskı uygularsanız diğerinin yükselmesi yahut da birini azaltırsanız diğerinin çoğalması tabiidir. Maddî olarak elinizde hiçbir şey kalmadığında mananın yükselmesi işte bu yüzdendir. Anadolu’da 13. yüzyıl ve akabinde Mevlânâ, Hacı Bektaş, Şeyyat Hamza, Hoca Dehhânî ve Hacı Bayram’ın, sonra diğerlerinin sökün edip gelmesinin temel sebebi vardır. Moğol istilası insanları o hale getirmiştir ki herkes kime el açacağını unutmuştur. El açacak birisi kalmayınca insanın el açacağı tek kapı kalır. Elini Allah’a açar. Tasavvufun birdenbire patlamasının altında yatan sebeplerden biri budur. Sadece tasavvuf değil, entelektüel anlamda da sözün üst katmanlarda söylenmeye başlaması, şiirin damıtılmış bir hale gelmesi, alelade söylenen cümlelerin bile şiir biçiminde kalıplara dökülmesinin altında yine bu ruh hali vardır. Ruhunuz incelince, bedeniniz kabalıklarından yontulunca ister istemez sizin sözünüzde, düşünceniz de daha bir zarafet bulacaktır. Divan şiiri böyle bir zemin üzerinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Özellikle Azerbaycan, Horasan, İran üzerinden, Moğolların önünden Anadolu’ya sığınmış olan insanlar tarafından Arapçanın ve Farsçanın etkisiyle gelişmiştir. Hoca Dehhânî o günlerde yaşamış divan şiirinin Anadolu’daki ilk temsilcisi olarak görünen bir şairdir.

GAZEL
Acep bu derdimin dermanı yok mu
Ya bu sabr etmegün oranı yok mu

Yanaram mumlayın başdan ayağa
Nedir bu yanmağın pâyânı yok mu

Güler düşmen benim ağladığıma
Acep şol kâfirin îmânı yok mu

Delipdir ciğerimi gamzen oku
Ara yürekde gör peykânı yok mu

Su gibi kanımı toprağa kardın
Ne sanırsın garibin kanı yok mu

Cemâl-i hüsnüne mağrur olursun
Kemal-i hüsnünün noksânı yok mu

Begüm Dehhâni’ye ölmezdin öndin
Tapuna irmegün imkânı yok mu
Hoca Dehhânî


Bu şiirde bir Bakî sözünün, bir Fuzûlî beytinin, Galib Dede’nin bir gazelinin, öbür taraftan Neşâtî’nin derinliği yoktur. Divan şiirinin nasıl bir gelişme gösterdiğini anlamak ve görmek bakımından bu şiir güzel bir örnektir. Her edebiyatta klasik bir üslup yakalanasıya kadar önce konular işlenir, daha önce işleyen şairlerin geldiği noktadan sonraki şairler bir basamak daha yukarı çıkar. Böylece klasisizm gittikçe daha inceltilmiş, daha güzelleştirilmiş bir sanat eserinin peşinde olur. O sanat eserini en mükemmel şekline getirdiğinde, yani kemal noktası dediğimiz zirveye getirdiğinde ondan sonra yetişen bütün sanatçılar; o zirvedeki esere daha fazla nasıl yaklaşabileceğini düşünür. Çünkü ondan öte sıçrama yoktur. O zirveye göre ölçeceğiniz başka zirveler aramaya başlarsınız. Mesela gotik tarzda bir kilise inşa edecekseniz sütunlarını yüksek yapmak zorundasınız. Çünkü o tarzın en işlenmiş mimari tarzı içerisinde yüksek sütunlar, dar koridorlar ve loş bir iç mekân önemlidir. Böyle yaparsanız gotik tarzın klasisizmi-ne uymuş olursunuz. Divan şiirinde klasik üslup da gittikçe kendi kurallarını içten içe, kademe kademe hazırlayarak gitmiştir ve 13. yüzyılın şiiri 16. yüzyılda artık bu kadar basit söyleyiş halinde değildir, 18. yüzyılda mana çok daha derinlerde gizlidir. Şair ona göre çok daha farklı şeyler anlatır. 13. yüzyılda bir şair “sevgilinin servi gibi uzun boyu”, yahut da “sevgilinin gonca gibi küçük yumuk dudağı” der. 14. yüzyılda sevgilinin servi boyu demek yeterlidir, gibiyi ve uzunu atmıştır. Orada iki tane kelime kendiliğinden şiir dilinden çıkıp gitmiştir. 15 ve 16. yüzyıllarda servi denildiğinde bütün sanatçılar servinin sevgilinin uzun boyunu karşıladığını bilir. Dil işlendikçe arkasında farklı bir medeniyet birikimini beraberinde getiriyor. 16. yüzyılda gonca dendiği zaman artık bunu sevgilinin dudağı manasında diye izah etmenin bir manası yok. Dolayısıyla Hoca Dehhânî, daha işin başlangıcında çok daha basit söylüyor, yeni yeni bir kılığa, bir üsluba büründürerek ifade ediyor. Her yüzyılın kendi değerlendirmesi bu bakımdan farklıdır ve klasik sanatlarda zirve vardır. Zirvede beklemek yoktur. Zirveye çıktığınız zaman geri düşüş başlar. Bu tıpkı Osmanlı Devleti’nin tavrı gibidir. Bir fıskiyenin üzerinde her zaman su görürsünüz. Su yükselir ama zirveye çıkan su hiçbir zaman aynı su değildir. Zirvede beklemek de yoktur ayrıca. Duraklama devri diye bir devir yoktur. Yükseliş vardır, kemale erdiği zaman her şey dolunay gibi büyür, ayın on dördü geldi mi ertesi gün eksilmeye başlar. Büyüme kendi elinde olmadığı gibi eksilme de kendi elinde değildir. Bütün sanatlarda bu böyledir.

Acep bu derdimin dermanı yok mu
Ya bu sabr etmegün oranı yok mu

16. yüzyılda hiçbir şair bu kadar yalın bir şey söylemez ve bunu şiir diye de ortaya dökmeye utanır. Altı tane kelime kullanacaksa da o altı kelime bunun gibi kaç katman açar? Sanatlar yapar, üslup giydirir, kendisine ait bir dünya çizer, somut olanı örnek gösterip soyut olanı anlatır. Ama bu şiir kırların berrak havası gibi çok yalındır. Bu samimiyettir, sanat değildir. Sanat artık samimiyetin de ötesinde onu süslemektir. Söylendiği bir üsluba büründürüp bu bana aittir diye altına imza atmaktır. Bu imza atmıyor; içimden böyle geliyor, coşuyorum, şu derdimin derman, yok mu, diyor. Bunu herkes söyleyebilir.


15. yüzyılda bir şair sevgilisine bu sabretmenin bir ölçüsü yok mu dese, o sevgili onu âşıklıktan reddeder. Çünkü bunu söylemek yakışık almaz. Divan şiirinde sevgili sultandır. Bir tanedir ve sultanın binlerce kulu vardır. Bütün insanlar sultana kuldur. Hepsi sultana yaklaşmak için birbirleriyle mücadele edip dururlar. Sevgili gönül sultanıdır ve binlerce kulu vardır, naz uykusundan gözlerini açıp da bakmaz bile. Bunu onlara kötülük olsun diye yapmaz. O, âşıklar biraz derece kat etsinler, aşk işinin hasretini çekip onun ıstırabıyla içinde kendisinin sevgisini çoğaltsınlar diye yapar. Kays Leyla’nın aşkından çöllere yalnız kalmak için değil, Leyla’nın düşüncesiyle beraber olabilmek için gitmiştir. Şehirde olunca herkes onu oyalıyordu. O ise Leyla ile birlikte olmak istiyordu. Leyla’nın hakikatine eremiyordu ama Leyla’nın hayaliyle olmasına da kimse mani değildi.
“Ey sevgili bu sabretmenin oranı yok mu? Ya benim derdime bir derman ver ya da bu sabra bir son getir. Hiç vuslat yok mu?” diyen şair bunu adeta hesap sorar gibi söylüyor. Nezaket bunu hesap sorar biçimde söylemek değildir. Aradığı derman o aşk ile can vermektir. Kavuşmayı istemiyor, vuslat anında can vermeyi istiyor. Aşığın işi sevgilisiyle bugünkü manada beşerî bir aşk değildir. O, adını sevgilinin defterine yazdırıp adını ölümsüz kılmanın peşindedir.
Fuzûlî 16. yüzyılda şöyle diyecek:

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır

Senin derman diye verecek olduğun ilaç beni iyileştirirse bu asıl benim helakim olur. Önemli olan iyileşmek değil, önemli olan onun uğrunda feda olmaktır. Aşk kendinden vazgeçmektir. Tasavvufî aşkta da, platonik aşkta da ve dahi beşerî aşkta da böyledir. Varlığını yok ederek var olmaktır. Çünkü dirilmek için ölmeye muhtaçsınız. Mademki cennet istiyorsunuz, o zaman öleceksiniz. Ölmeden cennete gitmek yok. Dirilebilmek için ölmeye muhtaçsınız. Adınızın yaşaması için can vermeye muhtaçsınız.

Yanaram mumlayın başdan ayağa
Nedir bu yanmağın pay ânı yok mu

Baştan ayağa süzülmüş, zayıflamış. Mum baştan ayağa yanar, yanmaya baştan başlar. Normalde söylenen şey şairane bir eda ile söylenmiş. Bu sanata hüsn-i ta’lil denir. Birinci anlamı bütün bedenim aşk ateşi ile yanıyor. İkinci anlamı başımda bir aşk düşüncesi var, o aşk düşüncesi kalbime bir ateş koydu. Kalbimdeki ateş yandıkça ben eriyorum. Mum âşığa benzer. Mumun başında da âşığın başındaki gibi bir duman vardır. Âşık ah dedikçe ağzından dumanlar çıkar, o dumanlar göğe doğru yükselir. Mumun dumanı onun için göğe doğru gider. Başında bir aşk ateşi yanar, o aşkın ateşi, özü ve özeti kalbin içindedir. Kalpteki ateş yandıkça bu ateşi söndürmek için âşık gözünden yaş döker. O, yaş serptikçe ateş çoğalır. Yine Fuzûlî’nin ifadesiyle;


Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çare su
Su böylesine tutuşan ateşe çare kılmaz. Çünkü su maddîdir, buradaki ateş manevîdir. Maddî bir suyun manevî bir ateşi söndürdüğü görülmemiştir. Öyle bir şey ki ateş yandıkça gözyaşı döküyor, gözyaşı döktükçe ateş çoğalıyor. Bir kısırdöngü, bir açmaz. Ateş çoğaldıkça daha fazla gözyaşı döküyor. Yaşlar bağrından süzülmeye başlıyor. Mum yanarken bağrından yaşlar süzülür ve mum kendi gözyaşı denizinde son nefesini verir. Âşığın kendi gözyaşı denizinde boğulmasıdır ki ona mum gibi yanıyorum” sözünü söyletiyor. Bu yanmanın sonu yok mu? Dayanılır şey mi şu yanmak? Kıyamete kadar mı yakacaksın? Ama o yanış sizi temizleyip öbür tarafa layık hale getirebiliyor. Dünyada dahi âşığın sevgiliye layık hale gelebilmesi için onun uğrunda yanarak arınması lazımdır. Yahya Kemal’in ifadesiyle;


Meyve-yi memnudan tadmak günâhından beri
Kârbân-ı aşk bitmez bir beyabandan geçer

Yasak meyveyi tatmak günahından beri aşk kervanı aşk çölünden sonsuz derecede akıp gidiyor. O aşk çölünde daima bir geçen vardır. İlk aşk günahı cennette işlenmiş, onun için aşk cennet duygusudur. Aşk cennetten çıkarıldığı için insana bu kadar fedakârlık yaptırır.
Hafız-ı Şirazî’nin bir beyti var:

Mest ân çünân hoşest ki gûyed be-rûz-ı haşr
Men kîstem şuma çe kesânit uü în çecâst

Aşk ile sarhoş olan öyle sarhoş olmalı ki ta haşir meydanında hesaplar görülünce uyanmalı ve demeli ki Allah Allah ben kimim? Sizler kim oluyorsunuz ya? Burası neresi dostlar, söyleyin. Sarhoşluğun derecesine bakın. Adam burada mest olacak, kıyamet kopacak ve uyanmayacak.

Güler düşmen benim ağladığıma
Acep şol kâfirin îmânı yok mu

Ağlamakla gülmeyi tezat içerisinde kullanıp diyor ki, benim sevgili için ağladığıma şu rakiplerim hiç durmadan gülüyorlar, oh olsun diyorlar. Âşıklar rakiplerden birinin ağladığını görünce biz daha iyi durumdayız diye böyle yapıyor. Bu dünyada gülenler öbür tarafta ağlayacak olanlardır. Bu dünyada ağlayanlar da öbür tarafta gülecek olanlardır.


Düşman dediği onun için Bizans yahut da Moğol, yani iman ve inanç sistemi başka şekilde olanlardır. Küfür karanlık, iman aydınlık demektir. Küfrün karanlığıyla imanın aydınlığı birbirinin zıddıdır. Aynı şekilde ağlamakla gülmek de birbirinin zıddıdır. Birinin ağladığına diğerinin gülmesi tam o çağa ait sosyolojik bir açılım getiriyor. Ben sevgili için şu kadar hasret çekip ağlarken rakiplerim bana gülerler. Bu bana gülenler var ya onlar kâfirdir. Kalplerinde zerre kadar da iman kalmamış, içlerindeki acıma duyguları hepten gitmiş. Kâfir kelimesinin övücü bir anlamı vardır. O ne kâfirdir derken ne fettan ne işvebaz olduğunu anlatırız. Eğer beyti böyle okursak o zaman sevgilinin kendisine kâfir demiş oluyor. Sevgili zaten imanı olsa âşığına bu kadar eziyet etmez, sevgili küfürde çok ısrarcıdır. Küfür siyahlık demek ya, sevgili kaşı, gözü, saçı ve beni kara biridir. Şu kâfirliğe bakın her bakımdan simsiyah kesilmiş. Âşığın da ondaki karalıklara karşı bir denge unsuru olmak için bahtının kara olması gerekiyor. Bu sevgili bana hiç acımayacak mı? İnsafa gelip bir kerecik olsun bana bakıp gülümsemeyecek mi? Süzgün bir bakış, naz uykusundan uyanmışken âşığına bir bakış onu bir ömür idare eder. Çünkü mecaz, hakikatin üstünü güzelleştirir. Hakikatini görmektense mecazıyla oyalanmak insanı mutlu eder.

Delipdir ciğerimi gamzen oku
Ara yürekde gör peykânı yok mu

İnsan gülümsediği zaman kaşları hafif aşağıya doğru eğrilir. Kaş çattığı zaman da ortadan bükülür. Sevgili o ceylan gözleriyle süzgün bir bakışla baktığı zaman ok gibi kirpikler yay kaşlardan âşığın kalbine fırlar. Sevgili kaş çattığı zaman sitem etmez. Onun kaş çatması sevgiliye ait bir tavır değildir. Gülümsediği zaman o bakışı her âşığın bağrında ayrı bir yara açar ve o bakışı tercüme etmek için her âşık kendine göre bir tercüman tutar. Çünkü herkesin, içinde bulunduğu ruh haline göre o bakışın bir başka anlamı vardır. O bakıştan kimisi sitem, kimisi düşmanlık okur; kimisi bana vaat etti, kimisi umut verdi, kimisi bana kızıyor şeklinde anlamlar çıkarır. Bunun için gamzeli bir bakış daima âşığın ciğerini deler. Şair ciğer kelimesini gönül yerine kullanıyor. Peykân okun ucundaki demir parçasıdır. Oku attığınız zaman geri çıkmaz. Geri çıkarmaya kalkarsanız kalbinizi parçalar ve ölürsünüz. Onun için ok çıkarılmaz, okun ucu kırılır ve sonra bir cerrah onu oradan çıkarır.
Ok bizde halkı, yay yönetimi temsil eder. Yay atandır, ok atılandır; yay hedefi belirleyendir, ok o hedefe gidendir. Atalarımız atı dörtnala koştururken arkaya dönüp düşmana ok atabilen adamlardır. Yani böylesine ok ile iç içeler.
Âşık, sevgilinin kirpiğinden gönderdiği oku çıkarıp atmaz.
O orada her yüreğini sızlattığında sevgiliyi bir kere daha hatırlatacak. Onun için kalbinin içerisine peykânın girmesi çok olumlu bir şeydir. Yine Fuzûlî’nin söylediğine göre:

Çıkarmak etseler tenden çekip peykânın ol servin
Çıkan olsun dil-i mecruh peykân olmasın Yarab

O servi boylunun peykânını yüreğimden çıkarmak isteseler kalbim ok ile birlikte çıksın da ok kalbinden çıkmasın.

Su gibi kanımı toprağa kardın
Ne sanırsın garîbin kanı yok mu

Ey sevgili! Kanımı su gibi toprağa kardın. Senin için dökeceğim kan yok mu zannediyorsun? Sevgili her şeyi biliyor ama âşığı kaç kıratlık diye deniyor. Âşığın kanının dökülmesi ayrılıkta canının feda edilmesiyle ölçülür. Çünkü ölümün adını ayrılık koymuşlardır. Günde bin kez ölmenin adı ayrılıktır. Ayrılıkla günde bin defa ölürseniz, bin defa kurban olursunuz. Circis gibi beni öldür, tekrar dirileyim, tekrar sana can vereyim.
Divan şiirinde anlatılan güzellik yüz güzelliğidir. Sevgilinin bacaklarından, kollarından hiç bahsedilmez. Ama onun dudağından, yanağından, gözünden, kaşından, saçından sıkça bahsedilir. Eril veya dişil ayrımı yoktur. Sevgili müşahhas bir cana olan sevgidir. Onun için divan şiirinde sevgilinin kimliği konusunda zaman zaman şüpheye düşüldüğü olur. Çünkü orada önemli olan salt insandır.


Cemâl-i hüsnüne mağrur olursun
Kemal-i hüsnünün noksanı yok mu
Yüzünün güzelliğine mağrur olursun. Bu güzelliğinin bir noksanı yok mu? İnsanların güzellikleri belirli bir yaşa kadar gittikçe artar. Gençlikle ihtiyarlık döneminin belirli bir kemal noktası vardır. Bizim kültürümüzde buna kırk rakamı tekabül eder. Onun için kırk sonsuzluk ve olgunluk rakamı olarak bilinir. Kırk gün birisine deli derseniz deli olur. Kırk gün kırk gece düğün yapılır. Kırklara karışılır. Kırk dereden su getirilir.

Begüm Dehhâni'ye ölmezdin öndin
Tapuna irmegün imkânı yok mu

A beyim şu Dehhânî’ye ölmeden önce ermenin imkânı yok mu? Senin eşiğine gelip kendini sana ispat etmesinin, âşık olarak senin defterine yazılmasının bir yolu yok mu? Hayata gözlerini yummadan önce bir kerecik olsun bunu yaşamayacak mı? Sanki kapısına varmış, eşiğinde adeta yalvar yakar oluyor. Şair “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifini hatırlatıyor bize. Ölmeden önce ölümü tefekkür ediniz ve yarın ölecekmiş gibi hesabınızı yapınız. Dervişlik bir hırka bir lokma değildir. Dervişlik çok zengin olup fakir gibi yaşamaktır. Asıl imtihan oradadır. Ölmeden önce ölmek bu demektir. Elinizde her şey var fakat ölmeden önce nefsinizi öldürüyorsunuz. Nefis ölünce siz ölü gibi davranmış oluyorsunuz. Dünya bir gölge gibidir. Ona arkanızı dönerseniz peşinizden gelir. Onu takip etmeye kalkarsanız önünüzden kaçar.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İSKENDER PALA

SON EKLENENLER

Üye Girişi