Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ÖMER SEYFETTİN - YENİ LİSAN 


Nedir? Asla konuşulmayan, Latince ve İbrânice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey… Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyatı bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hattâ bir zamanlar resmi lisanımız Farisî olduğu gibi, padişahımız Arapça’yı bize umumî, millî bir lisan olmak üzere kabul ettirmeğe kalkmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun katiyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün fikri ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhâlif ve son derece sun’î bir hâl kesbetmiş. Fakat nasılsa, yine aslını esası olan fiiller ve sigaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki, bugün bize Türkçe’yi tekrar eski safiyet ve tabiîliğini ircâ etmek ümitleri veriyor. 

Edebiyatımız

Bunu da kısaca söyleyelim. Tabiata muhâlif edebiyatımızın birbirinden farklı muhtelif devreler geçirdiğini iddia etmek mânâsızdır. Edebiyatımızın tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade sârî ve irsi bir tasnif veyahut taklit saikasına mağlûp olarak bunu yapmışlardır. Mutlaka bir devre istiyorsanız, söyleyelim. Bu öyle muhtelif ve mütaddit değil, ancak iki devre vardır.

1. Şarka doğru, İran’a

2. Garba doğru, Fransa’ya

Vaktiyle şarka doğru, İran’a gidenleri bugün garba gidenlere benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları divanların yanına şöhret ve iktidârlarını teyid ve takviye etmek için bir de Farisî divan yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca manzûmeler ve piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi… Evet, bir takım Türk şairleri, hâkimleri hep Arapça veyahut Acem lisanı üzere yazmışlar. Padişahların, hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibiymiş. Padişahlardan Farisî divan yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla tenessülü için Tuhfe’sini yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum zannetmiş.

Milli Edebiyatımız

Yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden ibtidâî şarkılardan ibarettir. Bu niçin? Niye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit… İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski nazariyeye göre ‘’şiir ve hayâl sanatı’’ değil mi? Şiirler, hemen umumiyetle denecek derecede ‘’aşk ve muâşaka’’ hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde memnûdur. Kim sevilir? On dört on beş yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez, (Faydalarını, kudsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek bahsimizden hariç olan) ‘’tesettür’’ keyfiyeti buna mânidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, gene bu sebeple sevilmek değil, hatta görülemez bile. Fakat bu muâşaka ihtimalinin külliyen memnu ve merdud bulunmasını edebî, içtimâî terakkilerimize mâni addetmek-bugün için- turfanda ukalalık, büyük bir hatadır. Bu memnûiyet bizi, her terakkî eden kavmin sukut ettiği o müdhiş zaaf ve zevk girdabına düşürmeyecek, başımızda hissi sersemlik fırtınaları koparmayacak bizi maddî ve menfaatle dolu yollarına sevkeylemeyecektir.

 

Şarka Doğru

 

Araplar bedeviyet sayesinde kadınlarla muâşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî İslamiyetimiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından hakîkî ve marîz aşklara meydan kalmamış. Hakîkî aşklar olmayınca şairler hayalleriyle muâşakaya başlamışlar. Şiirlerinde, hakikatin o basit sadeliğine mukabil, hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husule gelmiştir. Samimi hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de ahlâksızlıkları Bizans hislerinden ma’mûl heykeller dikmişleridir. Nedim’in ‘’Hammâmnâme’’si, Fâzıl’ın ‘’Hûbannâme’’si, Vehbî’nin ‘’Şevkengiz’’i, Rahmi’nin ‘’Nâme-i dil’’ gibi… Yüzlerini şarka doğru çevirerek yazan şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini, gözyaşlarını umumiyetle kadınlar için zannedenler bir sünnet çocuğu kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan Muallim Nâci’nin son neşrolunan ‘’Hederler’’ini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal mânâsını bile bilmedikleri ‘’hat-âver, çâr-ebrû’’ gibi tabirler görecek, bazı soğuk telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.

 

Garba Doğru

 

Muallim Nâci öldükten sonra şark devresini hakkıyla muhafaza edecek adam kalmamış. Âkif Paşa’dan beri binasına, teşkiline başlanılan Avrupa mektebi meydan almış. Abdülhamit’in sayesinde siyaset ve ciddiyetle iştigal, külliyen lağvolunduğundan bugün kendilerine ‘’Dünküler’’ denilen eski edebî ‘’Servet-i Fünûn’’ heyeti ortaya çıkmıştır. Fikret’le Cenâb cidden güzel, fakat son derece milliyetimize, hissimize, zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Fâik Ali, ikinci bir Abdülhak Hâmid olmağa çabalamış. Hâlit Ziya Fransız romanlarını, hassaten Rene Maizeroy’u okuyarak sayfa sayfa nakle başlamış, hâsılı hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızca’dan aynen aşırmışlar. Amours Defendues, Perles Noires’ları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize Emile Bergarac imzalı bir kitap geçer ve isminin ‘’Lyre Brisee’’ olduğunu hayretle görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur hitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir müteessif olursunuz. Otuz beş sene evvel başlayan sadeliği öldüren onlardır; tekellüm lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek değil, kilometrelerle birbirinde ayırmışlardır. Onların öyle mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki, içinde hiç Türkçe yoktur. Eski lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştirememişler, yalnız naatları, kasideleri, destanları, terkip ve terci-i bendleri, muhammesleri, müseddesleri, murabbaları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden müteşekkil tatsız ve eskilerden daha mânâsız, mesruk, bir ‘’salon edebiyatı vücûda getirmişlerdir. 

 

Bugünküler

Yani Fecr-i Âti. Bunların yegâne meziyeti ‘’dünküler’’ nâmını verdikleri eski ‘’Servet-i Fünûn’’ kümesinin mahiyetini, tamamıyla değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz kendileri de yeni bir şey yapmamışlar, ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î eserlerini sayfa sayfa tekrar etmişlerdir. Dünküler kullanılmayan kelimeleri eski kamus sayfaları arasında bularak bir muvaffakiyetmiş gibi lisana katmağa çalışırlardı ki, bugünküler yalnız bu münasebetsizliği taklit etmediler. Merhum Ahmet Şuayp, Gaston Deschampe’in kitabını ismiyle beraber-kendisi tetkik etmiş, kendisi tetebbû etmiş gibi- Türkçeye geçirip âlim şöhretini kazanmasına imrendiler. Onlar da rekâbete kalktılar. Acele ettiler, hiçbirisi Ahmet Şuayp kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye başladılar. Bugün ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sayfaları karıştırırsanız cümle değil, hattâ birçok siga hataları bile göreceksiniz. Fakat vatanın bütün ümîdi gene onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtiler. Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar, tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan beri bizi milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve sun’î lisanı terk edeceklerdir. Evet, ümîdimiz onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne nasipleri ölümdür. Eski lisanı yaşatan bugün ‘’bugünküler’’dir. Onların dünküleri taklit etmekten vazgeçtikleri dakika hakiki bir fecr olacak, onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan ‘’millî bir edebiyat’’ doğacaktır. 

 

Hastalıklar

Edebiyatımızın mâzisi, hâli hakkında muhatasar fakat oldukça vâzıh bir kritik yaptık zannederiz. Görülüyor ki, şimdiye kadar milli bir edebiyat vücûda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler, yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibdâ etmeğe lüzûm görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları, içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet, şimdiki lisanımızda Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler, terkib-i izafî, terkib-i tavşîfî, vasf-ı terkibîler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet bigâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbû merakı husule getirilemez. Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve en meşhur bir gazeteden otuz bin nüsha satılamaz, en mükemmel ve müfîd kitabın satışı nadiren bini tecâvüz eder.
 
Metin İncelemesi :
Biçim Yönünden :
Biçimi : Nesir (düzyazı).
Türü : Makale.
Konusu : Türkçenin geçmişi hakkında bilgi ve­rilmekte, o zamanki dil çalışmalarının yetersizliğine değinilmekte ve yapılması gerekenlerin neler olduğu anlatılmaktadır.
Ana düşünce: Ulusal edebiyatımız Doğu ve Batı'nın aşırı etkisinden uzak, bağımsız bir dille ya­ratılmaktadır. Bu bakımdan bağımsız Türk dili için çalışmak zorundayız.

Yardımcı Bilgiler:
Ömer Seyfettin, bu makalesini Selanik'te çıkan "Genç Kalemler" adlı derginin 29 Mart 1911 günlü sayısında yayınlamıştır. Yazar, makalesinde bağımsız Türk dilini savunmasına karşın yabancı sözcüklere ok yer vermiştir. Bunun nedeni, Türkçenin o günkü koşullarda tam olarak gelişmemiş olmasıdır. Yazar, daha sonraki yıllarda yazdığı öykülerinde sade Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır.
Yazarlık yaşamı 1910-1920 yılları arasında an­cak on yıl sürmüştür. Bu kısa süre içinde 114 öykü, yarım kalmış bir roman, ayrıca şiir ve makaleler yazmıştır. Öykülerinin konularını günlük yaşamdaki gözlemlerinden, çocukluk anılarından, tarih ve folk­lordan almıştır. Realist bir öykü yazarı olarak, ele aldığı konuları; yaşadığı dönemin Osmanlılık, Türklük, Batıcılık gibi siyasal ve kültürel kavramları çevresin­de yazmış ve Türk öykücülüğünün köşe taşlarından biri olmuştur.
Türk dili ile birlikte ulusal edebiyat konusunu kendine ulusal bir dava yapan Ömer Seyfettin, bu alanda büyük uğraş vermiştir. Edebiyatımızın bugünkü aşamaya gelmesinde bu yönden büyük katkısı olmuş­tur.
 
İçerik Yönünden:
Araştırmalar:
· Yazara göre, Arapça ve Farsça kelime ve kuralların dilimize girişi din ve edebiyat yoluyla olmuş­tur. Atalarımızın Batı'ya göçü ve İranlılarla ilişkisi sonucu Türk dilinin dengesi bozulmuştur. Çünkü, Arapça ve Farsça Türkçeye girmiş, Türk dili süslü, ağ­dalı, yapay bir dil durumuna gelmiştir.
· Yazar, Türk dilinin yeniden eski durumuna, do­ğal özelliğine kavuşacağı umudunu taşıyor. Ona göre, Arapça ve Farsça sözcük ve kurallarıyla dilimize gir­miş, fakat Türkçe fiillerin bağımsızlığına dokunmamıştır. Türkçe, temeli olan fiillerle ve kiplerle bağım­sızlığını korumuştur. Bu durum, yazarda Türkçeyi yeniden eski durumuna getirme umudunu arttırmaktadır.
· Araştırmacıların edebiyatımızı çeşitli dönemle­re ayırmalarına karşın, yazar, "bu yanlıştır, mutla­ka dönemler istiyorsanız, ancak iki dönem vardır" diyerek, edebiyatımızın temelde iki döneme ayrılabi­leceğini belirtiyor.
Ayrımı :

1- Doğuya doğru: İran'a,
2- Batıya doğru: Fransa'ya biçiminde yapıyor. Ya­zar, bu ayrımı yaparken, edebiyatımızın kültürel et­kileşimlerini göz önüne alıyor.
· Ömer Seyfettin'e göre, Doğu kültürünün etki­siyle gelişen şiirin temel özelliği taklitçiliktir. Bu alanda taklitçilik öylesine ileri gitmiştir ki, Türk şa­irleri edebiyatı har "şiir ve hayal sanatı" olarak al­gılamışlar, Türkçe şiirlerinin yanında mutlaka Fars­ça şiirlerden oluşan birer divan yazmaya özen göster­mişlerdir. Bu da onların Doğu kültürüne hayranlıkla­rından ileri gelmektedir.
· Diğer yandan, Doğu kültürü etkisinden gelişen şiirin diğer özelliği aşk konusunda kendini göstermek­tedir. Araplarda aşk, göçebe yaşamın sonucu özgürce gerçekleştiğinden doğal bir edebiyat meydana gele­bilmiştir. Bizde ilişkiler yasak olduğundan, din yoluy­la engellemeler bulunduğundan şairler hayalleriyle başbaşa kalmıştır. Şairler, ancak hayallerinde yara­tabildikleri aşkları yazabil mislerdir. Bu yüzden ger­çekten uzak, yapay, süslü edebiyat doğmuş; bu durum şiiri gerçek hayattan uzaklaştırmıştır.
· Yazar, Batı etkisinde gelişen edebiyatımızı be­ğenmiyor. Batıya yönelen edebiyatı, Doğuya yönelen edebiyattan farksız buluyor. Yazara göre, Muallim Naci öldükten sonra Doğu dönemi kapanmış, yerini Akif Paşa'dan beri kurulup örgütlenmesine çalışılan ve adına "Avrupa Okulu" denilen yeni edebiyat al­mıştır. Bu dönemde Tevfik Fikret ve Cenap Sahabet­tin, güzel eserler vermelerine karşın ulusal zevkimizi yansıtmaktan uzak kalmıştır. Halit Ziya Uşaklıgil ise, Fransız romanlarını taklit ve aktarmadan öteye gide­memiştir. Böylece her ikisi de yöneldikleri kültüre hayranlık duyma ve taklit edilme temeline oturtul­muştur. Bu durum, Tanzimat döneminde başlayan dil­de sadeleşme akımını da engellemiştir. Yenilik iddi­asıyla ortaya çıkanlar, yenilik yaratmamışlardır. Çün­kü, taklitle yeniliğin yaratılması mümkün değildir. Bu bakımdan Türk edebiyatı tarihi incelendiğinde, yazarın bu görüşünü halkı kılan durumlarla karşılaş­mış oluruz.
· Yazara göre, Fecr-i Ati topluluğu ise, hiçbir yenilik getirmemiş, "dünküler" olarak adlandırdıkları Servet-i Fünûn zevkini yürütmekle yetinmişlerdir.
· Yazar, şimdiye kadar milli bir edebiyatımızın meydana gelmeyişini, dildeki olumsuz gelişmelere bağlıyor. Ulusal bir edebiyat için ulusal bir dil gere­kir, bunu sağlama yoluna gidilmelidir, diyor. Böyle­ce, ulusal bir edebiyatın; Türkçenin doğal yapısına kavuşturulması, Doğu ve Batı kültürlerine yönelmek­ten vazgeçilmesi ve ulusal kültürün temel alınması koşuluyla gerçekleşebileceğini savunmuş oluyor.
· Yazar. Türkçenin Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarından kurtulması görüşünü savunmuştur. Bu temel düşüncesini, görüşlerini aktardığı "Yeni Lisan" adlı bu yazısında uygulanmıştır. Bu yazıda :
· Arapça ve Farsça kurallarla yapılan isim ve sıfat tamlamalarına yer verilmemiştir.
· Buna karşın, Türkçe karşılıkları bulunan Arap­ça ve Farsça sözcükleri kullanmaktan kendini alıkoyamamıştır. "İdrâk, tezeyyün, taallûk, sun'î, takviye, teyid, saika, muaşaka, tekellüm, mesruk vb." sözler buna örnektir.
· Kullandığı yabancı sözler, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati dönemlerindeki kadar değildir.

SON EKLENENLER

Üye Girişi