Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

MAHMUT YESARİ

1895 yılında İstanbul'da doğdu. Güzel Sanatlar Akademisinde öğrenci iken, Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale cephesine yedek subay olarak yollandı. Savaştan sonra basın hayatına girdi. Karikatürler yaptı; sonra hikâye ve roman yazmaya başladı. Hayatını hep kalemi ile kazandı. 1945 yılında İstanbul'da öldü.

Mahmut Yesari, geniş yığınlar için ve geçim kaygısı ile yazdığı eserlerinde sanatın fazla derinlerine inememiş; bununla birlikte yine de toplumun ve insanların belli başlı sorunlarını ve olaylarını konularında değerlendirebilmiş bir yazardır. Dili ve anlatımı ile konu ve kahramanlarında Reşat Nuri'nin belirli etkisi göze çarpar. Toplum gerçeklerine en çok eğildiği romanları Su Sinekleri ile Tipi Dindi'dir.

Mahmut Yesari’nin hikâyelerinin çoğu kitap halinde yayınlanmamıştır. Romanları dışında en ünlü eserleri Yakacık Mektupları adlı anılar - hikâyeler kitabı ile Sürtük adlı tiyatrosudur.

(Kitaba alman Tipi Dindi romanında M. Yesari, iradesizliği yüzünden hayata yenilen bir insan tipini, yaşamına türlü yönlerden ışık tutarak, incelemektedir.)

 

TİPİ DİNDİ

- Romanın Özeti -

Macit, geleceğe ümitle bakan, yaşamanın şiddetli fırtınalarından uzak bir gençtir. Nesrin adında bir kızla sevişmekte, onunla evlenmeyi düşünmektedir. Bir-gün, cüzdanından düşen bir fotoğraf genç kızla arasını açar. Nesrin, onu terk etmiş, bir avukatla nişanlanmıştır.

Olay, zayıf iradeli genci büyük sarsıntılara uğratır. Önce intihan düşünür; bu düşünceden binbir güçlükle sıyrılabilir ama artık kendini yitirmiş durumdadır; içkiye ve kötü eğlencelere yönelir. Kısa bir zaman içinde düştükçe düşer. Artık evinin, yerinin yurdunun izini, adresini unutmuş gibidir. Ne hasta babası, ne de bakımsız kalan kardeşleri aklına gelir. Bir batak içinde yuvarlanıp gitmektedir.

Bir gün, yine bir batakhanede çırpınmaktayken, arkadaşlarından biri bir mektup uzatır. Dumanlı gözlerle kâğıdı açan Macit, küçük kardeşinden gelmekte olan mektubu okur. Babası ölüm halinde hastadır ve gözlerini yummadan önce kendisini görmek istemektedir. Bir an için kendisine gelen genç adam, bir yıldan fazladır eve uğramadığını dehşetle anlar. Derhal gitmeye karar verirse de uyuşmuş iradesinin harekete geçmesi için de günler gerekmektedir. Nihayet, bir gün binbir utançla, üzüntüler içinde mahallesine girer. Fakat evinin sokağında konu komşu kendisine ezici bakışlarla bakmaktadırlar. Kapıyı çalar. Uzak akrabalarından birisi karşısına çıkar; babasının ölmüş olduğunu bildirir.

Macitin evrenini kapkara bulutlar kaplamıştır. Felaketlerin olgunlaştırdığı küçük kardeşleri, sonsuz çaresizlikler içindedirler. Bu tablo Macit'e bir silkiniş, bir kendisini bulup hayata karşı yeniden direniş azmi vermiş gibidir. Yetim kardeşlerini alarak başka bir semte, başka bir eve taşınır. Ne var ki işsiz ve parasızdır. Bir yerlere kapılanmak için bazı eski tanıdıkları yoklar, eli boş çevrilir. Ufkunda bulutlar çoğalmakta, fırtına yaklaşmaktadır. Çaresizlikleri kendisini yeni bataklara saplar.

Bu sırada yoksulluktan, bakımsızlıktan en küçük kardeşi Müzehher hastalanmıştır. Doktorlar, küçük kızın vereme yakalandığını, çok iyi bir bakıma ve gıdaya ihtiyacı bulunduğunu söylerler. Bu imkânları hiç bir zaman elde edemeyecek olan tükenmiş genç adam büyük iç çalkantıları ile sarsılmaktadır. Bulutlar, fırtına, hükmünü yerine getirmiş, olmuş, oluşmuş, tipiye dönmüştür.

Hayata ve olaylara karşı daima yenik, daima yenik olan Macit, Müzehher'i bir hastaneye yatırmak için çalmadık kapı bırakmaz; fakat başaramaz. Öte yandan küçük kız, hastaneye yatırılmadığına biraz da memnundur: Nasıl olsa yakında ölecek değil mi? Hiç olmazsa evinde, aile havası içinde ölecektir.

Gün geçtikçe Müzehher'in hastalığı ağırlaşır. Elde avuçta satıp savacak bir şeyler de kalmadığı için, gün geçtikçe geçim sıkıntıları artar.

Mevsim kıştır; içinde de ısınacak hiç bir şey bulunmayan evin dışarısında korkunç bir tipi esip durmaktadır. Bu tipi, Macit'in ruhundaki fırtına ve tipi ile yarış halindedir sanki. Macit artık tamamen tükenmiştir ve Müzehher de ölmek üzeredir.

İradesizliği yüzünden ömrünü yele savuran genç fakat bitkin adam, pencereden dışarıyı uzun uzun seyreder, kendi kendine:

- Tipi dineceğe benzemiyor, der. Varsın dinmesin; nasıl olsa benim tipim beni çoktan boğdu...

Müzehher, alev alev yanmakta, sayıklamakta, belki de ecelle son savaşını vermektedir. Onun yataktaki feci durumuna daha fazla katlanamayan Macit, ne olursa olsun bir doktor bulmak ümidi ile kendini sokağa atar; kar, rüzgâr, fırtına içinde kaybolur.

Ertesi gün onu bir cadde ortasında donmuş, kasılmış bulanlar hemen bir hastaneye götürürler. Masajlar, tedavilerden sonra bir ara kendine gelir gibi olur. Dışarıya bakar: Geceki kardan, tipiden, fırtınadan iz eser kalmamıştır. Genç adam, yanındaki arkadaşlarına:

"- Tipi dindi mi acaba?" dedikten sonra ölür.

Tabiatın tipisi gibi Müzehher'in de, kendisinin de tipisi dinmiştir artık.

 

 

TİPİ DİNDİ

- Romandan Bir Parça -

(Aşağıdaki parça romanın son bölümüdür. Yazar, konuya kendini kattığı kadar, o zamanın gerçekten yaşamış adlarını da katmıştır. Mesela Rüştü Bey, 1930'larda gerçekten Cerrahpaşa hastanesi başhekimliği yapmış bir kişidir.)

"...Cerrahpaşa hastanesinin karantina koğuşundaki hastabakıcı hemşire, sertabiple konuşan nöbetçi doktoruna koştu:

-    Evvelki gece yansı donmuş getirilen hasta fenalaştı doktor bey.

Sertabip Rüştü Bey, alaka ile başını salladı:

-    Macit Bey mi?

-    Evet beyefendi.

-    Yesari bey, siz görmek istemlisiniz?

Bir hasta arkadaşı ziyarete gittiğim gün. Bu ne garip ve ne hazin tesadüftü. Dakikalardan beri gözüm pencerede idi. Bir sis, bir bulut, bir duman gibi.

Rüştü Beyin teklifini minnetle kabul ettim; yağan savrulan kar tipisi içimi burkmuştu.

- Elbette doktor bey, gidip görelim.

Macit bir gün matbaaya gelmiş, "Ali Fasih" dediği bizim rahmetli "M. Agâh”ı aramıştı. O gün Macit'e karşı çok haşin davranmış, kalbini kırmıştım. Niçin? Sinirli bir günümdü. Fakat şimdi Macit'in o günkü hâli, ıslak ceketinin yakasını kaldırarak çenesi ata ata titreyişi gözümün önünden gitmiyordu.

Nöbetçi doktoru odadan çıktıktan biraz sonra Sertabip Bey de ayağa kalktı:

-    Gidelim Yesari Bey.

Koridorda sordum:

-    Çok mu ağır hasta?

Rüştü Bey dudaklarını büküyordu:

-    Dimağın felcinden korkuyoruz.

Karantina koğuşundan içeri girerken kısa bir tereddüt geçirir gibi oldum. Bu çocuğa karşı çok derin bir vicdan azabı duymakta idim. Hasta döşeğinin başucuna gidip gönlünü almaya bile cesaretim yoktu.

Sertabip bey kolumdan tuttu:

-    Giriniz!...

İçeri girdiğim oda, hastahanenin karantina koğuşu idi. Hastaneye getirilen hastalar evvela bu koğuşta yatırılıyor, hastalıkları teşhis edildikten sonra başka koğuşlara götürülüyorlardı. Orada her cins hasta vardı. Yaralı, saralı, frengili, hummalı binbir ıstırapla kıvranan çeşit çeşit hastalıklı zavallılar, asıl yatacakları koğuşlara götürülecekleri günü, saati, dakikayı bekliyorlardı. Karantina koğuşu hastanenin göze ve kulağa dehşet veren en mustarip koğuşu idi. Çünkü orada yatan hastalar arasında dert ortaklığı, dert aşinalığı yoktu.

Macit işte bu koğuşta yatıyordu.

Sertabip, kapının sığındaki ikinci karyolaya doğru yürüdü. Nöbetçi doktor orada idi.

Koğuşa sertabibin girdiğini gören hastalar susmuşlar, koğuşa bir durgunluk gelmişti. İdare ve inzibat kuvvetinin ıstıraba bile hâkimiyetine hayret ve hürmet ettim.

Pencereye yakın yatakta yatan bir hasta, gözlerini dışardan ayırmıyordu.

Sıcak bir odada, temiz çarşaflar içinde yatarken dışarda yağan karın, yağmurun, savrulan tipinin cezasını çekmek, acaba mâzideki zehirli acıların yadigârı mı idi?...

Pencereden bakan hastanın gözbebeklerinde korku ürpermeleri, dudaklarında korku uçuklamaları vardı. Ben, o dakikada, Macit'i unutmuş gibi idim.

Hastanın birden gözleri parladı; dudakları bir tebessümle ışıklanır gibi oldu.

Sertabip bey Macit'in yatağına yaklaşmıştı. Nöbetçi doktorun verdiği izahatı dinledikten sora Macit’in bileğini tuttu; fakat nabzını uzun uzun dinlemeye lüzum görmedi. Elini geri çekti; Macit'in kolu yatağa düşüverdi.

Pencereden kar tipisine korka korka bakarken birderbire gözleri parlayan, dudakları bir tebessümle ışıklanan hasta, yanındaki karyolada yatan koğuş arkadaşına fısıldadı:

- Tipi dindi!...

Sertabip Rüştü Bey, dudaklarında mütevekkil bir gülüşle bana bakıyordu.

Macit’in karyolasına yaklaştım; eğildim baktım. Asil çizgili zayıf yüzü yorgun, fakat rahattı. Yüzünde; uzun, sürekli fırtınalardan kayalara çarpmış, parçalanmış bir tekne, haraplığı vardı. Bitab, yorgun, fakat rahattı.

Evet, artık tipi dinmişti..."

ŞEMSETTİN KUTLU TÜRK ROMANLARI

SON EKLENENLER

Üye Girişi