Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BOĞAZİÇİ MEHTAPTARI ÖZETİ

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

1888 1963 yılları arasında yaşamıştır. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumuştur. Özel şirketlerde ve banka yönetim kurullarında görev yapmıştır. Şiir, anı, eleştiri, roman gibi türlerde eser vermiştir. Fahim Bey ve Biz adlı romanı CHP Hikâye ve Roman Mükafatı’nda üçüncülük almıştır. Başlıca eserleri; Çamlıca’daki Eniştemiz, Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri, Boğaziçi Yalıları, İstanbul ve Pierre Loti’dir.

BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI

Abdülhak Şinasi Hisar, eserlerinin pek çoğunda İstanbul’u ve İstanbul’un en önemli mekânı olan Boğaziçi, Çamlıca, Büyükada hayatını konu eder. O, mazinin güzelliklerini bugüne taşımak için edebiyatı bir araç olarak kullanır. ‘Boğaziçi medeniyeti’ tabirini edebiyatımıza sokan ilk kişidir. Boğaziçi Mehtapları bu anlamda önemli bir eserdir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın şahsi hayatından esinlenerek yazdığı denemelerden oluşur. Denemelerde İstanbul ve Boğaziçi’nin medeniyetimizdeki yerini yazarın usta üslubuyla görürüz.

Eserden Seçmeler

Tabiat Sevgisi Parçasından

İstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğazaiçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar insan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı. Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi’nde de yalılar önünde oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu.

Boğaziçi’nin hemen kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanları saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takible, aylara göre değişen ve hemen bütün seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır.

Sessizliğin Şiiri Parçasından

Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen daimi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız sessizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.

Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrumuz ki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım. Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm.

Boğaziçi’nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, tabiat daha İlahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir. Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız.

Henüz çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle veya denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin âdeta nebati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediğini ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını görüyorum.

Mazi Cenneti Parçasından

Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.

Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel hayat çağında, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.

ZAMBAK, 100 TEMEL ESER ÖZETLERİ


BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI- TDV İSLAM ANS.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın geçmiş yaşayışı ile Boğaziçi’ni yepyeni bir değerlendiriş açısından canlandıran eseri.


Boğaziçi Mehtapları, sanatkârın çocukluk ve ilk gençlik yıllarının hâtıraları içinden, büyük mûsiki fasılları ile birlikte teşrifatlı mehtap âlemlerinin yaşandığı eski Boğaziçi hayatını zengin bir şiir üslûbuyla anlatan çok orijinal bir nesir eseridir. Günümüze kendisinden artık bir şey kalmamış olan bu hayatı yazar, fikir dünyamıza getirdiği “Boğaziçi medeniyeti” görüşünden hareketle değerlendirmektedir. Bu, Bizans çağının tanımadığı, ancak fetihten bu yana asırların birikimi içinde meydana gelmiş, peyzaj ile mimarinin uyuştuğu, her sınıftan insanının birbiriyle uyum halinde yaşadığı, ahlâk, terbiye, sevgi, nezaket, saygı gibi mânevî güzellikler de taşıyan ve her tarafından millî ruhun aksettiği manzarası ile tamamen Türk’e has bir hayat üslûbunun ifadesi demektir. Yazarın anlatışıyla, “Bu, terkibine su, mehtap, bülbül sesi ve saz karışan nazik bir medeniyetti. Bu, âhirete, ebediyete inanan, dünyevî olduğu kadar dinî ve uhrevî bir medeniyetti”.


Artık tarihe karışmış ve hâtıraları da kendisiyle birlikte yok olacak bu hayatın tamamıyla unutulmuşluğa düşmesine razı olmayan A. Ş. Hisar, eserinde o bir daha geri gelmeyecek zamanı sanatla yeniden yaşatmak, geçmiş güzellikler içinden bir mâzi şuuru ve sevgisi uyandırmak ister.


Esasını hâtıralar teşkil etmekle beraber eser alışılmış hâtırat kitaplarına benzemez. Onda bir hâtıratta bulunması tabii, hatta zaruri olan bir vak‘a tarafı olmadığı gibi böyle bir vak‘alar dizisi içinde ön planda şahıslar, kahramanlar da görülmez. Yazar bu hâtıralarda bir hareketin sahibi, bir vak‘anın fâili hüviyetinde olmayıp etrafında yaşanana iştirak eden ve onu anlatan bir sanatkâr tanık durumundadır. Burada, vak‘aların etrafında döndüğü herhangi bir kahraman veya belli şahıslar olmaksızın geçmişteki o hayatı kendisiyle hep birlikte yaşadığı bir topluluk vardır. Pek az yerde ortaya çıkan yazar kendini mümkün olduğu kadar silmiş, yerine adına konuştuğu bir kollektiviteyi, yani bütün bir Boğaziçi insanını geçirmiştir. Çocukluk zamanı ile iç içe olmasına rağmen ailesi dahi anne ve anneannesini bir iki yerde anıp geçişi dışında bu hâtıralarda pek hissedilmez. Bunlarda asıl kahraman olarak kendisi ve ailesi yerine anonim ve kollektif planda her sınıftan bir Boğaziçi insanı hâkim olmuştur. Böylece eser sadece bir ferdin hâtıratı olmaktan çok, aynı devri yaşamış insanların ortak hâtıraları şekline girmiştir. Bu hâtıralarda bunun ötesinde mutlaka bir kahraman aranırsa o, eser boyunca sahneyi terketmeyen mehtabın doğrudan doğruya kendisiyle, Boğaziçi’nin mehtaplı suları üstünde alay olmuş büyük bir sandal ve kayık kafilesinin eşliğinde yüzen mûsiki ve üzerlerine ay vurmuş körfez ve yalılarıdır. Vak‘a diye görülecek tek şey de fasıl heyetinin yerleştiği bir sandalın etrafını sarmış yüzlerce kayıklık bir kafilenin, gelenek olmuş bir programla Boğaziçi’nin belirli köşeleri arasında yaptığı mehtap ve mûsiki gezisidir. Bu çerçeve içinde ay, deniz, saz, kayık ve yalı bu mehtap sahnesinin mükemmel bir orkestrasyonla aslî şahısları hükmüne girer.


Âdeta bir mehtap ve mûsiki âyini gibi yaşanan bu âleme ait hâtıra ve intibalar, eserde dağınık ve tesadüfî bir şekilde değil roman kurgusuna benzer bir tertiple bir mehtap alayının duyuluş, hazırlanış, büyüyüş ve sonra dağılışındaki yürüyüşü veren, değişik ana başlıklar altında sekiz fasıl ve bunlar içinde de muhtevalarını mânalandıran birer ara başlık taşıyan yirmi beş kısım etrafında toplayan bir sıralanışa konulmuştur.


“Hazırlanış” adlı ilk fasıl, eseri sonraki bahislerde anlatılacaklara açan bir giriştir. Eserin üzerine temellendirildiği Boğaziçi medeniyeti düşüncesini açıklayan, tabiatın ve geleneklerin belirlediği bir çerçeve içinde onun var oluş şartlarını anlatan bu fasılda A. Ş. Hisar Boğaziçi insanının hayatında iki ayrılmaz temel olarak tabiat ve mûsiki zevkinin tuttuğu yeri gösterir. “Toplanış” eserin mihveri olan mehtap alaylarının nasıl hazırlandığını, nasıl safha safha büyüyüp şekillendiğini tasvir eder. Bundan sonraki gelişmeyi veren “Mûsiki Faslı”, ilk toplanma durağı Kalender’deki buluşma ile meydana gelen büyük sandal kafilesinin, artık cünbüşüne başlamış fasıl heyetinin gâh kayığı çevresinde, gâh peşinde Boğaziçi’nin sularında mehtabı takip ederek körfezden körfeze yer değiştire değiştire yaptığı mûsiki gezisini dile getirir. Kalender’den başlayıp İstinye önlerine, oradan Kanlıca koyuna ve Bebek’e kıyılar, yalılar önünden geçit yaparak uzanan, mûsiki ve ay ışığının iç içe olduğu mehtap âlemi burada bütün şaşaası ile canlandırılmaktadır. “Sükût” faslında ise bu büyük gezide mûsikiye ara verilen dinlenme anlarında Boğaziçi’nin insanda âdeta başka bir mûsikiymiş hissini uyandıran kendisine mahsus tatlı sessizlik atmosferi ve “Boğaziçi cenneti” diye adlandırdığı, mehtap altında Boğaziçi’nin insana ürperti veren güzellikleriyle muhteşem dekoru ve ona ayrıca bir mâna katan yalıların, görünüşlerine göre bir bir yorumdan geçirilerek bir şahsiyet gibi hüviyetlendirilişi, zirvesine yükselmiş bir şiir duygusu ile ifadesini bulur. Onu da varılması olağan bir netice gibi “Aşk Faslı” takip eder. Bu fasılda konuşan, mehtabın pırıltıları içinde geceye mahsus giyim ve süsleriyle bir kat daha güzelleşen ve sadece bu mehtap âlemlerine tanınmış hoşgörürlükle büyük sandal kafilesinin akışı sırasında kendilerine yakınlaşmak, göz göze gelmek mümkün olan kadın çehreleri karşısında mûsikinin davet ettiği aşk hâletidir.


Ancak bu güzelliklerin kemale erip zirveleştiği merhale kalıcı değildir. Sırada varlık için mukadder olan, herşeyin kaybolmaya gittiği fânilik faslı vardır; o gelir. İşte sonunda Boğaziçi’nin o eski gecelerinde bütün bu yaşananları bekleyen kaçınılmaz son buluş ve yok oluşu “Dağılış Faslı” anlatmaktadır. Kısımları “Fânilikler”, “Sönüş”, “Ayrılış”, “Unutuluş” diye perde perde adlanan ve yazarın bedbin bir zaman murakabesine girdiği bu fasıl kaybolan mesut geçmişe bir mersiyedir. Burada, yaşı on dört on dokuz sularında iken Boğaziçi insanı ile hep birlikte yaşadığı mehtap gecelerinde bir devrin bir daha geri gelmemek üzere kapanmakta ve kendilerine vedâ etmekte olduğunun farkına varamayışlarının esefleri konuşur. Eskilerce, kendi zamanlarına nisbetle sönük ve öncekilerin son demleri sayılan o şaşaalı mehtap geceleri ve mûsiki fasıllarının kendi yetişme çağlarında zihniyet ve zevkte alafrangalığın anlayışsızlığı ile karşılaşışı, artık içine girilmiş bir dağılma devresinin o vakit işaretini sezemedikleri bir habercisi olur. “Fânilikler” ve “Sönüş”ü takip eden “Ayrılış” kısmının anlattığı, Boğaziçi’nin mehtaplı suları üzerinde saatler boyu dolaşıştan sonra saz seslerinin susup yorgun sandal kafilesinin dağılışında, her defasındakilerden biri olmak yerine aslında artık bir daha tekrarlanmamak üzere son dağılış ve bitişin bütün bir ima ve işareti vardır.
Faslın “Unutuluş” adlı son kısmı, geçmişteki hayatımızın yazıya ve sanata aksetmemiş oluşu ile en güzel nice taraflarımızın unutulmuşluğa düşmesinin acı ve toplu bir muhasebesini getirir. Yüksek ve ince bir medeniyet kurmuş Türk hayatının tarihi yazılmadığı için Boğaziçi’nin en yakın tarihini ve hâtıralarını bile unuttuğumuzun sızı ve eseflerini taşıyan “Unutuluş”un ardından gelen ve esere son veren “Hatırlayış” faslı, bütünü ile başlı başına bir millî mâzi felsefesi, bir hâtıralar estetiğidir. Bu son fasıl, Boğaziçi Mehtapları’na hareket noktası olan düşünceleri ve yazılmasındaki gayeyi tam bir açıklığa çıkarır. Bu sayfalarda eserin üzerine aldığı, geçmişimizin güzelliklerini ve bunlardan biri olarak daha tarihi yazılmamış Boğaziçi mehtap âlemlerini unutulup hâtıraları yok olmaktan kurtarma gaye ve misyonu en belirgin ifadesini bulur. Burada eser artık Boğaziçi mehtaplarını anlatmak ve canlandırmaktan da öteye, bütünü ile geçmişimizin millî hâfızada yeri ve korunması meselesi üzerinde bir düşünce sistemi çapına yükselir. Bu faslı açan ve bir geçmiş zaman felsefesini temellendiren “Mâzi Cenneti”nde yazar, “Milliyetçilik muarızları en evvel millî mâziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytanî hücum onun vicdanından mâzisini almak, hâfızasında mâzisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur”; “Muhayyel bir âti namına geçmişte millî ve güzel ne varsa hepsinin tahrip ve tezyif edildiğini gördük” şeklindeki ifadeleri tam bir tavır ortaya koymaktadır.


“Bizimle Birlikte Yaşayan Hâtıralar”da, beraberlerinde devam etmekte oluşu ile en çok uzamışı olduğu kadar en çok yaşamış da bulunduğumuz zamanı saklayan hâtıralarımızın estetik bir bakışla değerlendirmesine giren A. Ş. Hisar, bu hâtıraların bağlı bulundukları zaman çerçevesinden uzaklaşırken bizim olgunlaşmamızla birlikte yeni mânalar ve zenginlikler kazandığını ince tahlillerle gösterir. Buna göre kendimizle beraber geçmiş zamanlarımız da değişir. Bundan dolayı her çağın hâtıralara ayrı ayrı bakışı ve onları anlayış tarzı vardır. Eserinde tasvir ettiği Boğaziçi’ndeki eski hayatın âdet ve hususiyetlerini takdir edecek olgunluktan uzak kalan gençlik çağında, terbiyesini aldığı alafrangalığın tesirinden kendisini kurtarıp millî değerlerimizi öğretecek bir kılavuz bulamamış olması dolayısıyla o sazlı mehtap âlemlerine sevgisiz, hevessiz ve tenkitçi gözlerle bakarken şimdi o hayatı yüceltip “estetize” edişine, insanın çocukluk devresinde gördüklerinin değer ve mânasını senelerden sonra anlayıp farkedebildiği ve şuur altına giren, habersizce tohum halinde hâfızaya yerleşen hâtıraların bizimle birlikte yaşayıp olgunlaştığı ve billûrlaştığı cevabını getirir. Ufku çok daha geniş bir medenî sorumluluk görüşüne yükselerek eski Türk cemiyetinin Boğaziçi’ndeki huzurlu ve güzelliklerle dolu hayatını hâtıraları ile yaşatabilmek için yaptığı işi, insan yaşayışında belirli gelişme ve ilerlemelere bir defa erişildikten sonra hâtıralarının zamanla unutulup hâfızalardan silinmelerine kayıtsız kalmak yerine mâna ve değerlerini anlayıp korumaya çalışmanın bir medeniyet gereği ve gayesi olduğu düşüncesine bağlar.


Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlattığı Boğaziçi hayatını mehtaplı geceleri ve mûsiki fasılları ile yaşayanlar, bazılarınca sanıldığı gibi sadece varlıklı ve imtiyazlı bir tabaka değil bütünü ile her sınıftan Boğaziçi halkı ve kısmen de İstanbul insanıdır. Sular üstündeki mûsiki fasıllarının tertipçisi her defasında bir yalı sahibi olurken yazarın belirttiği üzere sınıf ayırımı olmaksızın herkesin birer kayıkla katıldığı büyük mehtap kafilesi masrafsızca meydana gelir; iştirak edenlere herhangi bir maddî külfet getirmeyen bu büyük ve saltanatlı eğlenceden sınıfı ne olursa olsun herkes çok demokratik ve ucuz bir şekilde hissesini alırdı. Bu mehtap kafilesi daima herkesin ortak eseri olurdu.


Millî an‘anelerinden haberdar edilmeyen genç nesillerin içinde yetiştikleri medeniyete ihanetle nasıl yabancılaştıklarını belirten, mûsikimizin ikinci millî lisanımız ve mâziden bize miras kalan duyguların bir mahfazası olduğunu ifade eden satırlarında eserin günümüze getirmek istediği mesaj daha da bütünleşmektedir.


A. Ş. Hisar, kendi gençliğinin hâtıra ve intibalarını işlerken eserinde aynı zamanda Boğaziçi mehtap gecelerinin ve mûsiki fasıllarının kapanış devri tarihini de yazmış oluyordu. Eseri ferdî hâtıraları yanında XIX. asrın bitiş yılları ile XX. asrın başında Boğaziçi’nin mehtap âlemlerinde “mehtap” denilen deniz üstünde yüzlerce kayıklık mûsiki alaylarının, bütün halkı ile Boğaziçi örfünün bir tarihidir. Meydana getirdiği eser, üzerlerinden bir kırk sene geçtikten sonraki çağda yalnız o zamanı yaşamış, o mehtapları görmüş olanların hâfızalarında var olan ve kendisinden artık maddî iz kalmamış bir mâziyi tamamıyla unutulmaktan, asıl deyimiyle ölümden kurtarmıştır. İleride Boğaziçi tarihi yazıldığında tarihçinin ortada hemen hemen tek kaynak olarak Boğaziçi Mehtapları’ndan öğreneceği, o âlemleri yazıya geçirebilmiş biricik şahit sıfatıyla kendisinden nakledeceği çok şey vardır.


A. Ş. Hisar’a kadar şiirimizde ve nesrimizde sadece küçük zikirler ve dağınık temaslar halinde görülebilen, Yahya Kemal, Ruşen Eşref gibi kalemlerde ise ancak makalelik bir çapa yükselebilmiş olan Boğaziçi onun eseriyledir ki beklenmedik bir muhteva genişliği ve muhteşem ifade kudretiyle Türk edebiyatında gerçek yerini bulabilmiştir. Kendisinden öncekilerin Boğaziçi’nde göremedikleri, duysalar bile tam söyleyemedikleri hemen her şeyi eserinde fevkalâde zengin ve seçkin bir üslûpla A. Ş. Hisar ifade sahasına getirebilmiştir.


Bir yalısında doğup büyüdüğü Rumelihisar’ından soyadını dahi aldığı Boğaziçi’ni bütün yönleri ve her türlü güzellikleriyle, en ince nüanslara kadar inen zengin intibalarla yaşadığından A. Ş. Hisar onu dışarıdan ve sonradan görebilmiş olan edebiyatçılardan çok daha iyi tanıma talihine erişmiştir. Herkesten önce kendisiyle aynı çağda, aynı muhit ve aynı dekor içinde o hayatı yaşamış önde gelen kalem sahiplerimiz Boğaziçi’ni anlatmayı ona vergi bir kabiliyet kabul etmişlerdir. Çocukluklarını ve ilk gençlik yıllarını aynı senelerde Boğaziçi’nde geçirmiş Ercümend Ekrem Talu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hamdullah Subhi Tanrıöver, Ruşen Eşref Ünaydın, Reşat Nuri Darago gibi yaşıtları, kendilerinin Boğaziçi’nde farkına varamadıklarını, keşfedemediklerini yahut sezip de ifade edemediklerini onun görüp dile getirdiğini belirtirler. Abdülhak Şinasi Hisar, eseriyle Boğaziçi’nin güzelliklerini görmeyi ve hayatını yaşamayı öğreten müstesna bir sanatkâr olarak selâmlanır.


Bu büyük hâtıralar sanatkârı, başkalarında bir paragraflık yer alabilecek yahut en genişinde birkaç sayfada tükenebilecek mehtap gibi bir konuyu Boğaziçi Mehtapları’nda şaşırtıcı bir görüş, duyuş, kültür, tahlil ve ifade zenginliğiyle kitap hacminde bir dolgunluk ve işlenmişliğe yükseltmiştir. Onun kitabı Boğaziçi’ni mehtabı ile iç içe, böyle sayfalar boyunca anlatan, Boğaziçi’nin hayatını ve güzelliklerini bir görünüşler ve duyuşlar silsilesi halinde mehtabın etrafında toplayan ve örneği önceden tasavvur edilemeyecek bir eser olarak edebiyatımızda kendi başına bir fasıl teşkil etmektedir.


Bütün kitap, mehtap üzerinde devamlı gelişen, zenginleşen, yeni unsurlar alarak yürüyen varyasyonlardan örülmüştür. Önce söylediklerini tekrara düşmeden, her defasında mehtabı bir başka görünüş ve duyuşla tasvir eden, değişik değişik izlenimlerle ifadeye getiren eserde hayrete düşürücü bir anlatma serveti vardır. Nüansları yakalama ustası bir üslûpçu elinde en ifadeye gelmez duyguları en ince ve kaçıcı gözlemlere bağlayan, dokunduğu şeyleri alelâdeliklerinden çıkarıp bir şiir ve rüya haline çeviriveren, kelimelerin beklenmedik karşılaşma ve buluşmaları ile yeni ifade imkânları peşinde bir nesir sanatı ortaya koyan Boğaziçi Mehtapları, Türkçe’nin kendisinde eriştiği estetik değerler itibariyle de takdir konusu olmuş hususi bir ehemmiyete sahiptir.

Boğaziçi Mehtapları, mehtap temini, bu konuyu geliştiren ince tahlilleri, orijinal dikkatleri ve şiirleştiren üslûp örgüsüyle, çok dolgun kitap hacmine çıkarmış zengin ve geniş bir çerçeve içinde işleyen eser olmak bakımından yalnız Türk edebiyatı için değil dünya edebiyatında da eşine kolay rastlanamayacak müstesna bir örnek olmak imtiyazını taşımaktadır. Bir pasaj olmaktan çok öteye varıp mehtap ve onunla ilgili duyguları Boğaziçi Mehtapları derecesinde zenginlikle vermiş başka bir örnek aranacak olduğunda onun dünya edebiyatında bile nâdir ve pek seçkin bir yere sahip olduğu anlaşılır.


Eskiden olsa kendisine kolaylıkla “mehtabnâme” denilebilecek eseri, bir fantezi gibi gözükse de “Mehtabnâme-i Osmânî der Belde-i İstanbul”, “Mehtabnâme-i İstanbul fî Belde-i Tayyibe-i Boğaziçi”, “Mehtabnâme-i Türkî an Konstantiniyye” gibi adlar altında düşünmek onun bizim için söylediklerini ve yaptığı işi anlamaya yardım edecektir.


Boğaziçi Mehtapları daha tefrika halinde yayımlanmaktayken (1942), destanlaştırdığı Boğaziçi geceleri ve mehtap âlemlerini kendisiyle aynı devir ve muhitte yaşamış Ercümend Ekrem Talu’dan başlayarak aynı tecrübe ve hâtıraların sahibi olmuş kalemlerin yanı sıra günün öteki edebiyatçılarınca da bir sürpriz, bir deha eseri, Türk nesrinde bir zafer gibi karşılanarak pek yaygın bir ilgi ve sevginin merkezi haline gelivermişti. Bu takdir dalgası eserin ikinci basılışında da devam etmiş, ilk çıktığında onun için yazı yazmış olanlar ikinci basımında tekrar ona dönmek ihtiyacını hissederek onu yeniden ele alan yazılar yazmaktan kendilerini alamamışlardır. Ondan birkaç yıl önce hakkındaki makalelerini topladığı Boğaziçi Yakından adlı kitabı ile (1938) edebiyatımızda İstanbul’un bu müstesna köşesini başlı başına bir konu yapar şekilde işlemekle ilk istisnayı getirmiş olan Ruşen Eşref onu tarzında ilk ve tek eser olarak selâmlarken fetihten bu yana 500 senelik edebiyatımızda Boğaziçi’nin tam ve hakiki ilk ifadecisi sayılmış (E. E. Talu), edebiyatımızın aynasına Boğaziçi’nin ilk defa onunla aksettiği söylenilmiş (Y. K. Karaosmanoğlu), Boğaziçi’ni eski âlemleri, mehtapları ve yaşayışı ile ebedîleştirdiği kadar kendisinin de ölümsüzleşen bir eser olduğundan bahsedilmiştir. İmajları, tasvirleri ve üslûbunun şiirle bürülü yapısı, eserden söz açan hemen herkesi, onun havasına uyarak kalemlerini yalın tahliller ve açıklamalardan çok hakkında onun imajları ile bir şiir ve rüya edebiyatı yapmaya kaydırmıştır. Kendisini A. Ş. Hisar gibi yüksek bir sanat ve heyecanla ifade edecek bir şairini bulduğu için Boğaziçi ve onun geçmişi de ayrıca talihli sayılmıştır.


Boğaziçi Mehtapları, dilimizin lugatının daralıp ifade zenginliklerinin budandığı bir erozyona sürükleniş çağının eşiğinde, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın kısa bir ara ile kendisini takip edecek Beş Şehir’i ile birlikte derlediği son ifade nimetleriyle Türk dili için bir rahmet gibi gelmiştir. A. Ş. Hisar’ın, alelâde bir lisanla anlatmak mümkün olamayacak Boğaziçi’nin güzellik ve özelliklerini mûsikisi ve kendisine mahsus kültürü içinde dile ve ifadeye aksettirmeye çalışan eseri, üzerinde durduğu konuya uygun ve onu bütün nüansları ile karşılayabilen bir Türkçe’yi bulmak gibi bir seçkinliğe de erişmiştir.


A. Ş. Hisar’ın okuyucusundan belirli bir edebiyat ve dil seviyesi isteyen eseri yayın sahasına önce büyük bir kısmını veren yirmi bir parçalık bir tefrika olarak çıkmış (Varlık, nr. 199, 15 İkinciteşrin 1941-nr. 230, 1 Şubat 1943), tefrikanın bittiği 1943 Şubatında hemen kitap halinde basılmıştır. 1956 yılı Ağustosunda neşredilen, metin üzerinde rötüşler yürütülmüş ikinci baskısından sonra da günümüze kadar yeni baskıları yapılmıştır.


Eser hakkında yazılmış birçok yazıdan bazıları şunlardır: Ercümend Ekrem Talu, “Boğaziçi Mehtapları Dolayısiyle Abdülhak Şinasi Hisar’a Mektup” (Varlık, XII, nr. 207, 15 Şubat 1942, s. 354-355); Mustafa Şekip Tunç, “Boğaziçi Mehtapları”, Cumhuriyet, nr. 6643, 14 Şubat 1943; a.mlf., “Hâtıralar Âlemi ve Onun Bir Virtüozu”, TY, nr. 268 (Mayıs 1957), s. 801-803; “Boğaziçi Mehtapları”, Ulus, 28 Şubat 1943; Yaşar Nabi, “Boğaziçi Mehtapları”, Vatan, nr. 814, 1 Mart 1943; Reşat Nuri Darago, “Boğaziçi’nin Destanı”, Vakit, nr. 9007, 15 Mart 1943; a.mlf., “Geçen Zamanların Toplandığı İklim”, 20. Asır, nr. 207, 2 Ağustos 1956, s. 23; Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Boğaziçi Mehtapları”, Yeni Adam, nr. 430, 25 Mart 1943, s. 2; Fazıl Ahmet Aykaç, “Boğaziçi Mehtapları”, Ulus, 6 Nisan 1943; Ahmet Hamdi Tanpınar, “Boğaziçi Mehtapları”, Ülkü (yeni seri), nr. 39, 1 Mayıs 1943, s. 15-16; Cevdet Kudret, “Boğaziçi Mehtapları”, 7 Gün, nr. 531, 10 Mayıs 1943, s. 4; Halûk Y. Şehsüvaroğlu, “Abdülhak Şinasi’nin Boğaziçi Mektupları”, Tasvir-i Efkâr, 14 Mayıs 1943; Rüştü Şardağ, “Boğaziçi Mehtapları Dolayısiyle”, Varlık, XIII, nr. 237, 15 Mayıs 1943, s. 429-430; Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Boğaziçi Mehtapları”, Akşam, nr. 8854, 15 Haziran 1943; Nahid Sırrı Örik, “Boğaziçi Mehtapları İçin”, Tanin, 22 Eylül 1943; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Abdülhak Şinasi Hisar’ın ‘BoğaziçiMehtapları”‘, Ulus, 1 Sonkânun 1944; Ziya Osman Saba, “Boğaziçi Mehtapları”, Vakit (edebî ilâve), 1 Şubat 1944; Selâhattin Batu, “Boğaziçi Mehtapları”, Ulus, 28 Ağustos 1944; Ruşen Eşref Ünaydın, “Abdülhak Şinasi Hisar ve BoğaziçiMehtapları”, İstanbul Dergisi, II, nr. 4, Nisan 1955, s. 14-20; Fahri Celal, “Boğaziçi mehtabları”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 1956; Şevket Rado, “Zaman İçinde Uzaklaşan Bir Kuyruklu Yıldız”, Akşam, nr. 13.607, 31 Ağustos 1956.
Bunlardan başka hakkında müstakil ansiklopedi maddeleri de yazılmıştır (İstanbul Ansiklopedisi, V, 1961, s. 2877-2882; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, I, 1976, s. 455-456).
Yazarın sağlığında “Moonlight on the Bosphorus” adıyla Amerika’da bir vakıf tarafından basılması düşünülen İngilizce tercümesi gerçekleşmemiştir. Eserin “Boğaziçi Medeniyeti” adlı kısmından iki parça “Lob des Bosporus” ve “Tageslauf am Bosporus” adı altında ve kitabı tanıtan bir girişle Almanca’ya tercüme edilmiştir (Friedrich Freiherrn von Rummel, “Abdülhak Şinasi Hisar’s ‘Vollmondnächte am Bosporus”‘, Serta Monacensia [Festschrift Babinger], Leiden 1952, s. 136-149).
BİBLİYOGRAFYA:

Ömer Faruk Akün, TDV. İslam Ans.c.:6, s.:265

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi