Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BALIM KIZ DALIM OĞUL - CEYHUN ATUF KANSU

Balım Kız Dalım Oğul adlı eserinde Ceyhun Atuf Kansu, Anadolu'nun çeşitli şehirlerini, çocuklarına hitap eder bir şekilde anlatmaktadır. Anlatılan bu şehirlerden Erzurum'la ilgili olan kısımlardan bazı bölümleri aşağıya kaydediyoruz.

ERZURUM

Balım kız, Dalım oğul! Anadolu toprağı Türkler varmadan önce boş değildi. Anadolu toprağının özelliği şudur ki çok insan harmanı olmuştur bu topraklarda. Nice dil alışverişi, nice gül alışverişi, nice gönül alışverişi olmuştur. Doğudan batıdan, İran halkı, Roma halkı kavuşup çözülmüşlerdir, çözülüp kavuşmuşlardır ırmak boylarında, ovalarda, dağ eteklerinde, almışlardır, vermişlerdir. Böylece Anadolu insanı, insanlığın has gülüdür ki çok çileden, çok töreden geçmiştir, çok şey görmüş, çok şey bilmiştir.

Bizim bildiğimiz günümüzden 4000 - 5000 yıl önce, insanoğlu bu Anadolu güneşi altında yaşıyor, ekiyor, biçiyor, ev kurup çanak çömlek pişiriyormuş. Şimdi üzerlerinde otlar biten, höyük dediğimiz yapma tepeler kazılıp açıldığında bakıyorsun, insanoğlunun binlerce yıllık yaşantısından izler çıkıyor ortaya: Aş yemişler kapları var, ısınmışlar ocak taşları var, ince bilekli kızlarına bilezikleri var, su çekmişler derelerden ibrikleri var. Böyle bir höyüğü de Erzurum'un Karaz'ında açmışlar, adına Karaz höyüğü denilen bu höyükten çıkanlar sergilemişler, ben gördüm: Bir yağdanlık gördüm ki bakırdan, içinde yağ yakmışlar geceyi ısıtmaya; iğneler gördüm ki yayla güzeli bir kız göğsüne takınmış, buğday öğütülen taşları gördüm ki demek buğday eker biçermişler, öğütüp un eder, ekmek eder yermişler. Yani 5000-6000 yıl önce Erzurum'un toprağıyla buğdayından, madeniyle suyundan, güçleri yettiğince, akılları erdiğince yararlanıp yaşarmışlar. Gele gele bu yaşantı insan doğa, insan öle, köyler bata kentler çıka varmış 1048 yılına... 1048 yılı Selçuklu akıncısı Kutalmış Bey'in, Erzurum'u Bizanslılardan aldığı yıl. Dedik ya Anadolu toprağı çok güngörmüş. Selçukluların vardığı yıllarda da Bizanslıların gününü yaşıyormuş. O günlerde, Erzurum bir kalekent imiş. Kale-kent dediğimiz, çevresi yüksek duvarlarla çevrili ve de düşmana açılmaz kapılarla kilitli kent... Erzurum dört kapılı bir kent ki dört bir kapısının kilidi Bizanslılarda ve ele ok yağdırıcı Bizans askerleri Erzurum kalesinde, tutuyorlar ki kenti verdiler mi, gider Erzurum yayla. Bizim yiğit Kutalmış akıncımız işte 1048 yıllarında, Erzurum'un dört kapısından birini zorlayıp girmiş içeri, Bizanslı kale beyini tut-saklayıp almış Erzurum kentini. Başlamış Selçuklu çağı ki Türk Oğuz çağı!

Gelelim şimdi biz Balım kız, Dalım oğul, Erzurum'un dört kapısına. Biri Pasinler Ovasına açılıp, Gürcü Boğazına bakan Ardahan kapısı, biri Kars Yaylasına kuş uçuran Kars kapısı, biri Ağrı Dağına kervan göçüren Tebriz kapısı, biri de İstanbul kapısı! Şimdilerde, Erzurum'a varıldı mı, bu kapıların izlerine rastlanır. Gelin şimdi, bu kapılardan neler girmiş, neler çıkmış görelim, görelim de 1048'den bugüne, soyu güzel Türk halkı, Anadolu toprağına neler katmış, neler almış, neler vermiş Erzurum'da bilelim. Bu kapılardan yiğidin hası girmiş, Aslı kızın arabası çıkmış; Selçuk çinisi girmiş, çarşısından Tebriz ipeklisi çıkmış; sevi girmiş, Âşık Kerem' in alevi çıkmış.

Dinle Dalım oğul, bu sözler sana! Ardahan kapısından Selçuk akıncıları girmiş. Girmeyilen ne olmuş? Ne olmuş, gel gör, Erzurum'un orta yerine Çifte Minareli Medrese kurulmuş. Obalarda Selçuk kadınları süt yayıklayadursunlar, süte yayla çimen katadursunlar kentlerde de Selçuklu beyleri taş, çini, oyma ustalarını toplayıp camiler, medreseler yatırmışlar ki işte bu medreselerden birini Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad'ın kızı Hudâvend Hatim, Erzurum'da yaptırmış. Kapısının iki yanında, iki çinili ince minare yükseldiğinden de, adı Çifte Minareli Medrese kalmış. Bu medreseler, o zamanların bilim yurtları imiş. Çağ Orta Çağ ve de bilimin temeli kutsal kitap bilimi olduğundan, bu medreselerde de uzaktan yakından gelen öğrenciler Hak dinini bilmeye ve de insanlar bile bilmeye koyulmuşlar. Çifte Minareli Medresenin kapısına vardın mı, iki güzel şeye bak ki bunlardan biri taş oymacılığı, İkincisi Erzurum kırları gibi gülen çinilerdir. Hele bir yerde, kim bilir hangi eli güzel ustanın taşa oyduğu bir lüle kabartmasıyla, açılmış yapraklar göreceksin ki bu usta ne güçlü bir ustaymış ki, taşı dile getirip "Dıştan taş isem de içim laledir lale!" dedirtmiş.

Var gir Dalım oğul, serin güzel avlusuna ki Erzurum'un mavi gök kuşu inmiş su içmeye çok eski havuzundan ve şimdi çıkarlar taş odalardan Selçuk oğulları ki gül dalları altında bilişmeye: Tanrı birdir, insan ile birdir demeye, işte Dalım oğul, Ardahan kapısından, börklü Selçuklu akıncılarıyla birlikte Erzurum'a hemi yiğitlik hemi de hoşgörülü, gül yetiştirici bilim girmiş.

Dinle Balım kız, bu sözler de sana! Tebriz kapısından Erzurum'a kervanlar girmiş, ipek girmiş, misk ü amber girmiş, gümüş girmiş, masal girmiş, deve deve mal girmiş. Erzurum çarşısı deyip geçme, dünyanın en usta kuyumcuları o çarşıdaymışlar ki ham gümüşe, çay kokulu semaverin biçimini, gül menekşe çiçekliklerin ince belini hep onlar verirlermiş. En iyi deri dövücüleri, en iyi demir işçileri hep o çarşıda imişler. Bugünlerde bakarsan kara Oltu taşından bilezikti, küpe idi, ak boyuna gerdanlıktı yapanlar hep o günlerden kalma usta oğullarıdır ki, Erzurum'un taş çarşısında göz ışığına güzel işin ışığını katarak çalışırlar. Bir sevgi kentiymiş de Erzurum, şundan belli ki Balım kız, Aslı'nın ardına düşen Âşık Kerem "Aslım olursa burda olur." deyip, Tebriz kapısından girmiş girmiş ama "Keşiş babası Aslıyı kaçırdığından, ah! Erzurum neden saklamadın Aslı'mı?" diye diye ve de gönül dumanı tüte tüte, Tebriz kapısından çıkıp gene yollara düşmüş bizim Kerem!

Ve de, bu sözlerim gene sanadır Balım kız! Gül Ahmet Mahallesinde bebesini sallar iken nacak kapıp yola düşen taze gelin Nene Hatun üzerine... Yıl 1877 Ruslar Kars'tan doğru gelmişler. Kars yolunda Aziziye Tabyası derler bir tabya var ki alması değil. Ama savaşın bir yolu da oyun, düzen, Ruslar, koyun postlarına bürünüp bir gece yaylayan davar benzeri, Aziziye Tabyasına yaklaşmışlar. Hep askerimiz uyuyormuş. Nöbetçiler dışardaki her birine güvence. Ne bilsinler, koyunlar otlar diye, anlamamışlar. Ama koyun postu düzenciler nöbetçileri öldürüp varmışlar askerimizin uykusu üzerine, bir kaçırıp on öldürmüşler. Nene Hatunun erkeği, yaralı yaralı ve de sürüne sürüne inmiş Erzurum'un içine, varmış Gül Ahmet Mahallesindeki evine. Tanyeri işiyor ki Nene Hatun habersiz, süt veriyor bebesine. 18 yaşında taze gelin. Bir de ne göre: Çavuş yaralı, göğsünden kan gidiyor. Amanın komşular deyip çığlık basıyor ki yaman Türkmen çığlığı. Bebeyi bıraktığı gibi ev ev gecenin kandilini söndürüp öfkenin seher yıldızını yakıyor. Hele kızlar, hele, eski, koca askerler, hele yer yetmeler, hele yaşlı dadaşlar deyip, her birini uyandırıyor ki, öcümüzü komayalım, kanımızın hesabını soralım diyor. Sopa, nacak, balta, bıçak, yaba ne varsa ele kapıp düşüyorlar. Erzurum halkı Nene Hatunun ardına, seher yeli estiğinde, minarelerden ince ezan sesi yayılıp gittiğinde çıkıyorlar Kars kapısından dışarı.

İşte Balım kız, Kars kapısı Erzurum'un böyle bir kapısı. Halk ordusu olup yürüyorlar, koyun postlu düzenci Rus askerinin üzerine. Yayaları biçiyorlar, atlılar da kaçıyorlar ve de şimdi orada, Aziziye Tabyasında, hâlâ sabah vakti ölen Erzurum gençleri, oğulları, kızları, yaşlı kocaları yatıyor. Nene Hatun, kanlı başı, ana döşü dönmüş geriye, girmiş Kars kapısından içeriye: Bebesine namuslu sütünden vermeye.

Hele Dalım oğul, bu sözüm de sanadır ki, İstanbul kapısı üzerinedir. Bu kapıdan, 1919 Temmuz' unda, Mustafa Kemal Paşa girmiştir ki gök çinisi Erzurum'u yabanlara vermemeye; sevgi çaydanlığı Erzurum, yiğit meydanlığı olmuştur ki dört bir yerden, karlı dağ başlarından ve serince subaşlarından, Erzurum Kongresi’ne yurtseverler konmuştur. Bu bizim son yurdumuzdur, bu bizim Selçuklu he-mi de Türkoğlu Türk Anadolu'muzdur, bağımsızlık sütünü emdiren Nene Hatun anamızdır, kimselere veremeyiz deyip Mustafa Kemal Paşa, gene bu kapıdan, İstanbul kapısından çıkmıştır yola, Anadolu'ya çini çiçek bağımsızlık yaylasını döşemeye... Dört kapılı Erzurum'dan çıkmış ki Anadolu'nun verilmez kapısını tutmaya, bağımsızlık kapısına arka çıkmaya.

El çiçek, bel çiçek, dört kapılı Erzurum'un yaylasıdır, özgürlük kızı gül çiçek!

CEYHUN ATUF KANSU

Cumhuriyet dönemi şairlerindendir. 1919 yılında İstanbul'da doğdu. 17 Mart 1978’de Ankara'da öldü. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. İlk başlarda Halk şiiri geleneklerine bağlı şiirler yazdı. Daha sonra yeni şiiri benimseyerek 1940 kuşağının toplumcu şairlerine katıldı.

Başlıca Eserleri: Bir Çocuk Bahçesinde, Bağbozumu Sofrası, Çocuklar Gemisi, Yanık Hava, Haziran Defteri, Yurdumdan, Bağımsızlık Gülü, Köy Öğretmenine Mektuplar, Balım Kız Dalım Oğul...

SON EKLENENLER

Üye Girişi