Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

SONUNCU OLAN İLK TEŞEBBÜS

 

23 Nisan 1912, Moda

Dün İstanbul'a geldim. Doğru odama koştum. Ah İşte yine yaz... Ropenyanların bahçesi yine çiçek içinde... Siyasiyat patlamış bir lâğım iğrençliğiyle memleketin her tarafını sarmış... Kaplamış, sanki iki sene geçmemiş. Ben dün büroma gitmişim. Bu sabah yedi vapuruyle odama gelmişim... Evet hayat, rüyadan başka bir şey değil. Kitaplarımı düzelttim. Koltuğumu yine pencerenin yanına çektim. Tıpkı eskisi gibi... Şimdi iki sene geriye dönmüştüm, iki yaş daha kazanmışım sanıyorum...

Bu tuhaf, bu masum nişle defterimi buldum. Yazdığım yirmi otuz sahifeyi o kadar lezzetle okudum ki... Niçin her gün yazmamışım... Yazık, yazılmayan günlerim, vakalarım mazinin içinde kaybolmuş. Hâlbuki İşte yazdıklarım... Onlar dipdiri duruyor. Okudukça tekrar yaşıyorum...

Acaba "Osmanlı Kaynaşma" kulübü de duruyor mu?...

Gitsem Niyazi Beyi görsem...

Yorgun muyum? Bir Türk gibi geriniyor: "Yarın inşallah..." diyorum. Fakat acelesi ne? Yavaş yavaş... Türkiye'nin hayatındaki şiar "yavaş yavaş" tır.

Şimdi çıkayım, iki senedir görmediğim aydınlık sokakları, rüyalı sahilleri gezeyim. Tatlı, seria rüzgârları koklayayım.

* * *

28 Nisan 1919, Moda

Dün kulübe gittim. Müzakereye dâhil oldum. İki senedir âza yirmi defa içtima etmiş. Hiç müspet netice çıkarmamışlar. Kâtibi umumî Niyazi Bey:

—    Şimdiden sonra ayda iki defa toplanacağız, diyor.

Benim artık İstanbul'da kalacağımdan, Marsilya'ya gitmeyeceğimden çok memnun... Encümen odasında kendisiyle uzun uzadıya konuştum, ilk içtimada katî programın kararlaştırılması lazımmış... Evvelâ lisan meselesi... Lisan için iki senedir söz söylenmiş. Kendisi "İspiranto" lisanının kabulüne mütemayil... Azadan bazıları Latin lisanını istiyorlarmış.

* * *

24 Mayıs 1912, Moda

Dün Diyamandis ile görüştüm. Tokatliyan'da bir arkadaşını bekliyordu. "Osmanlı Kaynaşma" sının lisanı "İspiranto" olursa bunu hepsinin kabul edip edemeyeceklerini sordum, güldü:

—    Türklerin zaten lisanları yok, dedi, onlar belki kabul edebilirler. Fakat Rumların beş on bin senelik mükemmel lisanları, edebiyatları var.

Hiç Ermeniler Ermeniceyi bırakırlar mı? Ben de bunu düşündüm.

 

30 Haziran 1912, Moda

Ben encümene de devam ediyorum. Şimdi farkına vardım, içtimalarda Arap, Rum, Arnavut, ,Sırp, Bulgar, Ulah, Yahudi azalar bulunmuyorlar. Biz sekiz kişi ile müzakerelerimizi yapıyoruz. Türk azalarla... Ben de artık bu kaynaşmış "yekpare, yek-vücut" Osmanlılık idealinin hakikaten çok, ama pek çok uzak bir hayal olduğuna kail oldum. Azanın yavaş yavaş kaçışmalarına sebep Niyazi Beyle .Sait Beyin ilmî nazariyeleri oldu, bu zatlar diyorlar ki:

"Osmanlılık içinde ayrı ayrı cemaatler var. Bu -cemaatler fertlerinin arzularını yutarak kavmî iradeler doğurmuş. Osmanlılığı kaynaştırmak için fertleri cemaatlerinden ayırmak lâzım. Fert cemaatinden ayrılır, yani iradesiz kalırsa o vakit ona yalnız kendi "arzu" su hakem olur? Fert menfaatinden başka bir şey düşünmez. Böyle yalnız kendi arzuları, yalnız kendi menfaatlarıyle yaşayan fertler iktisat bağlarıyle toplanır, Osmanlılığı teşkil ederler. Onun için ilk hücum olunacak noktalar cemaat müessesesinin direkleri olan milliyet, din, ahlâktır. Bu direkler yıkılınca fertler kendi uzvî arzularıyle karşı karşıya kalacaklar...

Mensup oldukları cemaatlerden ayrılmak gayri Türk azalardan hiç birisinin işine gelmedi. Kulübe uğramaz oldular. Ben ısrar ediyorum. Müzakereleri hiç kaçırmıyorum. Bütün kararlarda imzam var.

Görüyorum ki bu Türkler namussuz adamlar değil. Fakat hepsi ideolog... "Osmanlılık" vehmi -onların bütün mantıklarını, muhakemelerini uyutmuş.

 

15 Temmuz 1912, Moda

İki sene evvelki fikirlerim bugün tamamıyla değişmiş bulunuyor. Dün defterimin baş taraflarını okudum. Aman ya Rabbi! Ben, Dikran Hayik-yan, babası Ermeni milliyetinin baştan canlanması için alevlenen ihtilâlde âmillik ederken babası öldürülen öksüz bir adam, Osmanlılığa inanmışım ha...

"Osmanlılık" nedir? Kaynaşma kulübü bunun manasını bana öğretti:

1    — Osmanlı namı altında yaşayacak Türk mürk hangi milletten olursa olsun, milletler, kendi, milliyetlerinden vazgeçecekler.

2    — Dinlerinden, müesseselerinden, lisanlarından, yavaş yavaş ayrılacak.

3    — Cemaatlerinin ilham ettiği "irade"leri sunî bir nisyan ile unutarak yalnız ferdî, yalnız şahsî, uzvî arzularıyle yaşayacaklar.

4    — "Osmanlı" namı tahtında birleşerek yeni, tarihsiz bir milliyet husule getirecekler.

Bunlar hepsi o kadar boş, o kadar imkânsız şeyler ki! "Osmanlı kaynaşma" kulübü âzalarının nasıl böyle çocukça bir fikre kandıklarına şaşıyorum. Bu adamlar yalnız mantıklarıyle iş yapmak istiyorlar. Bilmiyorlar ki tarihte, içtimaiyatta mantık iş göremez. Tıpkı Fransız inkılâpçıları gibi düşünüyorlar. Onlar da mantıkla bir şey yapıyoruz, zannetmişler; dinlerini, tarihlerini, hatta senelerin isimlerini bile değiştirmişlerdi. Çok sürmedi, mantıkları da, kendileri de perişan oldular. Onların gayesi "insaniyet" idi. "Osmanlı Kaynaşma" kulübünün âzalarındaki ideal de aşağı yukarı "insaniyet" fikri... Türkiye'deki unsurlarda, fertleri birbirine - şahsî menfaatin pek fevkinde kudsî bir ihtiras ile - düşman eden cemaat ruhlarını öldürmek. Hususî mevziî, coğrafyaî bir beynelmileliyet tesis etmek...

Yarın yine içtima var. Ben bu sefer biraz onsları hırpalamak istiyorum.

 

28 Temmuz 1912, Moda

Evvelki gün hava biraz yağmurlu idi. Kulübün içtima salonunda hepsini hazır buldum. Hepsi deyince, yalnız Türkleri demek istiyorum; Aylar -var ki ne Diyamandis, ne Angelof, ne Nikolaviç, ne de diğerleri kulübe uğruyor.

Ruznamede lisan meselesi vardı.

Doktor Eserullah Natık Latince ile İbraniceden birisinin kabulünü teklif ediyordu. Bilhassa:

—    İbranice, en mükemmel lisandır! diyordu. Latinceyi Hasan Rudi Bey istiyordu. Bu tek gözlüklü genç bir Bey... Gayet şık, diğer arkadaşları gibi zengin. Aynı zamanda muharrir. Her on beş günde bir beş yüz sahifelik kitap neşrediyormuş.

—    Latince her ne kadar yaşamıyorsa, canlandırabiliriz. Baştan lisan aramağa ne hacet? diyor.

Sadullah Behçet'i kendine en sadık bir muin sayıyordu.

Hoca Bali Efendi itiraz ediyordu. Bu zat bizim kulübe gelmekle beraber müthiş bir politikacıdır. "İttihad-ı anasır" hususunda onun kadar ileri gitmiş daha kimse yok. Milliyetperverlerin aman vermez bir düşmanı... Onun fikrini hulâsa edeyim: "Dinlerin maksadı insanları mesut etmektir. Biz hocalar saibiye ruhanîleriyle, hahamlarla, Hıristiyan rahipleriyle itilâf etmeliyiz. Taassup aradan kalkar. Allah mademki bir, dinler niçin birkaç tane olsun?"

Hoca Bali Efendi bu fikrini İstanbul matbuatında da neşretti. Hiç bir taraftan itiraza duçar olmadığından anladım ki politika heyecanları arasında Türkler taassuplarını da unutmuşlar. O diyor ki:

—    Bugünkü edebiyat lisanımız olan bu Arap-çanın, Acemcenin karışmasıyle hâsıl olmuş Osmanlıca maksada kifayet eder. Üç lisanın membalarını; kaidelerini kendinin addettiği için dünyanın en büyük lisanıdır.

Celâl Mün'im, Şair Hâmit Bey de bu fikirdeler... Yalnız onlar Osmanlılığı teşkil eden bütün kavimlerin lisanlarından da kelimeler, kaideler alınmasını istiyorlardı. Doktor Eserullah Natık Türkiye'nin en âlimi, en büyük filozofu olmak üzere tanılır. Hatta bir Osmanlı akademisi açılsa mutlaka o reis olacak. Şimdi o da Türkiye'de bütün milletlerin lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca tesis edilmesini tercih ediyor.

—    Zaten Türklerin lisanı yoktur. Onların kamusları Arapça, Acemcedir! icap eden kelimeleri ıstılahları hep bu Arap, Acem kamuslarından alırlar, diyordu.

Hatta daha ileri gidiyordu: Mademki Osmanlıca tanzim olunacak; Rumcadan, Bulgarcadan, Sırpçadan, Arnavutçadan, Ulahçadan, Ermenice-den kelimeler, hem bilhassa sarf, nahiv kaideleri alınacaktı, bu lisana daha umumî bir mahiyet vermek için nida  harflerini, İngilizceden, harf-i cerleri  Almancadan, resmî, hususî elkapları  Fransızcadan iktibas etmeliydi.

Ben Ermeniceye dair birçok tafsilât verdim.

Doktor Eserullah Natık böyle umumî, âlî, mükemmel bir Osmanlıcanın bütün dünya tarafından bile kabul olunacağını söyledi.

Sonra ben itiraz ettim:

"Lisanlar tesis olunmaz, her müessese gibi kendi kendine teessüs eder. İçtimaiyatın bu hakikatini kabul etmeyenler birçok defalar aldanmışlardır. Hiç sunî, mevzu bir lisan yaşamamıştır, yaşamaz da... İşte nitekim 1880 senesinde icat olunan "Volapük"  lisanı evvelâ epeyce ehemmiyet kazandı. Lâkin bu geçici bir moda idi. Çünkü bir lisan, yani bir müessese tesis olunamazdı. On sene içinde iki yüz seksen kulübü olan bu lisanın yirmi beş tane de gazetesi vardı. Yalnız Paris'te on dört tane "Volapük" dershanesi açılmıştı. Büyük mağazalar memurları için bu lisanı kabul etmek üzere idi. Ne oldu? Birdenbire bu lisan o kadar çabuk kayboldu ki bugün bütün dünyada "Volapük" çe bilen bir adama rast gelmek ihtimali yoktur. Sonra Espiranto   çıktı. O da şimdi yavaş yavaş sönüyor, yerini Ydo lisanına bırakıyor. O da yaşamayacak, mutlaka ölecek. Hâlbuki Ermenice... Asıl memalik-i Osmaniye'nin lisanı budur. Çünkü Türkiye'nin dışarısında Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yoktur. Hâlbuki Yunanistan Rumca konuşur, Mısır Arapça konuşur, Bulgaristan Bulgarca, Sırbistan Sırpça, Romanya Ulahça, ispanya Yahudice, Kâşgar, Hayve hanlıkları Türkçe konuşur. Bütün bu lisanlardan mürekkep bir lisanda mutlaka haricî bir milliyetin izleri de kalacaktır. Ermenice öyle değil. Bir kere yazması gayet kolaydır. Türkiye'nin hemen her büyük şehrinde Ermeni bulunduğundan bu lisanı, kabulü halinde pek çabuk intişar ettirebilirler..."

Sonra devam ettim. Bâli Efendi kanaat getiriyor gibi oluyordu. Sait Bey düşünmeye başladı. Lâkin Doktor Eserullah Natık benim teklifimi cerh etti

—    Vakıa "Memalik-i Osmaniye" haricinde Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yok, dedi. Ama bu lisan tarihî lisandır. Biz masnu,  bir yeni lisan istiyoruz. Dünyada lengüistik kadar efsaneden bir ilim yoktur. "Bir lisana kendi tabiatına muhalif, diğer lisanlardan alınan kaideler konulamaz." deniyor, değil mi, yalan! İşte bugünkü Osmanlıca... Türkçede olmayan Arapça, Acemce, kaideleri pekâlâ bizim iskolâstikler koymuşlar. Türkçenin tabiatinde olmayan "atf-ı tefsiri"leri  çoğaltmışlar. Edebiyatımızda otuz kırk satırlık cümleler var. Bugün kibar bir Osmanlı asla Türkçe kelimeye, Türkçe sarf kaidelerine tenezzül etmez. Zaten bizim tasavvur ettiğimiz Osmanlıca kısmen başlamıştır. İçinde biribirine yabancı üç ayrı dil birleşip bir araya gelirse, niçin on lisanın kaideleri birleşip bir arada yaşamasın?

Ben cevap vermedim. Fakat Eserullah'ın dediği Osmanlıca yaşıyor muydu? Görüyorum ki hayır... dikkat ettim: Osmanlılık iddiasında bulunan Türkler bile yalnız yazarken, şiir düzerken Arapça, Acemce kaidelerle, kelimelerle yapılmış yabancı terkipler kullanıyorlar. Konuşurken cümleleri hep kısa, hep tabiî... Hatta Arapça, Acem kelimeleri kendi tecvitlerine uyduruyorlar. Lâkin yazarken tabiatin yaptığı temsili âlimane bir tehalükle düzeltiyorlar...

Türkiye'de yaşayan bütün unsurların lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca kabul edildi. Hasan Rudi "memalik-i Osmaniye" de Acem olmadığından eskiden nasılsa girmiş Acemce kelimelerle kaidelerin lağvını istedi. Hoca Bâli Efendi ona cevap verdi:

—    İstanbul'da, Anadolu'da epeyce Acem vardır. Bunlar Osmanlılardan kız alıp verebilirler. Niçin onların vaktiyle girmiş kelimelerini, kaidelerini atalım. Bilâkis Acemce Osmanlıcanın en güzel bir unsurudur.

Zavallı hoca Bâli Efendi... İstanbul'u, vilâyet, merkezlerini dolduran, tömbeki, çay, kâğıt, kalem ticaretini, ameleliği eline geçirmiş olan Azerbaycanlı Türkoğlu Türklere esvaplarına bakarak Acem diyordu.

 

20 Ağustos 1912, Moda

Dün Ermeni arkadaşlarımdan biri Fransızca Merucre de France  risalesinin 16 ağustos 1912 tarihli nüshasını verdi:

— Mutlaka oku... dedi.

Kurşun kalemle işaret ettiği şey gayet uzun, Risal imzalı bir makaleydi. Makalenin serlevhası: "Türkler millî bir ruh aramakta..." şimdi bitirdim, İşte şimdi acı bir hoşnutsuzluk hissediyorum. Eğer bu Mösyö Risal'in haber verdiği şeyler sahih ise berbat... Türkler de bir millet oluyor demek... Ötede beride birtakım adamlar varmış, bir Türk ruhu ararlar, Osmanlıca namı altında devam eden Arapça, Acemce, iskolastik, karışık lisanı bırakmaya, konuşulan, tabiî halk lisamyle edebiyat yapmaya çalışırlarmış.

Evet, Türkler de kımıldanıyorlar.

Bir İngiliz bana demişti ki: "Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşur, tamamıyle Türkleşmiş bir halk var... Hâlbuki ne kadar Ermeni, ne kadar Rum var? Zannetmem ki bu iki unsur üç milyondan fazla olsun... Rumların fikri İstanbul'u, İzmir'i falan zaptedip bu on dört milyonu "Kızılırmak" m sağ tarafına atmak, Ermenilerin fikri büyük Ermenistan'ı teşkil edip ne kadar Türk varsa hepsini "Kızılırmak" m sol tarafına atmak... Eğer bu iki millet aynı zamanda muvaffak olursa Anadolu'da bir tane Türk kalmayacak, hepsi Kızılırmak'a dökülerek denize akacaklar. Lâkin! Türkler de Rumlar, Ermeniler, hatta Araplar, Arnavutlar gibi milliyetlerine sarılırlar-sa! On dört on beş milyonluk toplu bir kuvvetin karşısında biz ne olacağız? Pek dağınık, pek az olan biz Ermeniler bunu düşünmeli, "Osmanlılık" müessesesini kuvvetlendirmeliyiz. Asla üç dört milyon, on beş milyona galebe çalamaz.

Gayet muktedir Avrupalı bir muharrir diyor ki

"Türkler çok âlicenaptır. Kendi milliyetlerini, tarihlerini, ananelerini asla yad etmezler. Onlar şimdi yalnız, rahatça yaşamak istiyorlar. Eğer Türkiye'deki Hıristiyanlar fazla mutaassıp milliyetperverlik göstermeyip onları uyandırmasalar meşrutiyet sayesinde yarım asır içinde bir Türk kalmayacak, servet, ticaret, arazi, hatta hükümet Hıristiyanların eline geçecek, Türkler yine çadırlarına çekilecekler, namazlarını daha rahat kılmak için geldikleri tenha, saf, asude Türkistan'a dönecekler... Hâlbuki

Hıristiyanlar milliyetperverlikte taassup gösterdikçe Türklere de bu hal aksediyor. Birtakımları "Ben Türküm; Türklükle gururlanırım" diye ortaya atılıyor. Konuşulan tabiî Türkçe ile şiirler, kitaplar yazıyor, konferanslar veriyorlar. Hatta yavaş yavaş Türkçülük diye bir mefkûre bile canlandırıyorlar."

Düşünüyorum, biz Ermeniler, Rumlar, hatta Araplar, Arnavutlar milliyetimizde taassup göstermesek Türkler "Osmanlılık" namını verdikleri kozmopolitlikten ayrılmayacaklar, bütün varlıklarını unutacaklar.

Hükümeti elinde tutan fırka tamamıyla sukut ettirildi. Buna Rumlarla çalışan, bizim kaynaşma kulübünün daha mutedil, daha siyasî olan "itilâf" fırkasıyle milliyetperver Arnavut ihtilâlcileri, millî fikirlerden külliyen mahrum bulunan Osmanlı zabitleri muvaffak oldular. "Halaskaran zabitan grubu" şimdilik mevkie hakim... Kabinede Tanzimat ruhunun yetiştirdiği büyük simalar var. Meselâ dünyada kim tasavvur edebilir ki Kâmil Paşa gibi Tanzimat dâhisi bir Osmanlı, Türklüğü düşünerek hareket etsin... O tam bir Osmanlıdır.

Ah, lâkin harp ihtimalleri... Eğer harp olursa ya mağlûbiyet, ya galibiyet... Ben en çok mağlûbiyetten korkuyorum. Milletleri uyandıran büyük felâketlerdir. Ya Türkler de felâkete uğrayıp uyanırlarsa...

 

Teşrinievvel 1912, Moda

Harp başladı...(1) Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, hatta bir parça da Arnavutlar Türklere ilân-ı harp ettiler.

Bizim kâinat umurumuzda değil. Yine kulübümüzde toplanıyor, müzakerelerimize devam ediyoruz.

Dün içtima günüydü. Ruznamede "din" meselesi vardı.

Eserullah Beyin tanzim olunacak yeni "Osmanlı" milletinin mutlaka bir dini olması icap ettiğini söyledi. Hoca Bali Efendi İslâmlığın; Musevîliğin, isevîliğin, Saibîliğin ceminden hâsıl olmuş bir din olduğunu, biraz değiştirilerek bütün Osmanlılara kabul ettirilmesini teklif etti. Sadullah Behçet bütün bütün dinin aleyhinde... Hasan Rudi "Japonlar gibi dinsiz olalım!" diye haykırdı. Müzakere epey sürdü. Neşriyata başlanınca halkın galeyanından korkuluyordu. Yeni bir din bulmak, yeni bir lisan bulmaktan daha zordu. Nihayet şimdilik "dinsiz" likte karar kıldılar. Rum, Bulgar, Sırp, Arnavut, Arap, Ermeni, hâsılı bütün Osmanlılar yavaş yavaş dinlerini terk edecektiler.

(1) Balkan Savaşı.

Sait Bey "ihmal, diyordu, ihmal bütün ocaklara incir diker!"

Böyle de tafsilât veriyordu:

"îlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sildiler. Türk'e Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine dokunamadılar. Çünkü onlar da bizim gibi, belki bizden ziyade asırlardan beri köklenmiş taassuptan korkuyorlardı. Taassup izale edilince tabiî din de kalmazdı. Buldukları çare "ihmal" idi. Çalışan demir parlar. Nasıl çalışmayanı küf tutarsa bir müessese de gençleştirilmez, kendi halinde bırakılırsa ihtiyarlar, yıkılır, dağılır. "Memaliki Osmaniye" de en çok mü'mini olan din İslâmlıktı. İslâmlığı yıkmak için ihmal icap ediyordu. Tanzimatçılar da memleketin her tarafını tanzim ederken medreselere hiç bakmadılar. Dinî müesseseleri hep eski halinde bıraktılar, îhmal ettiler. Biz de onların gittiği yoldan gideceğiz. Dini muasırlaştırmayacağız. Muasırlaşmayan dine tabiî muasırlaşan Osmanlılar yabancı kalacaklar. Bizim emelimiz de husul bulacak." Kulüpteki gayri Türk azaların gelmeyişine hâlâ hiç biri dikkat etmiyordu. Dalgın, her şeyden bihaber kararlar veriyorlardı.

Babıâli'den aşağı inerken Eserullah, Niyazi yanımda idiler. Asker sevkiyatına hiç bakmıyorlar, hatta o kadar gürültüleri işitmiyorlardı bile...

 

Teşrinisani 1912, Moda

İşlerim bozuldu. Harp hemen tesirini gösterdi. Piyasa durgun... Para yok... Bugün İstanbul'a geçiyordum. İskelede birçok kalabalık gördüm.

Diyorlar ki "İstanbul ahalisi Üsküdar'a, Kadıköyü'ne hicret ediyor." Fakat ne çabuk... Demek İstanbul'a Bulgarlar girecek, haftalar var ki Çatalca hatlarını zorluyorlar. Her taraf muhacirle doldu... Sefalet son derecede! Vapurda gözlerimi Ayasofya'nin kubbesinden ayıramadım. Yan kamaradayım. Güzel, şişman bir Rum kadını ancak dört yaşında tahmin olunabilir oğlu ile karşımda oturuyordu. Hava pek güzeldi. Uzaklardan top sesleri geliyor gibi oluyordu. Çocuk dizlerinin üzerine kalkmış dışarıya bakıyordu; Rumca:

—    Ayasofya bu değil mi anne? diye sordu. Kadın bir defa bana baktı. Başımda şapka çekindiği yok ya... Çocuğuna cevap verdi:

—    Evet yavrum.

—    Ah, ne güzel...

Sonra kadın eğildi. Pencereden dışarıya bakmaya başladılar. Yavaş yavaş konuşuyorlardı. Ben elimdeki gazeteyi okur gibi yaparak işitiyordum:

—    Ne vakit gelecek Kostantin?

—    Müttefikleriyle birleşecek. On beş yirmi güne kadar...

—    Niçin Bulgarlarla Sırplar girip almadılar şimdi ?

—    İstanbul'un asıl sahibini bekliyorlar...

—    İstanbul'un asıl sahibi kim?

—    Yörgi'nin kahraman oğlu Kostantin.

Tâ Köprü'ye gelinceye kadar dışarı baktılar. Onlar da benim gibi İstanbul'un son günlerini yaşadığına kaildiler, İstanbul'da herkes bunu bekliyor. Köprü'de rast geldiğim bir jandarma zabiti sefarethanelerle Kâmil Paşanın anlattığını, Bulgar askeri girer girmez Osmanlı jandarmalarıyle sefaret maiyet vapurlarından çıkacak ecnebi neferlerin bir ellerinde Osmanlı bayrağı, bir ellerinde mensup oldukları devletin bayrağı olarak devriye gezeceğini söyledi.

Bravo... Hakikaten şimdiye kadar Osmanlılardan Kâmil Paşa kadar büyük adam yetişmemiştir, yetişemez de... Sefarethaneleri İstanbul'a asker çıkarmak hususunda ikna etmek... Bunu her işiten Osmanlı, paşanın maharetine şaşarak, sevinerek "yaşasın siyaset piri!" diye rahat nefes alıyor. Bulgar Kiralı Ferdinand'in Ayasofya'da "taç giyme" resminde giyeceği esvapla formalar Paris'te yapılmış. Avrupa gazeteleri yazıyor.

Ey ihtiyar Ayasofya... demek beş yüz bu kadar sene sonra kubbene yine haç dikilecek ha!..

 

28 Kânunusani 1913, Moda

Hıristiyan müttefiklerinin orduları İstanbul'a giremedi. Top seslerini işittikçe ne kadar seviniyorduk. Bütün kiliselerde -gizli değil, alenî- mu-zafferiyet duaları ediliyordu. Rumeli'den Türkler kovuldu. Bulgarlar geçtikleri yerlerde cami, minare, islâm bırakmadılar. Yaktılar. Yıktılar. Öldürdüler. Pomakların hepsini Hıristiyan yaptılar. Bütün Avrupa genç Balkan milletlerinin cesaretlerine, azimlerine, şiddetlerine şaştı. Bulgarların millî rengi bu senenin Paris'te modası... Hatta Beyoğlu'nda bile Bulgar modası âdet oldu. Bulgar renginde kumaşlar İstanbul'da bile satılmaya başladı.

Ben "kaynaşma" kulübümüze devam ediyordum. Arkadaşlarım o kadar dalgın, müzakereleriyle o kadar meşgul ki, muharebeden haberleri yok... Galiba her gün ufuklarımızı inleten top seslerini bile duymuyorlar. Dünkü müzakerede Eserullah Natık Hıristiyanların medeniyetinden Türklerin, İslamların barbarlıklarından bahsetti. "Bizim memleketimizi Hıristiyanlar alsa asıl o vakit hürriyeti, serbestliği görürüz, İşte Mısır gözümüzün önünde... O ne refah, o ne saadet..." dedi.

Gazeteleri okumadığı için Balkanlıların yaptıklarından haberi yoktu. Ben itiraz etmedim. Bu ezelî uyku içinde müzakere uzadı.

Sait, Sadullah Behçet, hatta Hoca Bali Efendi Osmanlıları kaynaştırmak için ilk yapılacak iş "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" kız alıp verme olacağında musırdılar.

Vakıa İslâmlar Hıristiyanlardan kız alabiliyordu. Lâkin veremiyorlardı. Arkadaşlar bu muvazenesizliği bozmak istiyorlardı. Gayet mükemmel bir mantık kullanıyorlardı: "Alınsın da niçin verilmesin?"

Hoca Bâli Efendi fikrini söyledi: "Din nedir? Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık değil mi? Biz bunların hepsini birleştireceğiz. Aslına irca edeceğiz. "Din-i İbrahimî" yi meydana çıkaracağız. "Din-i İbrahimî" milletlerle dinler arasında fark görmeyeceği için (bilâ tefrik-i cins ü millet) izdivaca da müsaade edecek."

Bâli Efendiye kimse itiraz edemezdi. Artık programımız tekâmül ediyor. Bugün dağılırken Doktor Eserullah Natık:

—    Yakında faaliyete geçeceğiz, dedi. Hakikat ilerliyor. Onu hiç kimse tutamaz...

 

7 Mart 1913, Moda

Fakat hangi hakikat ya Rabbi... Hakikat ilerledi. Henüz kimse onu tutmadı. Çünkü ilerleyen şeyden kimsenin haberi yok,

Kaç senedir tetebbu ederek çizdiğimiz esaslarımızı neşre, tamime başlayacağız. Evvelâ bir gazete... Bunu şimdilik haftada bir çıkaracağız. Lâkin gazetemizin ismini bulmak pek güç oldu. Kulüpte sekiz kişiyiz. Sekizimiz de ayrı isimler bulduk. Ben "Babil Kulesi" dedim. Bu hakikaten Osmanlılık kaynaşmasını iddia eden bir risale için tam bir isimdir. Eserullah Natık Alfred Fuyye'nin  "İdee force"  tabirini bozdu. Bundan bir mana çıkmadığını söyledi. "İdee-force" haline koydu. "Kuvvet-i zinde" diye tercüme etti, "kuvvet" yerine "fikir" konulursa maksadımızı neşredecek gazeteye tam muvafık bir isim olacaktı: Fikr-i zinde...

Sadullah Behçet:

—    Gazeteye isimden evvel bir "şiar" bulmalıdır! diyordu.

Bulduğumuz şiarlar da biribirine hiç uymadı. Gazetemiz için bulduğumuz sekiz isim şunlardı:

Babil Kulesi, Fikr-i Zinde, Şems-i Yegâne, İzabe-i Anasır, insanlık, Osmanlılar, Kaynaşalım, Vicdan-ı Hür, İrfan-ı Hür...

Nihayet kura çekmeye karar verdik. Bu sekiz ismi kâğıtlara yazdık. Bir tane çektik, "insanlık" çıktı.

Başmuharrir Sait oldu.

Felsefeye ait kısmını: Eserullah Natık yazacak,

İçtimaiyat kısmını: Sadullah Behçet, Hasan Rudi,

Edebiyat kısmını: Niyazi Bey,

Fen kısmını: Celâl Bey,

Din kısmını: Hoca Bâli Efendi,

Mütenevviayı da ben...

ilk nüshamızı bakalım ne vakit çıkarabileceğiz?

 

15 Nisan 1913, Moda

Dür. ilk nüshanın r 'inderecatını müzakere ettik.

Sait Bey, nev-i beşerirs bütün bir milliyet olduğuna (vatan) m da (rû-yi zemin) olması lâzım geleceğine, ancak bu hakikati anlayanın insan addedilebileceğine dair uzun bir şiir yazmıştı. Bu gayri millî, yani "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" edebiyatın hakikaten bir şaheseriydi. Dinlerin, milliyetlerin, muhitlerin, vatanların hep efsane olduğunu terennüm ediyordu. "Eserullah Natık" in makalesi elli sahifeden ziyade idi. Birçok ecnebi isimleri söylüyordu. Lâkin ne yalan söyleyeyim, makale gayet büyüktü. Ben de beğendim.

Sadullah Behçet, Hasan Rudi, bütün iktidarlarını göstermişlerdi. Hasan Rudi dört beş sayfanın içinde içtimaiyattan, gariziyattan,  tarihten, hayvanattan, metafizikten,  patolojiden  bahsediyor, spiritizm  ile spiritüalizm  arasında hiç bir fark olmadığını, bütün ilimlerin saçma olduğunu ispat ediyor; nihayette kendinin âlim olduğundan fahir-leniyordu.

Niyazi Bey her lisanın bir lisan olmadığını, lisanlar müesses olmayıp tesis edilebildiğini, bir lisandan diğer lisana gelme kelimeler olduğu gibi kaideler de olabileceğini iddia ediyor, mültekâmil Osmanlıca için tafsilât veriyor ve Arapça, Acemce, Rumca, Arnavutça, Sırpça, Bulgarca, ispanyolca kelimelerle, kaidelerle yapılmış cümlelerden misaller gösteriyor, bu karmakarışık masnu lisanın ahengini, güzelliğini anlata anlata bitiremiyordu.

Fen kısmı gayet parlaktı. Yegâne hakikatin fende olduğu, fennin haricindeki her şeyin bir vehim, bir hayalden ibaret olduğu ispat olunuyordu.

Hoca Bâli Efendi kaynaşmış Osmanlı milletinin müşterek dinini izah ediyordu. Bu, "Din-i İbrahim" idi. Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık karıştırılmalı, geriye gidilerek Hazret-i İbrahim'in dini bulunmalıydı. Bu nüsha âdeta meslek nüshasıydı. Kaynaşma kulübünün esas fikirlerini ihtiva ediyordu. Son sayfaya "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep izdivaç" ilânları koyacaktık. Din, millet farkına bakmadan izdivaç edecek gençlere yardım edecektik. Benim makalem çok alkışlandı. Eserullah Natık:

— Bu nüshanın en mükemmel parçası budur, dedi.

Hasan Rudi bu fikirleri evvelce kendi de yazdığını söyledi. Şair Sait Benim tarihle etnografyadaki  vukufumu yeni anlıyordu.

Makalemin serlevhası:

"Mamalik-i Osmaniye'de ir kan, cinsen bir tane olsun Türk yoktur!" cümlesiydi... Tarihe, etnografyaya istinat ediyordum. İlmen iddiama kimse itiraz edemezdi. Makalemin hulâsası şu idi:

Memalik-i Osmaniye'de hiç Türk yoktur. Ahmet Mithat Efendi  bunu tasdik ile beraber yalnız Al-i Osman hanedanının Türk Dacik ırkına mensupluklarım yazmış ise de o da yanılmıştır. Âl-i Osman'ın dahi Türk Dacik ırkından olmadıklarını ispat etmezden evvel bütün memalik-i Osmaniye'de hiç bir fert Türk bulunmadığını anlatacağım. (Anadolu'da hiç Türk bulunmadığı) hakikatinin en büyük şahidi Fransız seyyahı "Taverniye"dir  On yedinci asırda üç defa bütün memalik-i Osmaniye'yi, İran'ı, Hindistan'ı dolaşan bu zat neşrettiği tarihte Tokat'tan Tebriz'e kadar olan büyük mesafede ancak ancak yüzde iki nispetinde Müslüman bulunduğunu yazıyor. Şundan anlaşılıyor ki Anadolu'da 200 sene evvel Türk değil, hatta Müslüman bile yokmuş! Bunun aksini ispat edecek bir tek delil olsun bulunamaz. Birtakım menfaatçi, müteassıp milliyetperverlerin "Türk" dediği Anadolu ahalisi kılıç zoruyle Müslüman olmuşlardır. Bu ihtidalar son iki yüz senenin vukuatıdır. Evet Anadolu halkı vakıa Müslümandır, lâkin katiyen

Türk değildir. Herkesi kandırıp hasis menfaatlerini istihsalden başka bir şey düşünmeyen milliyetperverler, "Memalik-i Osmaniye" de hiç Türk olmadığını görünce Arap, Acem, Bizans tesirlerinden bahsederler. Bu üç tesir altında "Türklük" ün kaybolduğunu söylerler. Olmayan bir şey sonra nasıl kaybolur? Memalik-i Osmaniye'deki Müslümanlar dinlerinden dönmüş eski Rumlarla Ermenilerdir. Bu zavallılar yeni dinlerini bırakıp tekrar eski milliyetlerine dönemezlerse asla Türklüğü de kabul etmezler. Nitekim Memalik-i Osmaniye'de kimse:

—    Ben Türküm, diyemez. Milliyeti sorulunca yalnız:

—    Müslümanım elhamdülillah... der.

Milliyetperverler içtimaî hakikatin bu ısrarından yılmazlar. Dünyada seksen milyon Türk olduğunu uydurarak ötekini berikini kandırırlar. Hele mefkûreleri olan "Turan" kelimesinin manası bile aleyhlerindedir. Rus âlimi meşhur Bartold bu menfaatperverlerin mazarratından ürkerek "Turan" kelimesinin ne demek olduğunu herkese ilân etmiştir, Bartold gibi bir Rus âlimi bize temin ediyor ki "Turan" İran'ın bir vilâyeti imiş, hem Farsça bir isim imiş."

O kadar tafsilât veriyor, Avrupa ulemasından o kadar şahitler getiriyor, hatta dünya yüzünde bugün "Türk" namında bir millet olmadığını o kadar mükemmel ispat ediyordum ki... itiraz mümkün değildi... Nahak yere kendilerine "Türk" diye iftira edilen Osmanlı arkadaşlarım arzın üzerinde hiç Türk olmadığından son derece seviniyorlar, beni kucaklıyorlardı. Hoca Bâli Efendi alnımdan öpüyordu. Zira o, milliyetperverliğin dinsizlik olduğuna kaildi. Sevincin verdiği heyecan ile titreyerek:

—    Varol Hayikyan Efendi evlâdım, diyordu, şu rezillere son sözü söyledin. Onlar şimdi Türkolojilerinden, morkolojilerinden bir cevap çıkarıp verebilecekler mi bakalım?..

Hem ilâve de ediyordu:

—    Onların mazarratından yalnız biz Osmanlılar değil, "Rusya devlet-i fahime-i muazzaması" dahi endişededir. İhtimal bu makaleni sefaret tercümanı tercüme edecek, sana "Petresburg Cemiyet-i llmiye-i Imparatoriyesi" nden bir mükâfat, bir nişan gelecektir...

SON EKLENENLER

Üye Girişi