Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

ÖMER SEYFETTİN

İçindekiler

  • EFRUZ BEY
  • BİLGİ BUCAĞINDA
  • AÇIK HAVA MEKTEBİ
  • GAYET BÜYÜK BİR ADAM
  • BiRiNCi KISIM
  • ŞIMELER(1)
  • SİVRİSİNEK
  • ASHAB-I KEHFİMÎZ;
  •  

EFRUZ BEY 

Bu küçük romanı Efruz Beyefendinin kendisine hediye ediyorum. Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yasarken ihtimal biraz mübalâğacı göründüm. Ne yapayım? Bu zenim mizacım... Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol kir maksadım ne seni tahkir, ne de maskara etmek... Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yasmak istedim.'Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar-tanır, EfruZ'cuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen "hepimiz" değilsen bile "hepimizden bir parça" sın...

HÜRRİYETE LÂYIK BİR KAHRAMAN

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı. — Nasıl, gördünüz mü? dedi. Yirmi dört saat evvel Allah'tan ziyade Abdülhamit'ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu, içlerinde korkunç bir "şüphe" çarpıyor, soramadıkları bir "acaba?", sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakışıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususî bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:

—    Yoksa hâlâ haberiniz yok mu? diye tekrar güldü. Bütün kalem ondan bir "Babıâli kuşkusu" ile korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla "bâirade-i seniye"  gelen bu beyi âmirleri hafiye, madunları "Jön Türk" sanırlardı. Kendisi Galatasaray'dan, Mülkiye'den.. bazan da aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasiyle altın maarif madalyası verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu "altın madalyayla diploma" mabeynde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma

Ahmet Beyin elinde olsaydı hemen Avrupa'ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah... Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Beyin Galatasaray'dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden canlanarak hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek:

—    Hepiniz korkuyorsunuz, be! dedi, yoksa haberiniz yok mu?

Çekirdekten yetişme tam bir Babıâli mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

—    Neden haberimiz olacak? Ne var?

Ahmet Bey, en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabî bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir "istibdat" taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!

—    Hürriyetin ilân olunduğunu daha duymadınız mı? diye haykırdı.

Kalem halkı, bu zavallı iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk'ün ceplerinde boğucu gazlar çıkaran küçük küçük müthiş -komprime-bombacıklar var sanıyorlardı. Bazan bıyık altından "cehennem leblebileri" dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa... Bir anda Babıâli dünya yüzünden silinecek, bir mezar, harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk İstanbulinli  köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye papuç bırakır takımından değildi.

İri, -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:

—    Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum, dedi.

Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:

—    Hiç bir şey anlamadınız mı?

—    Ne anlayacağız?

—    Hürriyetin ilânını...

—    Hangi gazetede?

—    Hepsinde.

Mümeyyiz sıska sarı elleriyle titreyerek masasının sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

—    İşte Sabah  ile İkdam... İlânat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.

Hürriyetin ilânını ilânat sahifesinde aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir aslan gibi kükredi:

—    Siz artık bu devre lâyık adamlar değilsiniz. İlânat sütunlarında hürriyet ilânı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır... En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyet ilân ediyor.

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı, taktı. Sabah'ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Beye döndü.

—    Kanun-u Esasî hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?

—    Evet.

—    Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.

—    Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-u Esasî... Kanün-u Esasî hürriyet, demektir.

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes  şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hâsıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahiydi. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşa dün gece "ubudiyetini arz ederken"  kendisine:

—    Yarın hürriyet ilân olunacak, demişti, Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek. Bu Jön Türk rezillerinin zaptı kabil olamayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin...

O ana kadar tamamıyla mabeyne mensup geçinen Ahmet Bey velinimetinin konağından çıkarken o kadar "hürriyetperver"di ki yanında Namık Kemal'le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenha idi. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı'nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece hiç uyuyamadı. Böyle âli, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar niçin farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikıyet duyuyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye'ye, hâsılı herkese bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdir. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giyindi. "Tam resmî olmayayım." dedi. Beyaz eldivenler taktı. Her günkünden daha şık oldu. Soluğu kalemde aldı.

Arabada gelirken İkdam'ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-u Esasî tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine.

—    ... Kanun-u Esasî demek kâfidir! diyordu.

Kalemdekiler daha Kanun-u Esasî tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü... Çünkü... Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, İşte, tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:

—    Demek mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?

"O vakit ki Babıâli zihniyetinden hariç" hiç bir şeye ihtimal veremeyen mümeyyiz:

—    Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam, dedi, Kanun-u Esasî zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delâlet etse gerektir. Fakat başka şeye... Asla...

Mümeyyiz, Kanun-u Esasinin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin  en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi.

Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

Zira yaz kış Büyükada'da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensupluk sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu. Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha ziyade teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. "Hürriyet lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeğe başladı. Ahmet Beye yüzünü çevirerek:

— Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim. Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir! dedi.

Maiyeti kâtipler müdürlerinin ne mükemmel, ne gaffar adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek:

—    İşlerinize bakınız, beyler! emrini verdi, ben âmirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesinin ihmalsiz icrasıdır!

Haftada bir iki defa günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Beyin canını sıktı. Ayağa kalktı, İşte hepsi uyuyorlardı. Lâkin yarın... Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık b: r asır kaybetmeğe müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususî bir ahenkle sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Bütün kaleme:

—    Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz! diye haykırdı. Dışarı atıldı. Babıâli'nin koridorları her vakit kinden daha tenha gibi duruyordu.

Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıları önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, "âdetleri veçhile" Fransızca konuşuyorlardı:

—    Jö no kuruva pa... 

—    Set ön blag. 

—    Didon... 

—    Se biyen, sö ne pa posibl. 

Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor, amma pekiyi -yani hiç-arılamıyordu. "Hürriyet"in Fransızcasını hatırlamağa çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu, "leblebi" gibi bir isimdi... '

Leblebi, leblebici, lâbada... Hayır!

Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken "kahramanlık, gösteriş" damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden sanki kaynamış bir su gibi belkemiğinin hizasından akıyor. Belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah, bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çeneleri kilitleniyordu. Evet... Şimdi, şurada:

—    Yaşasın hürriyet! diye bağırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıâli'de birinci defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak... Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Adetâ karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirtti. Gözünü dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:

—    Yaşasın hürriyet!

Bir an herkes sustu... Kalem kapılarından vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyn tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey Babıâli'de birinci defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkalâdelik duydu ki hükümetin bütün ordusu önüne çıksa "bir hamlede yere geçireceğim." sandı.

Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi.

Dâhiliye tarafına, Sadaret'e koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:

—    Yaşasın hürriyet!

Kapıcılar onu delirmiş zannıyle polise gönderiyorlardı. Ahmet Beyin tutulmadığını, boyuna "Yaşasın hürriyet!" narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmağa bağladılar. O coşuyor, deliriyor, bir arteziyen şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu:

—    Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler: Lanetler olsun...

Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki... Yarım saat içinde bütün Babıâli yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprüyü geçti. Beyoğlu'nu karıştırdı.

Bir saat sonra...

Evlerine kaçan vükelânın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafına müsteşarlar, müdürler, Şûrayı Devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilân ettiği hürriyetin yegâne faili kendini sanıyordu.

Hem... Bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükümetin erkânı rükûa yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakikî bir kahraman süsü veriyordu.

Herkes de buna inanıyordu.

Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiç bir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailerle  korkunç bir roman uyduruyordu, meclis odasının içi, dışı dolmuştu. Herkes bir def acık olsun onu uzaktan görmek istiyordu.

Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul'un otuz senedir hiç bir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Beyin sesi kısılmıştı.

Meclis içindekiler:

— Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat! diye haykırıştılar.

Ama Ahmet Bey yalnız "hürriyet" in lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebidin nasıl Kanun-u Esasi'yi verdiğinden filan hiç malumatı yoktu. Avrupa'da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lâkin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta bir "Jön Türk" ismi bile tanımıyordu. Fakat İşte herkes, bu binlerce hükümet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar , kâtipler ondan "Jön Türklerin kimler olduğunu" sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı.

Hissi, idraki, bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeğe, hükmetmeğe başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmağa başladı:

—    Vatandaşlar! Bize "Jön Türk" derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim kimse ismimizi bilmez. İşte bu Jön Türklerden birisi benim! Ben onların reisiyim! Benim ismimi kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.

Kapının yanından bir ses haykırdı:

—    Ben sizi tanırım efendim.

—    Kim o?

—    Kim o, kim o?

Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacı idi. Ahmet Beyin kalemindeki Arapkirli saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar:

—    Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Beydir!' diye haykırıyordu. Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarım kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:

—    Hayır, yalan söylüyor. "Ahmet" benim müstear ismimdir. Asıl ismi m değil. Beni kimse tanımaz.

Odacı "Bir senedir tanıdığını" haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu "Ahmet" ismini inkâr ediyordu.

Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.

Ahmet Bey sözüne devam etti:

—    Bu cahil adam, benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de, mümeyyizler de, müdür de, hatta nazır da, hatta İstanbul ahalisi de. Hatta ben, hatta evimdeki ailem de beni "Ahmet Bey" tanıyorlardı. Hâlbuki... Yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya'daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule'de bir çingene evinin eşek. ahırında yapardık. Düşündük, taşındık; bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule'den ta Yıldız Sarayı'na kadar bir tünel kazmak. Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebidi sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak... Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilân ettirmek... Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.

Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:

—    Affedersiniz Ahmet Bey, dedi, pardon, müstear isminizi söyledim. Kahraman Bey! Kongrenizde on bin altı yüz âza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır Sulukule'de değil, İstanbul’da bile yok. Sakın rakamda bir yanlışlık olmasın...

—    Hayır, hayır...

—    Fakat...

—    Ne fakatı be?

—    Nasıl olur bu?

Mümeyyiz vaziyeti tayin edememişti. Hâlâ Ahmet Beye madun muamelesi ediyordu. Kahraman, kızardı.

—    Hayır, hayır, dedi, itiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi, hatta iki kişi kâfi... Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasî cemiyetler vardır ki kongrelerini binlerce âza ile yapmışlardır. Hâsılı.. Lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.

Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:

—    Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.

—    Hayır, siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki -münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha...

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

—    Kapıdan değilse, nereden, nerden attıracaksınız?

—    Pencereden, evet... Pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-u Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek "istibdat" cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdadın cezası bütün hür milletlerde birdir.

—    Nedir? Nedir? diye bağırıştılar. 

'— İdam!

Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevî sükûn içinde hikâyesine devam etti:

—    ... Evet, benim projem kabul olundu! Tüneli kazmağa başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule deresine atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?

—    ... İstanbul'un bir sahili denize doğru büyüyordu da bunu kimse görmüyordu. Hâlbuki Nil nehrinin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu, nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?

Hayretten kimse tasdik edemedi.

—    ... Hayır, bir inkılâpçı, bir ihtilâlcı için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik. Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü...

Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule'nin, Yenibahçe'nin, Fatih'in, hatta Halic'in.. Beyoğlu'nun, Nişantaşı'nın, altından gecen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; "Yirmi dört yaşındayım!" cevabını alınca, projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı... İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç kazmayla değil, daha bir topluiğne ile bir toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi.

Adeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmağa başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Sualini karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvarî sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.

—    İdam! İdam!

Pencere ile avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmazlık aklına gelmiyordu. Cumhur... Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, "zaman, mekân" umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı, en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet.. Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:

 -- İşte vatandaşlar! dedi, bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususî bir ihtilâl aletiyle mevkiimizi tayin ettik. Müstebidin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. "Haydi, siz gidin. Beni yalnız bırakın." dedim. Onlar tünele girdiler. Yeraltından Sulukule'ye doğru gitmeğe başladılar.

Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki... Ben ne heyecanlar geçiriyordum.

Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebidin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.

—    ... Müstebit: "Aman, Jön Türk! Benden ne istersen İşte, vereyim. Yalnız canıma dokunma!" deyince ben: "Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilân edeceksin. Yoksa karışmam." dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyncilere sakalı elimde yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır.

Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor, ağızdan ağza yayılarak kapıdan, Babıâli'nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip Jön Türk'ün kahramanlığım anlatıyor, işitenler. Henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar, kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarında, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebidin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı'ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıâli'ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilânına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıâli'ye üşüşmüşlerdi. Hepsi, Ahmet Beyin arabasına koşuldu.

—    Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet' Nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıâli Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprüden geçerken Ahmet Bey:

—    Artık Köprü parası alınmayacak, bu vahşîliktir, hürriyete yakışmaz, diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay köprünün ortasına gelmeden Aziziye karakolunu   boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları önlerinde olduğu halde Galata'ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk'ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam ayalin başı Karaköy'e geldiği halde Zülfikar  gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçe -kapı'sında, biri henüz Yenicami muvakkithanesinin   önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata'da dükkânlar kapandı. "Patrida"  lan olan Türkiye'yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık "yerli Yunanlı" kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk'ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat'tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumî bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu'na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü. O kadar büyüdü ki Caddeikebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu anî tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hâdiseyi selâmlıyorlardı. Genç mekteplilerin kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir Allah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına "çüş!" manasına gelir garip bir ses çıkardı:

—    Durrrr...

Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lâhutî  sükût içinde Jön Türk'ün, hürriyet mabudunun sadası işitildi:

—    Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili çarlık Rusya'sının sefarethanesi önündeyiz... Onları selâmlayalım. Eski hain istibdat idaresi en sevgili kardeşlerimiz olan Ruslar, hürriyetperver Rus Çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır... Hiç bir devlet kendi komşusuna düşman olamaz.

Olamaz. Bu mantıka muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da, yine muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükümetleridir.

Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan Carın hükümeti hür bir Türkiye'ye düşman olamaz... ... Bu nutuk uzadı. Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar:

—    Zito, zito, zito!  diye avazları çıktığı kadar haykırışıyorlardı. İngiltere seferathanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakikî dostumuz, hatta müttefikimiz Rusya imiş...

... Alay Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki... bir tek hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiç bir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:

—    Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da evime gideyim.

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:

—    Asla, ey "kahraman-ı hürriyet!" Asla! Senin ayağın toprağa lâyık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu... Onların başlarına basarak yürü, istediğin yere git...

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş, kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeğe başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altından birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:

—    Yaaşa.. sın.. Hür... riyet!

Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup Hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu halde Türkçe konuşmasını öğrenmemiş bir Çerkezdi. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lâkin sevgili Ahmet'inin ismini duyunca "Acaba bir kaza mı oldu?" diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başlan üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Pancuru aralık etti:

—    Ayol ümmeti Muhammed'imin başında yürümeye böyle utanmıyor musun, Ahmet?

Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.

—    Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil... dedi.

Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı. Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte oydu! Tam kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu... Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

—    Halt etmişsin. Adın senin Arae...

—    Değil İşte...

—    Hayır, Ame, Ame...

—    Ahmet değil, İşte.

—    Sus, aklını mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.

—    Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin... Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga halini aldı. Zavallı kadın oğlunun ismi "Ahmet" olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını, şahit getirip pencereden gösteriyor, rahmetli babasının Şeyh Efendisi, doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak "Ahmet" ismini koyduğunu, hatta ezanın şiddetinden küçükken kulağı ağrıyıp da akıl baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere kargı inkârında inat etti. O kadar ki, annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.

—    Hayyyy... diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü. Bayıldı. Ahmet Beyin üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi, birbirine karışıyor; "müthiş Jön Türk'ün hakikî ismini annesinin bile bilemediği" uzaklara, İstanbul’un tâ en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey annesini merak etti. Aile içinde "deli saraylı" şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kitlenir, bayılınca saatlerca ayılmazdı. Ahmet Bey son gayretle, kapının önündekilerin! biraz aralık edip aşağıya inmeğe çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişçiler bir granitin ecza-yı ferdiyesi  gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray'ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıklarını, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden: "Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam!" iler, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat... Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilâve edecekti. Diyeceklerdi ki:

—    Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!

Evet, mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lâzımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlâtlığa: 

—    Kız dadımı çağır, diye haykırdı. Evlâtlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.

—    Dadı gelmiyor.

—    Niçin?

—    Hanımefendiyi koku ile ovuyor.

—    Mehveşi çağır.

—    Mehveş ablam da Hanımefendinin kollarını ovuyor.

—    Peyken çağır.

—    Peyker ablam da Hanımefendinin ayaklarını ovuyor.

—    Pesend'i çağır.

—    Pesend ablam da hepsinin eline kolonya döküyor.

—    Despina nerede?

—    Bilmem.

—    Git çabuk, bak...

Evlâtlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencereden görünerek haykırmağa başladı.

—    Geliyor mu?

—    Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.

.. . İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı... Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokakta gürültüden, bağrışmalardan hiç bir şey anlamayan Bolulu ahçıbaşıya demin hürriyetin manasını: "Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!" diye anlatmıştı. "Tuh, tuh, töbe... Sus gopeğin kızı..." diye hürriyeti anlamayan koca Türk hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, "Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım" düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.

—    Ne istiyorsunuz Beyefendi?

—    Görüyorsun ya, içeri gireceğim. Sokak kapısına inecek yer yok.

—    Ne yapayım?

—    Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.

Bu kadar alaylı bir manzara Despina'yı gülmekten katıltıyordu.

—    Simdi, simdi küçük Bey, diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeğe gitti. Ahmet Bey pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor, fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.

—    Hürriyet!

—    Yaşasın!

—    Jön Türk!

Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olma bir uğultu... müthiş, muazzam bir gürültü...

Despina elinde ip, ikinci kattan görününce Ahmet Bey:

—    En üst kata, en üst kata çık! diye haykırdı.

—    Düsezeksiniz, beyim.

—    Haydi sen karışma. En üst kata çık diyorum.

Ahmet Beyin, fırsat düğünce muvaffakiyetinin âzamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina'yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki...

—    Sarkıt, sarkıt...

—    İşte.

—    Biraz daha...

Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukardan haykırdı:

—    İpi nereye bağlayayım?

—    Orada bir yer yok mu?

—    Pancurun demir mandalı var.

—    Pekâlâ. İşte ona bağla.

İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmağa başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina'nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepelerine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiç bir şikâyet sadası çıkarmadı. Bilâkis yine olanca kuvvetleriyle:

—    Yaşasın Jön Türk, yaşasın! diye haykırıştılar.

Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı:

—    Despina, Despina... diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum; kızı alkışı hezeyana uğramış sıçrayıp duruyordu. Elini salladı:

—    Despina, Despina... Be!

Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:

—    Ti ehi vire Beyimu?

—    Tekrar ip sarkıt.

—    Ne yapazaksınız?

—    Göreceksin...

—    Kala, kala...

—    İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.

—    Kala, kala...

Tavan arasının balkonundan eve girmeği pek hoş bulan kız yine tekrar keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey Despina'-nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmağa başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü:

—    "Yaşasın! Yaşasın Jön Türk!" Gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet

Bey İşte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı, idmanı kaçmıştı. Sileri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı, İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi? Jön Türk!... Ulvî bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk:

—    Y'aşasın, yaşasın! diye haykırıyor, karşı tarafında açılan pancurlardaki çoluk çocuk kafaları da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina ince sesiyle:

—    Gayret Beyimu, gayret... diye onu teşci ediyordu. Neyse zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina'yı, kucakladı. Mevkiinin sevinciyle bu siyah, bu gülen gözlerde derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığım görür gibi oldu. Halk, Jön Türk'ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu-beyaz yanakların üstündeki iııce kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilâhî bir şada:

—    Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun? dedi.

—    Evet, ne yapıyorum? diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

—    Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle...

—    Haydi, sen aşağı in.

—    Baş üstüne!

Kızı aşağı savunca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi, pırlanta gulleleriyle titremeğe başlamışlardı.

—    Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına! diye haykırdı; yarına... Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyeniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum. Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki.. Bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.

—    Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?

— Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakikî ismimi söyleyeceğim. Evet, yarın bunu işiteceksiniz !

Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki... Manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor, her taraftan açılan pancurlardan kadın, kız, erkek, çocuk basları uzanıyor, bu umumî tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, anatın  değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki haline giriyordu.

Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede irileştiğini, âdeta bütün kâinata inkılâp ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu, ipten sıyrılarak kanayan •ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevî bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası •olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır... Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu biribirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil, hatta hiç bir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah'la Tur-ı Sina'da   görüşen Musa'nın müminleri kaç kişi idi? Kız oğlan kız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa'nın kaç mümini vardı? Topu topu on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yağında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tâbiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokakta uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet... Bu havayı tanıyordu. Halk, hayır halk değil; halkın "deha" sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

Kalkın, ey ehli vatan! Biz de sodan olalım. Bu "Jön Türk" ün uğruna Biz de kurban olayım...

Gök iyice karardı. Havagazları, gelip gitme kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu

—    Daha açılmadı mı? Kızlar:

—    Hayır... dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu'dan getirttiği arsız evlâtlık ilâve etti:

—    ... Hep kulağına "İsmi Ahmet Beymiş. Şaka yapmış." diye bağırdık. Duymadı.

Ahmet Bey, bu tedavi tarzına fena halde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak:

—    Bir daha bana "Ahmet Bey" dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım! diye haykırdı.

Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin başı ucunda ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birden bire değişen beyinin haline feci feci baktı:

—    Öyle ise artık size ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl isminiz ne?

Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu._?

—    Yarın söylerim, dedi, aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!

İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi, esvapları, kitapları, kâğıtları hâsılı her şeyi bu geniş odadaydı.

Havagazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina'yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti.

—    Servi,  Müsyü, servi...

—    Haydi, git, yemek filân istemem, diye onu kovdu.

İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvelâ sırf boş bir tefahurdan, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterİşten ibaret olan "hürriyetperverlik" iddiasını "halk" denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarım âdeta bir sanat edindiği "satışı" sayesinde aldatırdı. Meselâ her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı halde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir; tanıştıklarının hepsi de onu zengin tanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır ve evlerine gider, sofralarında kalır... gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:

"... Başkâtip Paşanın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyumamışım, kalkınca..."

Yahut:

"... Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeynden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası  beni istemiş!

— Gidemem, hastayım... diyecektim, amma.. Beni çok sever. Hatırını kırmak istemedim.. Bu soğukta kalktım gittim. Yanıma şeyi... Evet, neyse.... onu yanıma aldım. Dışarı fırladım..."

Yahut da:

"... Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margrit'e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki... Tarif edemem..."

İlâh, ilâh, ilâh..."

Hâlbuki bunların hiç birisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kanmaz; cesur, sair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tanburacı, damacı filan... görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine "Esraralût   bir Jön Türk" süsü verir, bir satırını görmediği halde Namık Kemal'in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşanın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey: Yalnız öyle görünmekti... İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de onca hiç bir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmek ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine:

—    Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum, diye sızlanırdı.

—. Anne! Yemekte para, masraf lafı etme! diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi, İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hâsılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boya idi. Neye kıymet verilirse o kıymete sahihten sahip olmağa çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeğe uğraşır, muvaffak da olurdu.

Fakat bu son muvaffakiyeti...

... O kadar büyüktü ki... Şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıâli'de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken:

—    Yaşasın hürriyet!... diye haykırmıştı. Sonrasını pekiyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O "Cemiyet" in de "fert" gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat... Fakat çabuk ayrılır; hayali, fertten çabuk, inkisara uğrardı.

Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor; hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.

Varın ne olacaktı?

İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?

Fakat ismi?

Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına "Edebiyatı Cedide"   romanlarında okuduğu isimler geliyordu; "Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Şükran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan..." hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki... hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olduktan başka kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saattan ziyade aradı. Bulamadı.

Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.

— Yeni bir kelime uydurmalıyım... dedi. Amma bu nasıl olacaktı.

Bestekâr Verdi'nin   ismini hatırladı. Tokatlıyan'da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kiralından mükâfat olarak ismini istemiş, kıral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti.

"Viktor Emanuel (Ruva d'İtali)" v,e,r, d, i, İşte "Verdi" ismi! "Verdi" ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretlerinden mi? Hayır! Hâşâ, onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sadaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi?. Meselâ Avrupa hükümdarlarının isimlerinden...

Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir turnant vardı. Raflar eski "Frou Frou" nüshalarıyle dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinaî roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin okur, Culotte-Rouge'un, Şans Genc'in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinaî romanlardan bir tanesi turnantın ta üstünde idi.

Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nikola, Vilhelm, Edvard Viktor Emanuel, Alfons, Yorgi Jorj, Fransuva Jozef, Albert, Hakon... Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:

—    Nveveayjfjah..

Yazdığına baktı. Telâffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:

—    Hafyavjevn,

—    Fanvejavah,

—    Vajnohfa,

—    Jafnahevv...

Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır... Beğenmedi. Hoşuna gitmedi.

—    Vay anasını, dedi, beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.

Sonra hürriyetin üç meşhur şiirinden birer harf almayı düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet! Yazdı:

—    Humma...

Hastalık ismi! Beğenmedi. A'yı ortaya aldı:

—    Ham... Yüzünü buruşturdu.

Bir kere daha değiştirdi:

—    Amh...

Geceyarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılâpçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler biribirinden münasebetsiz, biribirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü' bıraktı. Yazıhanenin üstündeki romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir "Lügat-ı Osmaniye" dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı:

Efruz...

Manasını okudu:

"Ziyalandırıcı, ruşen edici olan."

Tekrarladı:

—    Efruz,

—    Efruz,

—    Efruz,

Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu, istibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka, evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.

—    Efruz, Efruz...

Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanmamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tama-mıyle büyüklük, ulviyet, yükseklik, harikuladelik ismiydi.

—    Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah...

Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telâffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telâffuz ediyordu.

Efruz Bey, Efruz Bey...

... Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş, ne içmiş, ne de uyumuştu. Vücudunda his yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki, oturamıyor, duramıyordu, bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir nasıl onu alkışlayacaktı:

—    Yaşasın Efruz Bey! diye bağıracaklardı, isminin aksiyle İstanbul'un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta, hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki... Fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten çok yapacak şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

—    Yaşasın Efruz Bey!

Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlâtlık "Ne oluyoruz?" diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Beyi bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah daha giyinmemiş, fakat dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşî yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi:

—    Ahmetçiğim, neye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var? diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:

—    Hâlâ bana, hâlâ bana "Ahmet" diyorsunuz ha?

—    Ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl ismin "Ahmet" değil mi? Sen deli mi oldun?

—    Sen deli olmuşsun, anne! Benim ismim "Ahmet" mi?

Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın gözlerini kırparak tekrar sordu:

—    Ya ne?

—    Efruz...

—    Ne?

—    Efruz...

Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi biribirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük bir cinayet sayıyordu. Sarayda "kapı yoldaşları"ndan bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse, ismin eski sahibi kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü. Efruz Bey... Hem bu nasıl isimdi?

—    Oğlum, sen Müslümansın, böyle gâvur isini takınmaya utanmaz mısın?

—    Bu gâvurca değil Farisice...

—    Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!

Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki, annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri halde, onun asıl isminin "Efruz" olduğuna inanır gibi oluyorlardı.

... Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü halinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.

Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar, büyükler, hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyordu:

Kalkın ey Osmanlılar! Biz de sodan olalım, Bu Jön Türk'ün uğruna Biz de kurban olalım...

Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumî cehalete acıdı. Azıcık daha gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.

Bütün bandolar, bağıranlar sustular.

—    Ne istiyorsunuz vatandaşlar?

Halk bir ağızdan cevap verdi:

—    Seni, seni...

—    Ben kimim?

—    Jön Türk'sün, Jön Türk'sün...

—    İsmim ne?

—    Bilmiyoruz, ismin ne? İsmin ne?

—    Efruz...

—    Efruz...

Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, yaşasın sadaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.

Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.

Hareket başladı.

Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesiyle, Cadde-i kebir; her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni bandolar cemiyete takılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:

Kalkın ey hür kardeşler Biz de şadan olalım, Efruz Beyin uğruna Gelin kurban olalım...

... İlk defa Babıâli'de bağırarak ilân ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lâzımdı. Efruz Bey alkışla bağırıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü'yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yenipostahane binası aklına geldi. Bu muş-küldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükümetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyunu Umumiye dairesi.. ' pek güzeldi.

Ama altından çapanoğlu çıkmak ihtimali vardı. Büyük bir yer, demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne "Sahavet Hanı" geldi.

Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.

Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanına bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellâllarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı, İstanbul'un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilâtını lâğv, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis hürriyetin en birinci mâniiydi. İlmin tanıdığı ahlâkta kanun: hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlâklı olurdu. Hükümeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lâzımdı.

... Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul'un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalâğalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilâveler bir gün evvelki nümayişler esnasında alınan resimleri basıyor, "Sulukule - Yıldız" tünelinin haritası onar kuruşa her sokakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türklerden alınması için Beyoğlu'nda levantenlerden   mürekkep büyük bir anonim şirket teşekkül etti. Yenimahalle'de, Zincirlikuyu'da, Yenibahçe'de, Sulukule'de, Edirnekapısı'nda arazi fiyatı birdenbire fırladı. Hele Sulukule'de Jön Türk tünelinin varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsaların metre murabbaı  iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.

"Sulukule - Yıldız" tünelinin İstanbul'da ani olarak uyandırdığı İktisadî hareketin o kadar ehemmiyeti yoktu. Duyulan şeylerin doğru olduğuna tıpkı halk gibi inanan Yıldız Sarayında da şimdi büyük bir heyecan hüküm sürüyordu. Müstebit daha sabahleyin erkenden en sadık mühendislerini, bahçıvanlarını, kuşçularını toplatmış, sarayın bahçesinde Sulukule tünelinin deliğini arattırıyordu. Bütün tarhlar bozuldu. Sık ağaçlar kesildi. Bu deliği bulmak mümkün değildi. Müstebit oturduğu köşkün küçük bahçesini kapatmak için binlerce çelik levha satın almaya en sadık yaverlerini gönderdi. Köşkünün pencerelerine mitralyözler koydurttu. Mabeyin tünelin deliğini ararken halkın meraklıları da oradaki deliği bulmaya çalışıyorlardı.

—    Yıldız'a giden tüneli bize gösteriniz? diye bahşiş vermeye kalkıyorlar, bu tekliften bir şey anlamayanlar hücum edenleri sarhoş sanarak ellerinden biraz mangiz koparmak hülyasıyla keriz atıyorlar, "hampur..." çekiyorlardı.

... Sahavet Hanının önü ikindiye doğru mahşer gibi olmuştu. Lâkin bu mahşer, dünkü gibi karman çorman değildi. Sınıflara, milliyetlere göre ayrılmıştı. Mektepliler, softalar, papazlarla kumru gibi ağız ağıza öpüşen hocalar... Kürtlüğü temsil eden hammallar, Rumlar, Araplığı temsil eden Tahtakaleliler, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutluğu temsil eden bozacı, mahallebici, esnaf... bahçıvan Bulgarlar, Tophane kahvelerinin canlı demirbaş eşyası makamında olan büyük kalpaklı, gümüş kamalı -bilaistisna asil, bey olan- Çerkezler.. hep ayrı kümeler halinde gelmişlerdi. Efruz Bey çıkacak, Sultan Ahmet Meydanında "hürriyet nutku" nü verecekti. Beş altı saat içinde etrafında yirmi kadar mukarreple  birkaç yüz kadar yaver peyda oluvermişti. Mukarrepleriyle beraber aşağı indi. Beygirsiz büyük bir lastikli araba kendisini bekliyordu. Tam bineceği sırada dehşetli bir arbede koptu. Mukarrepler, yaverler meseleyi anlamak için halkın içine koştular. Niçin bu hür kardeşlerin boğaz-boğaza geldiklerini anlamayan Efruz Beye Araplar, Arnavutlar, Rumlar,

Bulgarlar, Kürtlerle Çerkezlerin arabayı çekmek için kavga ettiklerini, Çerkezlerin:

—    Efruz Bey bizim cinsimizdendir. Arabasını çekmek bizim hakkımızdır!, diye kamalarına davrandıklarını anlattılar. Efruz Bey öğleden beri büyük adamlara mahsus "az lâf söylemek" seciyesini iktisap etmişti.

— Pekâlâ, ben üçüncü katın penceresine çıkıyorum. Bana baksınlar. Beni dinlesinler, dedi. ismini bilmediği samimî mukarreplerinden bir ikisiyle geri döndü. Hana girdi, merdivenleri dörder, beşer aşarak yukarı çıktı.

Üçüncü katın penceresine!

İki dakika sonra Efruz Bey pencereden göründü. Yine bir alkış tufanı koptu. Bir eli kalçasında, bir eli tek gözlüğündeydi. Kıvrık bıyıklarını yukarı kaldırarak kalabalığa bakıyordu.

Biraz gürültü gevşeyince söze başladı:

—    Vatandaşlar! içinizde bazı cahiller bana Çerkez diyorlarmış!

Hayır. Ben Çerkez değilim. Ben hiç bir milletten değilim. Ben Efruz Beyim! Ben hürüm! Ben herkesle müsaviyim! Siz daha hürriyeti anlamamışsınız! Hürriyet demek Kanun-u Esasî demektir! Kanun-u Esası "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" demektir! "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" ne demektir? Biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Hayır, hayır!

—    Bilmiyoruz! diye bağırıştılar.

—    Pekâlâ, Söyleyeyim. "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok!" demektir. Sükûtun şaşkınlığından istifade eden Efruz Bey bütün kuvvetiyle hürriyet felsefesini bağırmaya başladı:

—    ... İnsan "hür" olunca müsavi olur. Müsavi olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele "milliyet" kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddiada bulunmayınız, insanların hepsi hürdür. Kardeştir. Müsavidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Biribirlerinizin lisanını bilmiyorsanız "ispiranto" dilini öğreniniz. Haydi hepiniz birlesiniz. Sevişiniz, "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir. Onlar bizim düşmanlarımızdır. Bırakınız onlar mabetlerine gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: insanlık... Haydi öpüşünüz. Vahî fikirleri, batıl itikatları vahşîlere, yamyamlara bırakınız. Medenî olmaya çalışınız...

Bu nutuk biraz fazla uzadı.

Efruz Bey, izdivaç, aile, milliyet, hukuk, falan gibi ne kadar İçtimaî müessese varsa hepsinin birtakım batıl cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle anlattı. Halkı ikna etti. Hiç bir milliyeti benimsemeyen yerli İstanbullular Rumların, Arapların, Arnavutların, Yahudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına atıldılar. Hepsini öpmeye bağladılar. Yüz binlerce öpücüğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı bütün havayı sarsıyordu.

Efruz Bey, yalnız kendi cinslerinden olduğunu inkâr ettiği ince kafalı Çerkezleri kandıramamıştı. Onlar Rum, Bulgar, Yahudi, hâsılı hiç bir milleti öpmeye tenezzül etmeyerek:

—    Kendi cinsini inkâr eden Çingeneden alçaktır! diye söylene söylene Tophane tarafındaki kahvelerine döndüler. Hiç bir şey olmamış gibi yine birbirlerine kabadayılıklarını, cesaretlerini, doğmamış oğlak derisinden kalpaklarını, memleketteki atlarını, Kafkasya'daki eğerlerini, gümüşlü kamçılarını anlatmaya başladılar.

Efruz Beyin arabasına "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bütün insanlar koşuldu.

Tâ gece yarılarına kadar nümayiş, nutuk, hutbe gürültüleriyle İstanbul inledi.

Boğaziçi'nden, Terkos'tan, Polonez köyünden, Çekmece'den bile meşaleli alaylar geldi.

Her tarafta:

—    Yaşasın Efruz Bey! Sadası yükseliyordu.

İstanbul kadınları on iki saat içinde bu muhterem kahramanın ismini bozdular:

—    Afaroz Bey... yaptılar.

Bu gece sabahlara kadar her evde, ücra mahalle kahvelerinde Afaroz Beyin hikâyesi anlatıldı. Hatta bu kahramanın padişahzadeliği de söylendi. "Sultan Murat'ın hapishaneden kaçıp ismini değiştirerek yaşamış bir şehzadesi!" dendi. Bin üç-yüz yirmi dört senesi temmuzunun on birinci, on ikinci, on üçüncü gecesi doğan erkek çocukların isimleri "Efruz" yazılıp "Afaroz" okundu. Bu üç gün, bu üç gece esnasında doğan kız çocukların isimleri Efruz Beyinkine son derece benzetildi, "Firuze" konuldu.

Efruz Beyin artık "nüfuzu, iktidarı" son noktasına gelmişti. Müstebit, kendisini görmek için sarayına çağırıyor, o:

—    Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin... diye küstahça haber yolluyor; kendini hakikaten bu inkılâbın yegâne âmili, yegâne müsebbibi, yegâne kahramanı sanıyordu. Etrafında yüzlerinin şekillerini, isimlerini hâlâ hatırlayamadığı birtakım mukarrepler kaynaşıyor. Asker, sivil, birçok hürriyet-perverler arkasına takılıyor, arabasına koşuluyor, o ne dese bir papağan gibi tekrarlıyorlar, bir aygır-gibi bağırıyorlardı.

Efruz Bey, üçüncü gününü de alkış, gapaş,   -nümayiş, azil, nasp, hitap içinde, -halkın mabudu, olarak- tıpkı rüya gibi geçirdi. Gözlerinde yine bir-duman vardı. Sanki sarhoştu. Hiç bir şey görmüyor, gördüklerini hatırlayamıyordu.

Gece yarısından sonra hürriyetperverler arabasını evinin önüne çektiler. Sağında solunda bandolar müthiş bir ahenkle uğulduyordu. Artık pek yorgundu. Mukarreplerini selâmladı.

—    Şimdi biraz istirahat edelim. Yarın erken gelirsiniz! dedi.

—    Hayır, biz gitmeyiz efendim... diyen mukarreplerine sordu:

—    Fakat niçin?

—    Sabaha dört beş saat var! Biz burada hem mızıka çalarız, hem nutuklar veririz.

Efruz Bey bunu muvafık görmedi.

—    Ama, ben uyuyamam, dedi, biraz uyuyup» yarın erken kalkmalıyım?

—    Pekâlâ... susalım, sizi öyle bekleyelim. Canı sıkıldı.

—    Hayır canım, diye bağırdı, gidin başka yerde nümayiş yapın, beni biraz rahat bırakın..

Kahramanın öfkesinden korkan mukarrepler:

—    Başüstüne, başüstüne diye eğilerek, "yaşasın, yaşasın!" diye haykırarak uzaklaştılar. Efruz Bey kapıyı çaldı. Tekrar çaldı. Yine çaldı... nihayet duyurdu. Bodrum katında uyuyan aşçı Durmuş ağız bir tarafta, burun bir tarafta, bir elinde şamdan kapıyı açtı. Annesinin hem uşak, hem aşçı diye kullandığı bu hissiz herife kızdı:

—    Ulan, bu ne uyku!

Durmuş eliyle gözlerini ovuşturarak:

—    Daha sabah namazı okunmadı ki... dedi.

—    Sana namazı soran yok.

—    Peki efendim.

—    Hürriyet neye derler?

—    Bilmem efendim.

—    Tuh Allah belânı versin.

Şamdanı elinden aldı. Yürüdü. Kendi gibi hürriyeti vaz'edenin evinde hâlâ onun ne olduğunu bilmeyen vardı. "Ayı..." diye mırıldandı. İki gündür dünyayı yıkan nümayişlerin ne olduğunu bile merak etmemişti. Hasır döşemeli merdivenleri çıktı. Odasına gireceği zaman Despina'yı gördü. Yüzü kızarmıştı. Geziniyordu.

—    Ne bekliyorsun? dedi,

—    Sizi bekliyorum!.

Tatlı tatlı yüreği çarptı. Ama pek yorgundu! Parmağını kaldıracak hali yoktu. Kızın gülen şuh gözlerine dikkatle baktı. Şamdanın şulesi bebeklerinde altın alevler parlatıyordu.

Burnunu kaşıdı. Tek gözlüğünü yerleştirerek sordu:

—    Annem uyuyor mu?

—    Evet...

Annesiyle aynı katta yatarlardı. Odaları karşı karşıya idi.

—    Dadımla öbür kızlar beni beklediğini biliyorlar mı?

—    Biliyorlar.

—    Yarın anneme söylemezler mi?

—    Zaten hanımefendi, sizi bekleyeyim, dedi.

—    Ne?

—    Hanımefendi dedi.

—    Annem mi?

—    Evet.

Efruz bıyığını tuttu. Düşündü. Bu ne tebeddüldü? "Deli Saraylı" denen annesinden yılmıştı.. Bu kadın son derece kıskançtı. On dört yaşından beri oğlunu hizmetçilerden kıskanırdı. "Hangi çamlar bardak oldu" dedi. İşte bu mutlaka hürriyetin tesiriydi. Demek ki annesi bu güzel Despina'yı ona. oda hizmetçisi tayin etmişti. Kapıyı açtı.

—    Gel bakalım, dedi. Kız içeri girince:

—    Şu gece kandilini yak! diye gerindi. Kandil yakılırken kızın hareketlerine bakıyor,

şimdiye kadar onun güzelliğine dikkat etmediğine şaşıyordu. Ah yorgun olmasaydı...

—    Artık her gece beni bekleyecek misin?

—    Hayır.

—    Niçin?

—    Bu gece isi var da...

—    Ne işi?

—    Size bir telgraf var. Azeleymiş. Hanımefendi "gelinceye kadar bekle. Eline ver!" dedi.

—    Nerede o telgraf

—    İste...

Kızın cebinden çıkarıp uzattığı kâğıdı aldı.

—    Şu mumu da dışarda söndür... dedi.

Odasında ölü gözü gibi yanan kandilinin başında yalnız kalınca telgrafı açtı Pek merak etmiyordu. Okudu. Bir şey anlamadı:

NİŞANTAŞI'NDA KAHRAMAN-I HÜRRiYET EFRUZ BEY KARDEŞİMİZE

Bası mesail-i muallâka-i mühimme-i âli-ye-i inkılâbiye ve meşrutiyeti bera-yı tezkâr ve müzakere Nuruosmaniye'deki muvakkat kulübü teşrifiniz ehemmiyetle rica olunur, efendim.

İttihat ve Terakki İstanbul Heyet-i Merkeziyesi

—    Tuhaf şey! Bu ne demek? dedi... Bu cemi-.yet, bu kulüp nereden çıkmış?

Fakat hayretinde son derece samimîydi. İki gün evvel hürriyetperver gibi "unvan" satarken tutulduğu cereyan içinde kendini kaybetmiş, hatta bir gazete bile okumamıştı. Hemen herkesin mevcudiyetini duyduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinden onun henüz haberi yoktu. Bu üç gün zarfında o, yalnız söylemiş, fakat asla dinlememişti!

Etrafındakiler, arabasını çekenler, alkışlayanlar, hatta yaverleri, mukarrepleri bile onu, İşte bu.. daha henüz ismini bilmediği İttihat ve Terakki Cemiyetine mensup sanırlardı. Telgrafı bir kere daha okudu. Dudağını büktü, tek gözlüğünü çıkardı, düşünür gibi gözlerini ufalttı.

—    Bunlar mutlaka bizimkiler olacak! Fakat benden habersiz nasıl kulüp falan açıyorlar. Ne ise... yarın görürüz! dedi.

Acele soyundu. Al pijamalarını giydi. Karyolasına uzandı. Daha gözlerini kapar kapamaz uyumaya, tatlı, doyulmaz rüyalar görmeye başladı. "Bizimkiler" diye hiç ehemmiyet vermeyerek kendi hürriyetperverleri sandığı İttihatçılar ilk gün onun hareketinden, şöhretinden bir şey anlayamamışlar, fakat ertesi gün Selanik'teki Merkez-i Umumîlerinden bu Efruz Beyin salâhiyetini, kim olduğunu sormuşlardı. Daha ertesi gün Merkez-i Umumîden gelen cevap "komitanın bu namda bir mensubu olmadığı gibi İstanbul'da vasi salâhiyeti haiz hiç bir ferdi bulunmadığına, bu Efruz Bey denilen şahsın süratle tevkif olunarak sükûnetin, asayişin tehlikeden kurtulmasına" dairdi.

Efruz Bey bu sabah pek erken uyandı. Geç yatınca erken uyanmak onun âdetiydi. Kahvaltısını yaptı. Tıraş oldu. Giyindi. Atsız arabasını çoktan kapının önüne getirmişlerdi. Kendini alkışlayanları selâmladı. Bindi:

—    Kulübe çekin... dedi.

Çalmaya başlayan bandoların ağır gürültüleri içinde mukarrepler sordular:

—    Bizim kulübe mi efendim?

—    Sizin kulüp hangisi?

—    Bizim kulüp İşte...

_ ?

Üç gündür en ziyade gözüne görünen, bahriye korvet kâtipliğinden vatanperverliği için tart olunduğunu vakit bulup kendine anlatan genç bir mukarrep bilgiçliğini göstermek için arkadaşlarının arasından ilerledi. Arabaya yaklaştı.

—    İttihat ve Terakki kulübü efendim... dedi.

Efruz Bey nümayişler içinde hürriyet, müsavat, adalet uhuvvet kelimeleriyle işittiğini hatırladığı halde bu kelimeleri ilk defa duyuyordu. Bozuntu vermedi.

—    Evet, bizim İttihat ve Terakki kulübüne! diye bağını salladı.

—    Alesta......

—    Ama çabuk.

Genç mukarrep avazı çıktığı kadar bir nara bastı:

—    Yaşasın İttihat ve Terakki!

Bando gürültülerini söndüren halkın sadası bu sözü tekrarladı. Yine bir alkış tufanı koptu. Efruz Bey bir şey anlamıyor, anlamış görünerek düşünmeye lüzum görmüyordu. Her günkü alayla bayraklar, alkışlar, nutuklar, hitabeler, çiçekler, çelenkler arasında, kulüp denen yere geldi. Burası mavi soluk boyalı eski b:r konaktı. Arabadan tek gözlüğünü tutarak, kurula kurula indi.

Fakat daha kapıdan girer girmez şaşırdı.

Çünkü kendini karşılayacaklar sanıyordu. Kır bıyıklı bir adam ne istediğini sordu:

—    Ben Efruz Beyim!

—    Kim olursan ol... Ne istiyorsun?

—    Burası İttihat ve Terakki kulübü değil mi?

—    Evet.

—    Git, kime lazımsa haber ver, ben geldim. Kır bıyıklı adam, onu baştan aşağı bir süzdü.

—    Pekâlâ, hele sen şuraya gir, diye onu eski kaba hasır döşeli, pis, küçük bir odaya soktu. Mukarrepleri, alay, bandoları dışarıda kalmıştı.

"Yaşasın İttihat ve Terakki" avazeleri, içinde bulunduğu odanın kirli badanalı duvarlarını sarsıyordu. Oturacak bir yer yoktu. Gezine gezine bekledi. Bir saat kadar bekledi. Alayı, bandoları uzaklaştılar. Gürültü kesildi. Artık hiddetleniyordu. Bu nasıl hareketti? Kendisine, Efruz Beye karşı ha... Hiddeti kabarıyor, kabarıyor topuklarının hizasına çıkıyorken kır bıyıklı herif geldi.

—    Haydi bakalım... diye onun önüne takıldı.

Geniş bir merdivenden çıkardı. Bir odaya soktu. Burası küçükçe bir evvel zaman salonuydu. Duvarlar nakışlıydı. Ortada yeşil örtülü büyük bir masa vardı. Bu masanın etrafında tanımadığı birkaç kişi toplanmıştı. Ne selâm verdiler, ne de ayağa kalktılar. Yalnız hayrete benzer bir nazarla kendisini baştan aşağı süzüyorlardı. Sabredemedi. Hiddetle, hiddetinin bütün celâdetiyle onlara:

—    Siz kimsiniz? Beni ne sıfatla çağırabiliyorsunuz? diye kabardı. Kendilerinin "Heyet-i Merkeziye" olduğunu söyleyerek heyecanlı sualine hiç cevap vermeyen bu adamların en genci onu âdeta istintak etti:

—    Asıl isminiz ne?

—    Efruz.

—    Müstear isminiz var mı?

—    Var.

—    Nedir?

—    Ahmet...

—    Babanızın ismi?

—    Mustafa Tevfik...

—    Sağ mı?

—    Hayır, beş sene evvel öldü.

—    Neciydi?

—    Defterdardı. Mutasarrıflıklarda gezdi.

—    Nerede oturuyorsunuz.

—    Nişantaşı'nda...

Bu mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülümseyerek soruyordu. Efruz Bey manyatizma olmuş gibi, iradesinin haricinde bir itaatle cevaplar veriyordu. Üç gün evvelki hayatının her tarafını ona söylettiler. Sonra onun "hiç bir şeyden haberi olmadığını" sırf gösteriş, sırf nümayiş, sırf satış için bu kadar gürültüye sebebiyet verdiğini anlayınca hepsi birden kahkahalarla gülüşmeye başladılar.

—    Olur iş değil...

—    Olur iğ değil... diyorlardı.

Kendilerine mensup tahlifli   bir jandarma neferiyle onu hapisane-i umumîye gönderdiler.

Bu idarî hapis keyfiyeti vakıa çok sürmedi. Efruz Bey yine serbest bırakıldı, ama daha bırakılmadan "halk" denen kütle atmasyonlarına aldanıp üç gün taptığı mabudunu üç saniye içinde unutmuştu.

Foyası meydana çıktıktan sonra Efruz Bey de üç büyük gününü mühim bir bahar rüyası gibi kolaylıkla unuttu.

—    Acaba sahiden rüya mı idi? şüphesiyle düşünürken hiç bir şey hatırlayamaz oldu. Unuttuğu bu tatlı rüyasında kendi arabasını çeken coşkun hürriyetçilerin arasına katıldı. Atlara binmiş, elleri kırbaçlı iki hatibin, Selim Sırrı  ile Rıza Tevfik'in  peşinde günlerce koştu.

—    Yaşasın, yaşasın! diye bağırmaktan sesi kısıldı. Alkıştan avuçlarının içine kan oturdu. Yaralar açıldı. Yorgunluktan hastalandı. Fakat sesinin kısıklığı, ellerinin yaraları, hastalığı... Her şey, her şey, şanlı, şöhretli, şerefli, kahramanlı günler her şey, her şey gayet parlak bir hayal şimşeği çabukluğuyla geçti. Yalnız bu nur, bu emel, bu hülya, bu ümit kıyametinden ona emsalsiz, işitilmemiş bir yadigâr kaldı!

—    Bu neydi? Biliyor musunuz?

—    İsmiydi! İsmi...

—    Asıl kendi ismi: Efruz Bey.

Vakit gazetesi, 10.12.1919 - 23.12.1919 ASİLLER KULÜBÜ

—    Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.

—    Evet, ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de.

—    Ben... diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız "bu fikirde" değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis bir "asilzade" idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi... Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenf alarmda, rie   lerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu, ikisi galiba Nişantaşı'nda oturuyordu. Hepsi zengindi.

İçinde en beğendiği "Azizüssücufüz-zırtaf'di. Bu, ismini kendi gibi İstanbul'da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüs-sücuf babasının sarayını, altın mahfeli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen ödağacından sandalları, Hint'ten, "İran'dan, Turan'dan, Kafkasya'dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra 'nın semavî bahçelerinde sanırdı.

İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:

—    Asalet olmazsa bu memleket batar! diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey, çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:

—    Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim, dedi, arıların, karıncaların, hâsılı cemiyet halinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiç bir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa...

Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:

—    Meşrutiyet denilen hezeyan olur.

—    Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, Sör?  

Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iriyarı, Türkçe dahil olduğu halde on üç lisanın yazılarını yazar, lâkin hiç birinin kitaplarını okuyamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahrî âzasındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş, ne de tekaüde sevk edilmişti. Nermin Bey:

—    Şüphesiz. Efruz Bey:

—    Zannetmem!..

Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olmak sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:

—    Asaletle meşrutiyet birbirine hem zıttır, hem değildir! dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır çarşısından alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarım alaturka, yarım alafranga odaya Efruz Bey "salonum!" der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe "kabul • günü" idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye lâyık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine-"âdabı muaşeret" denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantalonun altına sarı potin giymek nezaketsizliğini irtikâp ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı'ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyle içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküit almasını bilmezlerdi, l emek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medenî sayılabilecek alafranga beyler girebilirdi. Efruz Beyin çocukluğunda Galatasaray Sultanisinde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle "dİştenge",  böyle medenî idiler. Hususuyle bugünkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Bir krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi terzi Mir'de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedi  bir tarzda saçlarının yanlarını, burunlarının uçlarını kasırlardı ki... Kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.

Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarım içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşanın oğlu meşrutiyetin esaslarından biri "müsavat" oldukça: "asalet" için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hâsılı dişlerinin kuronlarından, potinin düğmelerini ilikleyecek âlete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey müteassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hali vardı ki... Buna ancak "asalet" denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu, ilaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı'ndaki kâşanesi, Boğaziçi'ndeki çifte-korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu'ndaki apartımanları biliniyordu. Hürriyetin ilânı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci "Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?" unvanlı gayet merak verici bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşanın Tunus'ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvelâ falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilâcı sayesinde saraya mensup bir akağasıyle  bir haremağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşaya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkmışlardı.

Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilâtiyle bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabiî sustular.

Müzekki Bey:

— Asalet için ilk lâzım olan şey meşrutiyettir! dedi. İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere, nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan'a hâkimdir. Daha hesaba, gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan'ın, Mı-.sır'ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek "asalet" mevkiini almıştır. Asıl İngiltere'ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile... İskoçya, İrlanda, Britanya, hâsılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir.

Halk arasında zekasıyle, dehâsıyle hükümette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere'de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri "avam" denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.

Müzekki Bey eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telâkkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu. Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:

—    Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz, derdi, yoksa ne Abdülhamit(1) bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar'5' çetesi... Başımız sıkıya geldi mi hemen. onlara koşacağız. Tabiî onları severiz.

Efruz Beyin en hoşuna giden onun bu haliydi.

—    Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz... derdi. Fakat Azizüssücuf Müzekkiden pek hazzetmez:

—    Yalnız kendini asil zannediyor diye omuz; silkerdi.

Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. Otuz Bir Mart inkılâbından sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılâp tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı, ne de istibdat.

—    Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz! diyordu.

Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasî bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu'nda geziyor, Tokatlıyan'da arkadaşlarıyle buluşuyor, şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son âşıklardan dem vuruyordu.

Politika avama, âdi adamlara mahsustu.

Bu âdi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, "gelin! Bize emredin..." diye yalvaracaklardı.

Rusya'da Çarın meclisindeki azalar, ayanlar hep asildi. Almanya'da asil olmayan hatta bir süvari zabiti olamazdı. İşte meşrutiyet ilân olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ "bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu'da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabiî arazisiz asla do olmaz" diye mantık yapılıyordu.

Kendisi, dostları asil değil de ne idiler?..

Beyoğlu arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki, hâlis muhlis asil bir prens, hatta bir kıraldı. Arnavutluk'taki çatısız şatosunda hâlâ dedesi Büyük İskender’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücu-füzzırtaf... Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa lâyıktı. İsmindeki o tarihîyet,  o kadimiyet  ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi!.. Onu daha küçükken, Galatasaray'ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, "Hacı Zırt" diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin, ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususî muallimler tutuldu. Mabeyne  alındı, İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş. Efendisi Avrupa'ya gideceği için onu leylî olarak mektebe koymuş. Avrupa'dan gelmeyip Jön Türklere   karıştığı mabeyinde işitilince emlâki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi hazretlerine düşmüş.... imparatorluğunu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için kurulmuş gizli dernek ve onun üyeleri (1865).

Efruz Bey bu yalanların hiç birisine inanmazdı.

—    Meşrutiyet falan laflarını bırakalım, dedi. Böyle âdi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz. Düşüncelerimiz de, musahabelerimiz de asilce olmalı.

—    Evet.

—    Evet.

—    Evet, evet, dediler.

Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.

—    Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.

Azizüssücufüzzırtaf:

—    Millet bozulmuş da ondan... Nermin Bey:

—    Meşrutiyet sebebinden. Müzekki Bey:

—    Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından! Kara Tanburin Bey de:

—    Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından ! dedi.

Efruz Bey başını salladı. Hayır... Bunlar ciddî sebepler değildi. Asıl sebebi, hiç biri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhî, içtimaî mahiyetini bilmiyorlardı.

—    Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz halde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?

—    Doğru.

—    Evet, doğru.

—    Hakikaten doğru.

—    Hakikaten çok doğru...

Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı.

Tek gözlüğü düşecekti. Hızla, cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:

—    Evvelâ kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!

—    Şüphesiz.

—    Evet, şüphesiz.

—    Evet, seksiz şüphesiz.

—    Evet, katiyyen seksiz şüphesiz...

Efruz Beyi tasdik ederken misafirlerin dördü de sari, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fesrengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddemesini hisseden Efruz Bey:

—    Altımıza birer sandalye çekelim! dedi. Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispirtizmacıîar gibi ciddî oturuyorlardı.

Efruz Bey:

—    Evvelâ kendimizi biliyor muyuz bakalım! dedi.

İçlerinden "kendisini bilmeyen" çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cedlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel birinci Sultan Osman'a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddinin, İngiltere’de eski cedlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman'ın yanına gelen "Lord Conson Sgovat" isminde ceddî tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit "hukuk-u düvel" (1) kavaidini hükümetin hariciye nezareti kabul etmediğinden, Sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve... gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ederek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata, maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan'ın küçük sütkardeşi verilmişse de Britanya hükümeti bu lütfü bir tecavüz addetmişti. Türkiye'ye hemen ilânı harp etti. O vakit Osmanlıların daha hiç sahili yoktu. İngilizler, Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis: etmelerini yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri bir Türk yelkenlisini hatırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp halinden bugünkü tarihler gibi o vakit ki hükümet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendik kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kiralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında baha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler, evvelâ "Damat Con Paşa" demişlerse de "Con" kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu "Civan Paşa" ya tebdil etmişti.

Müzekki Bey:

—    İşte, dedi, onun için bizim ailemize "Civanzadeler" denir.

Efruz Bey sordu:

—    Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz? Müzekki Bey başını sallayarak:

—    İki sebepten! dedi. "Civanzadeler" desem "Razakizade" gibi pek karagözvarî oluyor. Çok alaturka bir isim. Sonra kendime "Müzekki Civan", yahut "Civan Müzekki" desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak. Kâmuran Kara Tanburin Bey: "Müzekki do Civan" deyiniz. Ezzırtaf:

—    Evet, meselâ "Marki Müzekki do Civan..." dedi.

Müzekki Bey:

—    Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim, diye reddetti. Nermin Bey itiraz etti:

—    Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.

—    Hayır. Prensim! Ceddim lord damat Con Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan'ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.

—    Bundan emin misiniz?

—    Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor. Efruz Bey:

—    O halde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz, dedi.

Müzekki do Civan'a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadım anlatmak için acele etti. Bu bey Rusya'nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civardaki açlıktan ölen müterakki  medenî tatarcıkları yıkar, kefinler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmuran'ı, yedinci defa Hicaz'a gitmek üzere olan katmerli bir hacı yanına hizmetçi gibi aldı.

Bu adam da, İstanbul'da Türk hacılarına otel olan selâtin camileri  avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmuran'ın o vakit ismi "Cihanyan" idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi. Orada bir kâtip, haline acıdı. Darüşşafaka'ya naklettirdi. Orada bir muallim, zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray'a geçirtti. Galatasaray'a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. "Kâmuran" yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lâzım olan iki şeyi: Para, iltimas...

—    Ben Kara Tanburin ailesindenim! dedi, fakat Prens Müzekki do Civan gibi cedlerimi birer birer sayamam.

Efruz Bey sordu:

—    isimlerini bilmiyor musunuz?

—    Biliyorum.

—    O halde?

—    Fakat o kadar çok ki... Saymak mümkün değil!

—    Demek son derece eski?

—    Son derece! On bin sene evvel... Efruz Bey tekrar sordu:

—    Bundan on bin sene evvel mi?

—    Hayır.

—    Hicretten mi?

—    Hayır.

—    Milâttan mı?

—    Hayır.

—    Tufandan mı?

—    Hayır.

Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens do Civan hayretle:

—    Ya neden ? dedi.

—    Hilkatten!

—    Hilkatten mi?

—    Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde "kutlu Yeşim dağı" üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunu ile gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlâhî bir sevk-i tabiî ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatta bu memelerden mavi bir süt gelmeğe bağladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için bu alageyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilâhî, nâsûtî  her ihtiyacını bu geyikle teskin etmeğe başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı İşte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlâtlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedan çoğaldı. Hükümet teşkil etti. Bu aileye "Kara Tanburin" denir ki, bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Selçuklar, hâsılı ne kadar şark hükümdarları varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi.  Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabiî bilmezsiniz!

—    O halde siz de prenssiniz? Kara Tanburin Bey güldü:

—    Eğer tenezzül edersem, düşününüz.

Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavî bir aileye mensuptu. Allah'ın torunlarından biriydi.

Nermin Bey sükûtu ihlâl etti:

—    Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?

—    Hayır, yoktur. Vakıa Rusya'da bir iki kişi biz de "Kara Tanburin ailesindeniz!" iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.

—    Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?

—    Hayır, kimsem yoktur. Efruz Bey dayanamadı:

—    Fakat evlenseniz... Kazara hayatınıza bir şey olursa semavî, ilâhî bir aile kaybolacak.

Diğerleri de ilâve ettiler:

—    Bu kadar eski, semavî bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.

—    İhtimal bu semavî ailenin fenâsıyle  beraber kıyamet kopacak

Kâmuran hepsini temin etti:

—    Merak etmeyiniz, dedi. Ben kırk yaşma gelince evleneceğim. Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.

—    O niçin? diye sordular.

—    Kıymetin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmamasını isterim. Daima bu aileden bir kişi bulunmalı. Evlâdıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak, ancak o vakit...

İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı. Efruz Bey:

—    Size bir unvan bulmak mümkün değil! dedi.

—    Evet.

—    Evet.

Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva,  Emperör...  Bunlar nihayet dünyevî şeylerdi. Nermin Bey:

—    Eğer kabul ederseniz size Semavî Prens! diyelim, teklifinde bulundu.

—    Başka kimseye bu unvan verilmemek şartiyle.

—    Elbet.

—    Elbette...

Prens Eternel  do Kara Tanburin!..

Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Etemel'in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telâkki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu, o, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ru-hiyet ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülâceze'de, Darüşşafaka'da kendine, kendi kendine hususî bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî  ehemmiyeti ibram etmişti . Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayri ihtiyarî bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiç bir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist,  yarın politürkist...  döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiç bir eseri olmadığı halde -sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının   hepsiyle müsavi derecede münasebette bürünür, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükümetinin, hem Türkiye'nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı   Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasî düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona "Osmanlı tâbiiyetini haiz müslim" diye nüfus kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı, İstanbul'un Ruslar tarafından alınacağına iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün, her dakika, her saniye yalnız "asaleti" hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Beyi tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu, İstanbul'da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar "Biz asiliz efendim!" iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder! Siyasî dedikodulardan, son iktisadı dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hâsılı tam bir salon adamıydı.

— Yirmi sekiz yaşındayım! derdi.

Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddî idi ki, yalan mı, samimî mi söylüyor anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.

Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı.

—    Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş! dedi, fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cedlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.

—    Bununla beraber asilsiniz.

—    Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont...

—    Marki, marki...

—    Evet, marki.

Nermin Bey:

—    Pekâlâ, marki olabilirim. Cedlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı tâ Lokman Hekimden beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim.

Bu iddia biraz Efruz Beye dokundu:

—    Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddî değil... Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    O halde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir. Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssü-cufüzzırtaf tasdik etti:

—    Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz. Efruz Bey bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücufa gayri ihtiyarî minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:

—    Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz! dedi, evet siz hâlis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.

Zırtafm gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşerlenmiş bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslâmla Arap imparatorluğu mefkûrelerinin   ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidaî bir zihniyetle dünyadaki insanları "İslam, hıristiyan" diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslâm varsa hepsine Arap nazariyle bakardı. Ebülhüda'nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de, Babıâliye, sadarete, teşkilâtı mahsuslara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasî mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu'nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahette harcettiği paraların membamı, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.

—    Benim ailem, İslâmiyet sayesinde Kureyşler  iktidarı elde ettiğinden beri siyasî mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir iddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya'yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu halde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık'ı geçmek İspanya’yı, Fransa'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, İtalya'yı, hâsılı bütün Avrupa'yı ezerek İngiltere ile Amerika'yı zaptetmektir. Ceddimiz Kays'üssücufüzzırtaf'tır.

Müzekki Bey, zihninde birden uyanan mazinin sem'i hatırasıyle:

—    Zannedersem Zırtaf değil, Zırt... dedi.

—    Hayır, efendim, Zırtaf... Siz mektepte çocukların bana "Hacı Zırt" dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücu-füzzırtaftır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta muallekata   bile telmih olunmuştur.

Efruz Bey:

—    Rica ederim, şu şairane hikâyeyi anlatınız, dedi.

— Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil, epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki... Havan topu gibi patlayan bir şada ile bütün kabile halkı uyandı.

Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays'ı çıkardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabistan'a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf "secf' in cem'idir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu şada "Sücufüzzırtaf' diye evvelâ kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki, hanedanına alem olmuştur.

Efruz Bey:

—    Oh, ne romantik menkıbe! dedi. Prens Eternel Kâmuran do Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

—    Pek bedi bir levha... Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler halinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları... Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema... Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan   fidanları arasında kurulmuş çergeler...  Herkes uyuyor. Hurmalar, sema mugaylanlar; her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde, birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir şada, bütün bu sakin ufku dolduruyor:

Zırrrrt... diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tanıamıyle küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühî e gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar... Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.

Vakanın şiiri, tabiati, hepsini teshir ediyordu. Zırtafın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar. Oğuldan evlâda, evlâttan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabiî bir şada hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabiî sesten ilâhî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyelerini anlattı. Artık hava kararıyordu. Nermin Bey:

—    Asaletmeaplar! dedi, vakit geçti, artık dağılsak...

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cedlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirlerinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle "Asiller serkli"  namıyle bir kulüp tesisine karar verdiler.

Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta da, garpta da olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, lâyık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.

—    Yarın Perapalas'ta...  diyorlardı.

Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi tâ kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu. Prens Zırtaf:

—    Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim, dedi.

—    Emredersiniz prens... Emrini icraya hazırım, cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtafla kapının sağındaki salona döndü.

—    Buyurunuz efendim?..

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

—    Portmone mi düşürmüşüm! dedi.

Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselelerine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:

—    Ne zararı var efendim?

—    Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblâğ isteyeceğim. Zırtaf, Efruz Beyin doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilâve etti:

 — Bin lira, kadar bir şey!

... Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi. Lâkin aksi şeytan, şimdi vermek mümkün değildi. Çünkü mazeretini Efruz Bey saklamadı:

— Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker'in yanına Viyana'ya gitti... Üç ay sonra gelecek... Burada olsaydı vallahi billahi, namusum, asaletim, üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

—    Şimdi yüz lira verseniz?

—    Aksi şeytan! dedi... O da yok.

—    Bir lira lütfetseniz?

Efruz Bey, binden bire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti. Fakat mazereti pek makbuldü:

—    Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.

—    Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz? Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avucuna koyarak:

—    İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz, dedi, hayatta bazan öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki...

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada, mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı şişman, yuvarlak bir evlâtlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

Küçük bey! Küçük bey! diye haykırdı. "Anneniz beni görmeden gitmesin!" dedi. Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!

Efruz Bey, Zırtafın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep âyet, hadis levhalarıyle örtülüydü. Eğer bir "Allah", bir de "Muhammed" levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

—    Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun? diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkeş hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti... Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslâm, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlâtlığı, dadısını çağırdı:

—    Şimdiden sonra "Despina" dan başka hiçbiriniz bana lakırdı söylemeyeceksiniz! dedi.

Dadısı mahzun mahzun baktı:

—    Küçük beyim! Niçin bize darıldın?

—    Bak hâlâ "Küçük Bey" diyor.

—    Ne diyeyim a beyciğim?

—    İsmimi söylemeğe hacet yok. Yalnız unvanımı telâffuz edersin.

Hiç bir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara "ne diyor?" gibi baktı.

—    Kaim kafalı Çerkeş! Laf anlamazsın ki... Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

—    Benim unvanım ne? Sonra annesine döndü:

—    Söyle anne, benim unvanım ne?

Hiç birisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın?.. Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

—    Benim unvanım: Prens... Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeğe alışacaksınız. Hain vahşîler...

Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

—    A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslâm ismi taksan... dedi.

—    Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan.

—    Her neyse... Bari İslâmca olsa.

—    İslâmcası Han, amma böyle söylerseniz insanı Acem zannederler. Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmağa çalışan dadı:

—    Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size "Prens Bey" deriz.

—    "Prens" dedikten sonra "Bey" demeğe hacet yoktur.

Efruz Bey, Despina'ya döndü:

—    Söyle beni nasıl çağıracaksın?

—    "Müsyü lö Prens" diye.

—    Yalnız o kadar mı?

—    "Müsyü lö Prens zenapları" diye.

Efruz Bey memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina'nın maaşına bir lira daha zammolundu.

Erkek misafir geldiği zaman Despina'dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlâtlığın misafir kargısında bağıra bağıra yalan söylediğine ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra yatak odasına çekildi. Yemek yemeğe gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazf eder:

"Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!" derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeğe başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabiî hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi... yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki derunî bir sadanın, bir tahaddüsün,  bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatiyle  biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilâyeti defterdarlığında bulunmuştu, ihtimal bu adamı gizli bir "sevkitabiî" son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki... Hayır, "ihtimal ki" değil, muhakkak surette "Kızıl Ahmet" illerdi.

— Prens Efruz do Kızıl... dedi.

"Ahmet" ismi âdi idi. Hazfetmek icap ediyordu.

Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeğe başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı.

Rüyasında Kastamonu'daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu altın kanape, billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok Marki, Kont, Lord, Veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark Prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

Hele Prenses Zırtaf...

Efruz Bey tabiî asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın tâ ortasına atıldı. Efruz Beyin üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi; silâh, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top; mitralyöz; bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.

—    Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları... Müsyü lö Prens cenapları derhal yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiç bir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtafın aşkıyle ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina'nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

—    Ah Prenses, Prenses...

—    Vire duyazaklar şimdi... Olazayiz rezil...

Bu esnada sofadan geçen Hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. "Ne oluyor!" diye vurmadan, habersizce kapıyı itince öyle' müthiş bir çığlık kopardı ki... Herkes yukarı koştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens:

—    İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverini! diyordu.

Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

—    Dışarıda ne haltı yersen ye... Burası bildiğin yer değil... Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...

Despina'yı hemen kovdu.

Ana oğul işi azıttılar. Kavga azıcık daha dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakit ki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye'nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas'ın önünde indi. Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki. Marki Nermin otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:

—    İşte Efruz Bey, diye döndüler.

Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:

—    Asaletmeaplar beni tanımıyorlar, dedi. Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens

Zırtaf hemen intikal etti:

—    Prens hazretleri dün bize ailelerinin ismini söylemedi.

—    Hakkınız var. Unuttum.

—    O halde simdi lütfediniz.

—    Prens Efruz do Kızıl...

Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar,

—    Beni mi bekliyordunuz?

—    Evet, evet...

—    O halde niçin girmiyoruz?

—    Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü. Perapalas'ta içtimaimiz münasip değil.

—    Niçin?

Marki cevap verdi:

—    Çünkü bu otele âdi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilâhare tanıyacak olan asiller ilk içtimaimizi burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.

Prens do Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.

—    İyi? Fakat nerede toplanacağız? dedi. Prens Eternel:

—    Nerede olursa olsun, hususî bir yerde... Kendi evi pek uzakta, Fatih'te olduğu için

dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimî, hakikî teessüfler izhar etti.

Prens Zırtaf:

—    Benim apartmana buyurun! dedi.

Kabul ettiler. Yavaş yavaş Caddeikebir'e   doğru yürümeğe başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul'da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeğe yüz tutmuş bir Rum'un geçen sene yaptırdığı büyük "Megalo Idea"  apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayı bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz do Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına lâyık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda kesik kır bıyıklı ihtiyarca bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:

—    O! İşte! dedi.

Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyelerin zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.

Prens Zırtaf:

—    Evimde ulvî bir vesile için toplandığımıza çok memnunum, dedi. Bütün içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tâbiyim.

—    Teşekkür ederiz.

—    Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimai benim evimde yapmak şerefini, bana... müşerref olmaklık... Çünkü...

—    Teşekkür ederiz.

—    Bin teşekkür...

—    Mersi.

—    Asaletiniz...

Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi. Prens Eternel:

—    Vakit nakittir.. diye söze başladı. Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız pek âlidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvelâ unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramağa, bulmağa çalışacağız.

—    Haydi, çalışmağa başlayalım.

—    Evet.

—    Haydi.

—    Hemen...

Prens Eternel:

—    Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvelâ bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.

—    Evet.

—    Evet.

—    Rey-i hafi ile mi?

Marki Nermin:

—    En iyisi kura ile, dedi, vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.

—    Hay hay... Kabul ederim. Teşekkürler.. takdirler, hayretlerden sonra

Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdiyle, büyük bir fiş kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı. Prens Zırtaf:

—    Götür bunları, dedi, şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir. Kumar âlâtını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf; prenslerin, markinin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:

—    Ne var?

—    Hiç...

—    Bu gürültü...

—    Uşak bir şey devirmiş olmalı...

—    Fakat...

—    Bu sesler...

Zırtafın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde rovelverler vardı:

—    Ellerinizi yukarı kaldırın!

Prens Efruz do Kızıl'ın aklından bin bir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilâtı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke rovelveri yanında olsaydı... O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi istemeye istemeye yukarıya kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu.

En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükümet de karışmış! Demokrat hükümet asilleri yakalamak, programlarını, filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.

Komiser olması icap eden memur: "Fiğleri, kâğıtları filan hep getiriniz" dedi. Anlaşıldığına göre işi kumar baskını halinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay...

Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtafa sordu:

—    Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım? 

Ben "Bu Beyoğlu'nda sana kumar oynatmam demedim mi?

—    Biz burada kumar oynamıyorduk ki...

—    Ya ne yapıyordunuz?

—    Hiç...

—    Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal'i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane...

—    Vallahi komiser bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.

—    Ya ne yapıyordunuz?

Zırtaf cevap vermiyordu. Prens Efruz'un ödü koptu. Ya hakikati söylerse... İşte o vakit işleri yamandı, ihtilâlcilikle, inkılâpçılıkla itham olunacaklardı. Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.

—    Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?

—    Konuşuyorduk.

—    Ne konuşuyordunuz?

—    Şuradan buradan...

—    Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelki gece, pazar sabahı hep buradan şuradan mı konuştunuzdu ?

—    Hem Mihal'le ortak olmuşsun.

—    Hâşâ...

—    Bu apartmanı o tutmuş.

—    Olabilir.

—    Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?

—    Burada kira ile bir oda tutuyorum. Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı halde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:

—    Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.

—    İndiriniz, indiriniz.

Sonra; Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye işi kısaca kesti:

—    Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.

Komiser hemen Zırtafa döndü:

—    İşte arkadaşın itiraf ediyor.

—    Yalan.

Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telâkki etmedi. Tekrar

—    Yalan değil! dedi.

Komiser biraz tereddüt ediyordu:

—    Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?

Para lafı Efruz'un kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:

—    Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.

—    Vay beyim vay! Y;a ne yaparsınız?

—    Paralarımız bankada durur.

—    Ha İşte, ben de o bankayı soruyorum.

—    Size söylemeğe bir mecburiyetim yok.

—    Karakolda bülbül gibi söylersin.

Sonra komiser. Mihal diye adını bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.

Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böyle asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. Gazetelerde "Prans Uzun Hasan" in nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtafın Beyoğlu'nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:

—    Zavallı Prens! dedi, asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükümete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama, denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtafin "azametli ruhu" şüphesiz yine ruhunda yaşıyor.

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılâp, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucağa yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç vakit gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucağa atardı!..

Vakit gazetesi, 1.7.1926 - 10.7.1926

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi