TOPAÇ- MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU
Başak'a
Kia o gün mağaraya alınmayınca, yaşamının artık eskisi gibi olmayacağını sezinlemişti.
Çocuklar, her sabah olduğu gibi o sabah da köyün meydanında toplanmışlar, mağaraya doğru yola çıkmışlardı. Yaşlı defne ormanı onları yine güzel kokular, yaprak hışırtıları, yeşil ışık oyunlarıyla karşılamıştı. Ormandaki sincaplara, tavşanlara, kuşlara, annelerine fark ettirmeden ceplerine koydukları ekmek parçalarını atmışlardı. Bir ağaç, hiç kimsenin anımsayamayacağı kadar eski olan ve o köyün insanları dışında kimsenin bilmediği orman yolunun girişini, neşe içinde, zıplayıp oynayarak ilerleyen çocukların arkasından birkaç dal sarkıtarak görünmez hale getirmişti.
Kia, yolda bir ara durmuş, başını kaldırmış, bir köpek gibi havayı koklamaya başlamıştı. O güne değin hiç duymadığı bir koku alıyor; kokunun nereden geldiğini anlamak için başını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Arkadaşları, onun geride kaldığını fark ettiklerinde koşup yanına gelmişlerdi. Kia, bu kokunun ne olduğunu sormuştu; ama arkadaşları bir koku duymadıklarını söylemiş, yürümeye başlamışlardı.
“Bir ağaç ya da bitki kokusuna benzemiyor,” demişti Kia yürürken; “havanın kokusu değişti sanki. Havanın kokusunda bugüne dek duymadığım bir şey var, çok garip bir şey, sürekli alıyorum bu kokuyu.”
Arkadaşları gülmüşlerdi.
“Aman Kia,” demişti biri; “her gün aynı havayı soluyoruz, ne değişecek ki! Hem havanın koktuğunu da ilk kez senden duyuyorum.”
“Hava kokar mı hiç,” diyerek terslemişti bir başka arkadaşı Kia'yı. “hava kokusuzdur; o kokuları taşır yalnızca; ama kendisi kokmaz. Bak şimdi çürümüş yosun kokuyor. Şuradaki sudan geliyor koku.”
Kia ısrarla:
“Havanın kokusu diyorum size, ister inanın, ister inanmayın; öylesine farklı ki bu; hem öyle kekik gibi, defne gibi havanın üstünde durmuyor, bu koku havanın içinde sanki,” demişti.
Arkadaşları bir yandan yürürken bir yandan Kia'yla şakalaşıyorlardı. Bir tekerleme bulmuşlar, adımlarını da bu tekerlemeye uydurmuşlardı.
Kia havanın altında, biz üstünde;
Kia havanın içinde, biz dışında.
Şakalaşma mağaraya kadar devam etmişti.
Mağara, defne ormanının ortasındaki kayalık bölgedeydi. Kapısında iri, siyah bir köpek beklerdi. Köyün en yaşlısı bile, bu köpeğin kaç yaşında olduğunu bilmezdi. Köyün yaşlıları, kendi dedelerinden, onların çocukluğunda da, aynı köpeğin mağarayı beklediğini duyduklarını söylerlerdi. Gece gündüz mağaranın kapısından ayrılmayan bu köpeğin ne su içtiği ne yemek yediği görülmüştü. Herkesin 'Bekçi' dediği bu köpeğe kimse bir ad yakıştırmaya cesaret edemezdi.
Bekçi, mağaraya yalnızca çocukları alırdı. Her çocuk, biraz büyüyüp dört, beş yaşına geldiğinde, köyün meydanında sabahları toplanan öbür çocuklara katılır, onların elinden tutup mağaraya gitmeye başlardı; ta ki köpeğin kendisini içeri almayacağı güne kadar.
Büyükler, akşamları mağaradan dönen çocukları soru yağmuruna tutarlardı; ama çocuklar orada yaptıklarından söz etmeyi istemezlerdi.
“Sanki bilmiyormuşsunuz gibi soruyorsunuz ne yaptığımızı; sanki siz hiç çocuk olmadınız, hiç topaç çevirmediniz hayatınızda,” diye terslenirlerdi.
Yine de ana babalar, çocuklarının ne yaptıklarını öğrenmekten çok, bir zamanlar kendi yaşadıkları mutluluğu çocuklarının da tattığından emin olmak, bu duyguyla mutlu olmak için sorarlardı; özellikle de ilk günlerde.
“Nasıldı Topaç, yine ışık saçıyor muydu?”
“Sana da çevirtti mi arkadaşların?”
“İlk vuruşta ışık çıkartabildin mi?”
“Kaç sıra yaptınız çevresinde?”
“En çok ışığı kim çıkartıyordu?”
Çocuklarsa, çoğu zaman bu soruları bile duyamadıkları bir düş dünyasında, dalgın bakışlarla yemeklerini yerler, bir an önce yataklarına girer, bu büyülü oyunu ertesi gün oynarken neler olacağını düşleyerek uykuya dalarlardı.
O gün yaptıklarını düşlerinde bir kez daha görürlerdi. İki insan boyundaki topacın yavaş dönüşü onlar vurdukça hızlanır, topaç hızlandıkça ışıklanır, saydamlaşmaya, içindeki ölü kırmızı ışığı göstermeye başlardı. Kırmızı ışık, topacın hızlanmasıyla parlaklık kazanır, sonra küçük sıçramalarla büyüyerek dış yüzeye doğru genişler, genişledikçe rengi turuncuya, sarıya, sarıyeşile, açık maviye en sonunda da beyaza dönerdi. Çocuklar, topacı döndürmek için yanlarında getirdikleri kınnapları ikiye katlar, topaca olanca güçleriyle şaklatırlardı. Topaç beyaza kestiğinde tümüyle ışık olurdu. İşte asıl oyun o zaman başlardı. Her çocuk orada kendi gücünü gösterirdi. Her vuruşta bu delicesine dönen beyaz topaçtan ışıklar kınnaba atlar, vuruşun gücüne göre kınnapta sıçramalarla ilerler, çocukların ellerine kadar ulaşırdı. Topacın dönerken çıkardığı rüzgâr mağaranın kapısından dışarı eser, köpeğin tüylerini yalayarak uzaklarda kaybolurdu.
Çocuklar biraz büyüyünce, ışıkları ellerinden kollarına, oradan vücutlarına ilerletecek kadar güçlü vurabilirlerdi topaca. Bu bir yarışma gibiydi. Vücutlarına atlayan ışıklar ilerledikçe soğur; çocukların yüzlerinde, göğüslerinde, maviler, yeşiller harelenir, kıvılcımlanırdı. Işıkları vücudunda epeyce ilerleten çocuklardan biri kısa bir süre sonra mağaraya alınmazdı. Bekçi önüne dikilir, dişlerini gösterir, hırlardı. Çocuğun ışık yürütmedeki başarısı, ötekiler arasında bir süre konuşulur, sonra yeni başarılar geldikçe unutulurdu.
Kia da son günlerde ışıkları vücudunda yürütme işini epeyce ilerletmişti. Bir gün önce topaca öyle vurmuştu ki, ışıklar neredeyse tüm vücudunu sarmıştı. Topacın üzerinden kınnaba sıçrayan bir şimşek, bir an kınnabı topaca yapıştırmış, sonra hız la Kia'nın koluna, oradan vücuduna atlayarak, yüzünü, göğsünü, karnını rengârenk ışıklar içinde bırakmış, hayranlıkla bakan öteki çocukların gözlerinin önünde Kia'nın kasıklarına kadar ulaşarak bacaklarının arasında mavi ışıklar çaktırmıştı. Öteki çocuklar da aynı şeyi yapmak için tüm güçleriyle topaca vurmuşlar, ama ışıkları göğüslerine kadar ancak getirebilmişlerdi.
Çocukların, Kia için uydurdukları tekerlemeyle oynaya zıplaya mağaranın kapısına geldikleri o sabah, yerinde sessiz uzanmış gelenlere bakan kara köpek birden ayağa kalkmış, Kia'nın önüne dikilmiş, onu dikkatle kokladıktan sonra hırlamaya başlamıştı. Bu, büyük çocukların daha önce de birkaç kez gördükleri gibi, Kia'nın da artık mağaraya alınmayacağını gösteriyordu.
Kia, köpeğin yanından geçip mağaraya girmeye kalkışınca iri dişlerle karşılaşmış, korkmuştu.
“Benim Bekçi, ben Kia, beni tanımadın mı?” diye kekelemişti. Köpek, hırlayarak yanıtlamış, Kia'ya, içeri girmekte ısrar ederse iyi olmayacağını anlatmıştı. Çocuk, birkaç adım geri çekilince köpek hırlamasını kesmişti. Arkadaşları Kia'ya biraz da şaşkınlıkla bakmışlar;
“Kia büyümüş dün gece,” demişlerdi birbirlerine.
Kia, umutsuzca yalvarıyordu köpeğe:
“Ne olur bekçi, bir kez daha, son bir kez daha vurayım topaca. Hem, beni bugün almayacağını dün söyleseydin, doya doya vurur, seyrederdim onu. Daha deneyeceğim vuruşlar vardı; dün gece hep düşündüm nasıl vurmam gerektiğini. Bugün beni son bir kez içeri al yalvarırım sana. Öyle bir vuracağım ki, ayak parmaklarıma kadar ışık olacağım,” diyordu gözyaşları arasında.
Köpek yalnızca dimdik duruyor, Kia bir adım bile ilerlese hırlayıp dişlerini gösteriyordu. Bütün bu yalvarmaların hiçbir işe yaramayacağını biliyordu Kia. Daha geçen ay, aynı şey arkadaşı Maru'nun da başına gelmişti. Maru, Bekçi'nin önünde yaşlı gözlerle kalakalmış, arkadaşları biraz üzgün, onu yalnız bırakarak içeri girmişlerdi.
Arkadaşları girerken Kia, onlara seslendi:
“Akşam çıkınca köy meydanında buluşuruz, gelin de orada konuşalım, oynayalım.”
Çocuklar başlarını sallayarak mağaranın içinde gözden kaybolmuşlardı.
Kia, bir gecede nasıl büyümüş olabileceğine akıl erdirememişti. Köye doğru yürürken ağlıyor, yerdeki taşlara tekmeler atıyordu. Vurduğu taşlardan biri, kendisine doğru yaklaşmakta olan, köyün yaşlılarından Naku'nun sandaletli ayaklarının dibinde durdu. Naku'yu görünce, Kia'nın, ağlaması daha da arttı. Naku, bastonuna dayanarak, ağır ağır Kia'nın yanına yaklaştı; çenesini tuttu, yukarı kaldırdı, saçlarını okşadı:
“Ne o Kia,” dedi, “neden mağarada değilsin sen, hasta mısın yoksa?”
Burnunu çekerek yanıtladı Kia:
“Bekçi içeri almadı beni...”
Naku, yaşlı bir ağacın, toprağın üstüne çıkıp bir yılan gibi dönerek yine toprağa girmiş kalın köküne oturdu inleyerek. Her yanının ağrıdığı belli oluyordu. Oturduğu yerin hemen yanına eliyle birkaç kez hafif hafif vurarak çocuğu çağırdı. Kia da, başı öne eğik, gelip yaşlı adamın yanına oturdu, başını ona yasladı. Naku:
“Demek büyüdün evlat,” dedi şefkatle gülümseyerek. Sesinde yalnızca yaşlılıkta edinilen bir titreşim vardı.
“Hayır,” diye atıldı Kia, “büyümedim, insan bir gecede nasıl büyür, benim de anlayamadığım bu. Dün nasılsam bugün de öyleyim.”
“Öyle gelir insana yavrum,” dedi yaşlı Naku. “Kimse çocukluktan büyüklüğe geçtiği geceyi bilmez; ama bekçi bunu hemen anlar. İnsan kendini hâlâ çocuk sanır ama Bekçi yanılmaz.”
Yanda uzanan defne dalından bir yaprak kopardı Kia, sapını ağzına götürürken:
“Ama Naku,” dedi, “ben kendimi biliyorum. Bende bir değişiklik olmadı, daha ne sakalım çıktı, ne bıyığım; bak, yüzüme bak!”
Naku, Kia'nın yanaklarına baktı, okşadı, sonra gözlerini aşağılara indirdi, Bakışları Kia'nın sallanan ayağına takıldı.
“Dur bakayım,” dedi bacağını tutarak çocuğun. Kia, bacağını sallamayı kesti, ne olduğunu anlamak için ayağına baktı.
“Ayakkabının burnu delinmiş oğlum,” dedi Naku. “Eve gidince babana söyle de onarsın.”
“Biliyorum,” dedi omuzlarını kaldırarak Kia. “Dün arkası yırtılmıştı, ben onardım. Biraz önce de burnu patladı, taşa vurunca.”
“İyi ki parmağın kırılmamış,” dedi yaşlı adam. “Nasıl, sen mi onardın ayakkabını?”
“Evet ben onardım,” dedi Kia.
Gülmeye başladı Naku;
“Bir de büyümedim diyorsun evlat, bak gördün mü?”
“Aman Naku, ayakkabı onarmak da iş mi; sanki bilmiyorsun çocukların ne kadar çok iş yaptığını. Odunu kim taşıyor, hayvanların yiyeceğini kim veriyor, kim onları otlatmaya götürüyor?”
“A benim Kia'm” dedi ona sarılarak Naku, “çocuklar birçok iş yaparlar; ama onların asıl işi oyundur; oyunların da en güzeli topaç çevirmektir; hele mağaradaki topacı...” sonra birden sordu:
“Nasıl büyük topaç, yine öyle parlak mı? Işıkları yine şimşekleniyor mu?”
“Evet Naku,” diye heyecanla atıldı Kia; “hem öyle parlak ki... Dün görecektin hele. Öyle ışıklar çıkarıyordu ki vurdukça! Işıklar üzerimde nereye kadar ilerledi bil bakalım.”
Naku gülümsedi;
“Tam bacaklarının arasına kadar.”
“Nereden biliyorsun?” diye sordu Kia, şaşkınlıkla.
Güçsüz bir kahkaha attı Naku;
“Benim de öyle olmuştu evlat,” dedi, “hemen herkesin öyle olur. Bir gün öyle bir şaklatmıştım ki kınnabı, topacın üzerinden yıldırımlar fırlamıştı elime koluma, rengârenk yürüyüp karnımdan kasıklarıma inmişlerdi; bacaklarımın arasında ateşler yakmışlardı. Sanki bir balık çırpınmıştı oramda; sonra ertesi gün Bekçi kapıdan içeri sokmamıştı beni; ne üzülmüştüm sorma. Anımsadığım; o gün havanın bir başka koktuğuydu. O kokuyu bir süre daha duydum, sonra kayboldu. Şimdiyse ne gözüm görüyor, ne burnum koku alıyor. Kollarımda bir vuruşluk güç bile kalmadı.”
Kia şaşkınlıkla dinliyordu.
“Nasıl bir kokuydu bu Naku?” diye heyecanla sordu.
“Anımsayamıyorum ki,” dedi yaşlı adam. “Boşluğun kokusu gibi bir şeydi. Ne çiçek kokusuna benziyordu ne de hayvan, sanki hava boşalmıştı da boşluk kokuyordu.”
“Tamam işte, öyle, aynı öyleydi bugün aynı kokuyu ben de duydum,” dedi Kia.
“Dedem söylemişti bana, bu koku yalnızca çocukluktan çıkılırken duyulurmuş. Bu kokuyu alabilenin vücudu da bir başka kokarmış. Bekçi de buradan anlarmış o kişinin büyüdüğünü.”
“Keşke dün o kadar hızlı vurmasaydım topaca, bilseydim de birkaç gün daha geciktirseydim, bekçiyi kandırsaydım,” dedi Kia.
“Bekçiyi kandıramazsın,” dedi Naku. “O hiçbir zaman kandırılmaz; çünkü onun görevi çocukla büyüğü birbirinden ayırmak; zaten artık senin içeri girmen doğru olmaz. Büyüyü bozarsın.”
“Ne olur ki mağaraya girersem?”
“Neler olmaz ki! Dedim ya, oyunun büyüsü bozulur mağaraya bir büyük girerse. O zaman topaç parlaklığını yitirir, ışığı kaybolur, merkezindeki kırmızı ışık solar, sonra da söner gider.”
“Bir daha çalışmaz mı?”
“Çok güç, o sönerse asıl felaket başlar; topaçla birlikte dünya da neşesini yitirir.”
“Naku, dünyayla ne ilişkisi var bizim köyün mağarasındaki topacın?”
“Topaç durursa uzaktaki büyük dağın üstündeki köyün çocuklarının binlerce yıldır uçurduğu uçurtma rüzgâr bulamayabilir; rüzgâr olmayınca denizde dalga kalmaz, deniz kıyısındaki köyde dev kâğıt kayığı yüzdüren çocuklar oyunsuz kalırlar, çünkü kayık su çeker, batar. Uçurtmanın bekçisi kartal gökyüzünde, kayığın bekçisi yunus bir okyanusta kaybolur; topacın bekçisi köpek de bir daha çıkmamak üzere mağaranın derinlerine gider. Dünya da bir daha kendine gelemez. Bütün işler durur senin anlayacağın; denge bozulmaya görsün...”
“Ama topaç bensiz yavaşlamaz mı? Biliyorsun dün en çok benim sayemde dönmüştü.”
“Sensiz de döner evladım,” dedi Naku. “Hem bak, bir şey daha var. Oyunlar önce elde ya da ayakta başlar, sonra kasıklara yükselir; çoğu insan için orada biter. Sen, oyunu kasıklarından sonra kafana yükseltebilirsen, topacın ışıklarına benzer başka ışıklar da görebilirsin. Yani, topacı yitirmekle tüm oyunları yitirmedin.”
Naku, yavaş yavaş kalktı oturduğu ağaç kökünden; bastonunu eline aldı:
“Haydi evlat,” dedi, “ben gideyim artık, öylesine yaşlandım ki, kafamdaki oyunu da nasıl oynayacağımı şaşırıyorum; artık beni mağaradan çıkan çocukların yüzündeki mutluluktan başka sevindiren bir şey yok. Gideyim de mağaranın kapısında bekleyeyim.”
Kia, Naku'ya güle güle dedi, arkasından baktı, yaşlı adamın titrek bacaklarıyla yürüyerek iyice uzaklaşmasını bekledi, ellerini cebine soktu, köyün yolunu tuttu.
1998 Milliyet-Haldun Taner Öykü Ödülü Birincisi.
~~~
Sayı: 38, Yayın tarihi: 07/06/2009
http://www.mavimelek.com/