Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

TO­PAÇ- MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU
Ba­şak'a
Kia o gün ma­ğa­ra­ya alın­ma­yın­ca, ya­şa­mı­nın ar­tık es­ki­si gi­bi ol­ma­ya­ca­ğı­nı se­zin­le­miş­ti.
Ço­cuk­lar, her sa­bah ol­du­ğu gi­bi o sa­bah da kö­yün mey­da­nın­da top­lan­mış­lar, ma­ğa­ra­ya doğ­ru yo­la çıkmışlar­dı. Yaş­lı def­ne or­ma­nı on­la­rı yi­ne gü­zel kokular, yap­rak hı­şır­tı­la­rı, ye­şil ışık oyun­la­rıy­la karşılamış­tı. Or­man­da­ki sin­cap­la­ra, tav­şan­la­ra, kuş­la­ra, an­ne­le­ri­ne fark et­tir­me­den cep­le­ri­ne koy­duk­la­rı ek­mek par­ça­la­rı­nı at­mış­lar­dı. Bir ağaç, hiç kim­se­nin anımsayama­ya­ca­ğı ka­dar es­ki olan ve o kö­yün in­san­la­rı dı­şın­da kim­se­nin bil­me­di­ği or­man yo­lu­nun gi­ri­şi­ni, neşe için­de, zıp­la­yıp oy­na­ya­rak iler­le­yen ço­cuk­la­rın arkasın­dan bir­kaç dal sar­kı­ta­rak gö­rün­mez ha­le getirmiş­ti.

Kia, yol­da bir ara dur­muş, ba­şı­nı kal­dır­mış, bir kö­pek gi­bi ha­va­yı kok­la­ma­ya baş­la­mış­tı. O gü­ne de­ğin hiç duy­ma­dı­ğı bir ko­ku alı­yor; ko­ku­nun ne­re­den geldiği­ni an­la­mak için ba­şı­nı bir o ya­na bir bu ya­na çevi­ri­yor­du. Ar­ka­daş­la­rı, onun ge­ri­de kal­dı­ğı­nı fark ettik­le­rin­de ko­şup ya­nı­na gel­miş­ler­di. Kia, bu ko­ku­nun ne ol­du­ğu­nu sor­muş­tu; ama ar­ka­daş­la­rı bir ko­ku duymadıkla­rı­nı söy­le­miş­, yü­rü­me­ye baş­la­mış­lar­dı.

“Bir ağaç ya da bit­ki ko­ku­su­na ben­ze­mi­yor,” demiş­ti Kia yü­rür­ken; “ha­va­nın ko­ku­su de­ğiş­ti san­ki. Ha­va­nın ko­ku­sun­da bu­gü­ne dek duy­ma­dı­ğım bir şey var, çok ga­rip bir şey, sü­rek­li alı­yo­rum bu ko­ku­yu.”
Ar­ka­daş­la­rı gül­müş­ler­di.
“Aman Kia,” de­miş­ti bi­ri; “her gün ay­nı ha­va­yı so­lu­yo­ruz, ne de­ği­şe­cek ki! Hem ha­va­nın kok­tu­ğu­nu da ilk kez sen­den du­yu­yo­rum.”
“Ha­va ko­kar mı hiç,” di­ye­rek ters­le­miş­ti bir başka ar­ka­da­şı Kia'yı. “ha­va ko­ku­suz­dur; o ko­ku­la­rı taşır yal­nız­ca; ama ken­di­si kok­maz. Bak şim­di çü­rü­müş yo­sun ko­ku­yor. Şu­ra­da­ki su­dan ge­li­yor ko­ku.”
Kia ıs­rar­la:
“Ha­va­nın ko­ku­su di­yo­rum si­ze, is­ter ina­nın, is­ter inan­ma­yın; öy­le­si­ne fark­lı ki bu; hem öy­le ke­kik gi­bi, def­ne gi­bi ha­va­nın üs­tün­de dur­mu­yor, bu ko­ku ha­va­nın için­de san­ki,” de­miş­ti.

Ar­ka­daş­la­rı bir yandan yürürken bir yandan Kia'yla şaka­la­şı­yor­lar­dı. Bir te­ker­le­me bul­muş­lar, adım­la­rı­nı da bu te­ker­le­me­ye uy­dur­muş­lar­dı.

Kia ha­va­nın al­tın­da, biz üs­tün­de;
Kia ha­va­nın için­de, biz dı­şın­da.

Şa­ka­laş­ma ma­ğa­ra­ya ka­dar de­vam et­miş­ti.
Ma­ğa­ra, def­ne or­ma­nı­nın or­ta­sın­da­ki ka­ya­lık bölge­dey­di. Ka­pı­sın­da iri, si­yah bir kö­pek bek­ler­di. Köyün en yaş­lı­sı bi­le, bu kö­pe­ğin kaç ya­şın­da ol­du­ğu­nu bil­mez­di. Kö­yün yaş­lı­la­rı, ken­di de­de­le­rin­den, on­la­rın ço­cuk­lu­ğun­da da, ay­nı kö­pe­ğin ma­ğa­ra­yı bek­le­di­ği­ni duy­duk­la­rı­nı söy­ler­ler­di. Ge­ce gün­düz ma­ğa­ra­nın kapısın­dan ay­rıl­ma­yan bu kö­pe­ğin ne su iç­ti­ği ne yemek ye­di­ği gö­rül­müş­tü. Her­ke­sin 'Bek­çi' de­di­ği bu kö­pe­ğe kim­se bir ad ya­kış­tır­ma­ya ce­sa­ret ede­mez­di.

Bek­çi, ma­ğa­ra­ya yal­nız­ca ço­cuk­la­rı alır­dı. Her ço­cuk, bi­raz bü­yü­yüp dört, beş ya­şı­na gel­di­ğin­de, köyün mey­da­nın­da sa­bah­la­rı top­la­nan öbür ço­cuk­la­ra ka­tı­lır, on­la­rın elin­den tu­tup ma­ğa­ra­ya git­me­ye başlardı; ta ki kö­pe­ğin ken­di­si­ni içe­ri al­ma­ya­ca­ğı gü­ne ka­dar.

Bü­yük­ler, ak­şam­la­rı ma­ğa­ra­dan dö­nen ço­cuk­la­rı so­ru yağ­mu­ru­na tu­tar­lar­dı; ama ço­cuk­lar ora­da yaptıkla­rın­dan söz et­me­yi is­te­mez­ler­di.
“San­ki bil­mi­yormuş­su­nuz gi­bi so­ru­yor­su­nuz ne yap­tı­ğı­mı­zı; san­ki siz hiç ço­cuk ol­ma­dı­nız, hiç to­paç çe­vir­me­di­niz ha­ya­tı­nız­da,” di­ye ters­le­nir­ler­di.

Yi­ne de ana ba­ba­lar, ço­cuk­la­rı­nın ne yap­tık­la­rı­nı öğ­ren­mek­ten çok, bir za­man­lar ken­di ya­şa­dık­la­rı mutlu­lu­ğu ço­cuk­la­rın­ın da ta­ttı­ğın­dan emin ol­mak, bu duy­guy­la mut­lu ol­mak için so­rar­lar­dı; özel­lik­le de ilk gün­ler­de.
“Na­sıl­dı To­paç, yi­ne ışık sa­çı­yor muy­du?”
“Sa­na da çe­virt­ti mi ar­ka­daş­la­rın?”
“İlk vu­ruş­ta ışık çı­kar­ta­bil­din mi?”
“Kaç sı­ra yap­tı­nız çev­re­sin­de?”
“En çok ışı­ğı kim çı­kar­tı­yor­du?”

Ço­cuk­lar­sa, ço­ğu za­man bu so­ru­la­rı bi­le duyama­dık­la­rı bir düş dün­ya­sın­da, dal­gın ba­kış­lar­la yemek­le­ri­ni yer­ler, bir an ön­ce ya­tak­la­rı­na gi­rer, bu büyü­lü oyu­nu er­te­si gün oy­nar­ken ne­ler ola­ca­ğı­nı düşle­ye­rek uy­ku­ya da­lar­lar­dı.

O gün yap­tık­la­rı­nı düş­le­rin­de bir kez da­ha görürler­di. İki in­san bo­yun­da­ki to­pa­cın ya­vaş dö­nü­şü on­lar vur­duk­ça hız­la­nır, to­paç hız­lan­dık­ça ışık­la­nır, say­dam­laş­ma­ya, için­de­ki ölü kır­mı­zı ışı­ğı gös­ter­me­ye baş­lar­dı. Kır­mı­zı ışık, to­pa­cın hız­lan­ma­sıy­la par­lak­lık ka­za­nır, son­ra kü­çük sıç­ra­ma­lar­la bü­yü­ye­rek dış yü­ze­ye doğ­ru ge­niş­ler, ge­niş­le­dik­çe ren­gi tu­run­cu­ya, sa­rı­ya, sarı­ye­şi­le, açık ma­vi­ye en so­nun­da da be­ya­za dö­ner­di. Ço­cuk­lar, to­pa­cı dön­dür­mek için yan­la­rın­da ge­tir­dik­le­ri kınnap­la­rı iki­ye kat­lar, to­pa­ca olan­ca güç­le­riy­le şaklatırlar­dı. To­paç be­ya­za kes­ti­ğin­de tü­müy­le ışık olur­du. İş­te asıl oyun o za­man baş­lar­dı. Her ço­cuk orada ken­di gü­cü­nü gös­te­rir­di. Her vu­ruş­ta bu delicesine dö­nen be­yaz to­paç­tan ışık­lar kınna­ba at­lar, vu­ru­şun gü­cü­ne gö­re kınnap­ta sıç­ra­ma­lar­la iler­ler, çocuk­la­rın el­le­ri­ne ka­dar ula­şır­dı. To­pa­cın dö­ner­ken çıkar­dı­ğı rüzgâr ma­ğa­ra­nın ka­pı­sın­dan dı­şa­rı eser, köpe­ğin tüy­le­ri­ni ya­la­ya­rak uzak­lar­da kay­bo­lur­du.

Ço­cuk­lar bi­raz bü­yü­yün­ce, ışık­la­rı el­le­rin­den kol­la­rı­na, ora­dan vü­cut­la­rı­na iler­le­te­cek ka­dar güç­lü vu­ra­bi­lir­ler­di to­pa­ca. Bu bir ya­rış­ma gi­biy­di. Vücutlarına at­la­yan ışık­lar iler­le­dik­çe so­ğur; ço­cuk­la­rın yüz­le­rin­de, gö­ğüs­le­rin­de, ma­vi­ler, ye­şil­ler ha­re­le­nir, kıvıl­cım­la­nır­dı. Işık­la­rı vü­cu­dun­da epey­ce iler­le­ten çocuk­lar­dan bi­ri kı­sa bir sü­re son­ra ma­ğa­ra­ya alınmazdı. Bek­çi önü­ne di­ki­lir, diş­le­ri­ni gös­te­rir, hırlardı. Ço­cu­ğun ışık yü­rüt­me­de­ki ba­şa­rı­sı, öte­ki­ler ara­sın­da bir sü­re ko­nu­şu­lur, son­ra ye­ni ba­şa­rı­lar geldikçe unu­tu­lur­du.

Kia da son gün­ler­de ışık­la­rı vü­cu­dun­da yü­rüt­me işi­ni epey­ce iler­let­miş­ti. Bir gün ön­ce to­pa­ca öy­le vurmuş­tu ki, ışık­lar ne­re­dey­se tüm vü­cu­du­nu sar­mış­tı. To­pa­cın üze­rin­den kın­na­ba sıç­ra­yan bir şim­şek, bir an kın­na­bı to­pa­ca ya­pış­tır­mış, son­ra hız­ la Kia'nın ko­lu­na, ora­dan vü­cu­du­na at­la­ya­rak, yü­zü­nü, göğ­sü­nü, kar­nı­nı rengârenk ışık­lar için­de bı­rak­mış, hay­ran­lık­la ba­kan öte­ki ço­cuk­la­rın göz­le­ri­nin önün­de Kia'nın ka­sık­la­rı­na ka­dar u­la­şa­rak ba­cak­la­rı­nın ara­sın­da ma­vi ışık­lar çaktırmış­tı. Öte­ki ço­cuk­lar da ay­nı şe­yi yap­mak için tüm güç­le­riy­le to­pa­ca vur­muş­lar, ama ı­şık­la­rı göğüsleri­ne ka­dar an­cak ge­ti­re­bil­miş­ler­di.

Ço­cuk­la­rın, Kia için uy­dur­duk­la­rı te­ker­le­mey­le oy­na­ya zıp­la­ya ma­ğa­ra­nın ka­pı­sı­na gel­dik­le­ri o sa­bah, ye­rin­de ses­siz uzan­mış ge­len­le­re ba­kan ka­ra kö­pek birden aya­ğa kalk­mış, Kia'nın önü­ne di­kil­miş, onu dikkat­le kok­la­dık­tan son­ra hır­la­ma­ya baş­la­mış­tı. Bu, bü­yük ço­cuk­la­rın da­ha ön­ce de bir­kaç kez gör­dük­le­ri gi­bi, Kia'nın da ar­tık ma­ğa­ra­ya alın­ma­ya­ca­ğı­nı gösteriyor­du.

Kia, kö­pe­ğin ya­nın­dan ge­çip ma­ğa­ra­ya gir­me­ye kal­kı­şın­ca iri diş­ler­le kar­şı­laş­mış, kork­muş­tu.
“Be­nim Bek­çi, ben Kia, be­ni ta­nı­ma­dın mı?” di­ye ke­ke­le­miş­ti. Kö­pek, hır­la­ya­rak ya­nıt­la­mış, Kia'ya, içe­ri gir­mek­te ıs­rar eder­se iyi ol­ma­ya­ca­ğı­nı an­lat­mış­tı. Çocuk, bir­kaç adım ge­ri çe­ki­lin­ce kö­pek hır­la­ma­sı­nı kes­miş­ti. Ar­ka­daş­la­rı Kia'ya bi­raz da şaş­kın­lık­la bakmış­lar;
“Kia bü­yü­müş dün ge­ce,” de­miş­ler­di bir­bir­le­ri­ne.

Kia, umut­suz­ca yal­va­rı­yor­du kö­pe­ğe:
“Ne olur bek­çi, bir kez da­ha, son bir kez da­ha vura­yım to­pa­ca. Hem, be­ni bu­gün al­ma­ya­ca­ğı­nı dün söy­le­sey­din, do­ya do­ya vu­rur, sey­re­der­dim onu. Da­ha de­ne­ye­ce­ğim vu­ruş­lar var­dı; dün ge­ce hep dü­şün­düm na­sıl vur­mam ge­rek­ti­ği­ni. Bu­gün be­ni son bir kez içe­ri al yal­va­rı­rım sa­na. Öy­le bir vu­ra­ca­ğım ki, ayak parmakla­rı­ma ka­dar ışık ola­ca­ğım,” di­yor­du göz­yaş­la­rı ara­sın­da.

Kö­pek yal­nız­ca dim­dik du­ru­yor, Kia bir adım bi­le iler­le­se hır­la­yıp diş­le­ri­ni gös­te­ri­yor­du. Bü­tün bu yalvarma­la­rın hiçbir işe ya­ra­ma­ya­ca­ğı­nı bi­li­yor­du Kia. Da­ha ge­çen ay, ay­nı şey ar­ka­da­şı Ma­ru'nun da ba­şı­na gel­miş­ti. Ma­ru, Bek­çi'nin önün­de yaş­lı göz­ler­le kalakal­mış, ar­ka­daş­la­rı bi­raz üz­gün, onu yal­nız bırakarak içe­ri gir­miş­ler­di.

Ar­ka­daş­la­rı gi­rer­ken Kia, on­la­ra ses­len­di:
“Ak­şam çı­kın­ca köy mey­da­nın­da bu­lu­şu­ruz, ge­lin de ora­da ko­nu­şa­lım, oy­na­ya­lım.”
Ço­cuk­lar baş­la­rı­nı sal­la­ya­rak ma­ğa­ra­nın için­de göz­den kay­bol­muş­lar­dı.

Kia, bir ge­ce­de na­sıl bü­yü­müş ola­bi­le­ce­ği­ne akıl er­di­re­me­miş­ti. Kö­ye doğ­ru yü­rür­ken ağ­lı­yor, yer­de­ki taş­la­ra tek­me­ler atı­yor­du. Vur­du­ğu taş­lar­dan bi­ri, kendi­si­ne doğ­ru yak­laş­mak­ta olan, kö­yün yaş­lı­la­rın­dan Na­ku'nun san­da­let­li ayak­la­rı­nın di­bin­de dur­du. Na­ku'yu gö­rün­ce, Kia'nın, ağ­la­ma­sı da­ha da art­tı. Na­ku, bastonu­na da­ya­na­rak, ağır ağır Kia'nın ya­nı­na yak­laş­tı; çe­ne­si­ni tut­tu, yu­ka­rı kal­dır­dı, saç­la­rı­nı ok­şa­dı:
“Ne o Kia,” de­di, “ne­den ma­ğa­ra­da de­ğil­sin sen, has­ta mı­sın yok­sa?”
Bur­nu­nu çe­ke­rek ya­nıt­la­dı Kia:
“Bek­çi içe­ri al­ma­dı be­ni...”

Na­ku, yaş­lı bir ağa­cın, top­ra­ğın üs­tü­ne çık­ıp bir yı­lan gi­bi dö­ne­rek yine top­ra­ğa gir­miş ka­lın kö­kü­ne otur­du in­le­ye­rek. Her ya­nı­nın ağ­rı­dı­ğı bel­li olu­yor­du. Otur­du­ğu ye­rin he­men ya­nı­na eliy­le bir­kaç kez ha­fif ha­fif vu­ra­rak ço­cu­ğu ça­ğır­dı. Kia da, ba­şı öne eğik, gelip yaş­lı ada­mın ya­nı­na otur­du, ba­şı­nı ona yas­la­dı. Na­ku:

“De­mek bü­yü­dün ev­lat,” de­di şef­kat­le gülümseye­rek. Se­sin­de yal­nız­ca yaş­lı­lık­ta edi­ni­len bir tit­re­şim var­dı.
“Ha­yır,” di­ye atıl­dı Kia, “bü­yü­me­dim, in­san bir ge­ce­de na­sıl bü­yür, be­nim de an­la­ya­ma­dı­ğım bu. Dün na­sıl­sam bu­gün de öy­le­yim.”
“Öy­le ge­lir in­sa­na yav­rum,” de­di yaş­lı Na­ku. “Kim­se ço­cuk­luk­tan bü­yük­lü­ğe geç­ti­ği ge­ce­yi bil­mez; ama bek­çi bu­nu he­men an­lar. İn­san ken­di­ni hâlâ ço­cuk sa­nır ama Bek­çi ya­nıl­maz.”
Yan­da uza­nan def­ne da­lın­dan bir yap­rak ko­par­dı Kia, sa­pı­nı ağ­zı­na gö­tü­rür­ken:
“Ama Na­ku,” de­di, “ben ken­di­mi bi­li­yo­rum. Bende bir de­ği­şik­lik ol­ma­dı, da­ha ne sa­ka­lım çık­tı, ne bı­yı­ğım; bak, yü­zü­me bak!”
Na­ku, Kia'nın ya­nak­la­rı­na bak­tı, ok­şa­dı, son­ra göz­le­ri­ni aşa­ğı­la­ra in­dir­di, Ba­kış­la­rı Kia'nın sal­la­nan aya­ğı­na ta­kıl­dı.
“Dur ba­ka­yım,” de­di ba­ca­ğı­nı tu­ta­rak ço­cu­ğun. Kia, ba­ca­ğı­nı sal­la­ma­yı kes­ti, ne ol­du­ğu­nu an­la­mak için aya­ğı­na bak­tı.
“Ayak­ka­bı­nın bur­nu de­lin­miş oğ­lum,” de­di Na­ku. “Eve gi­din­ce ba­ba­na söy­le de onar­sın.”
“Bi­li­yo­rum,” de­di omuz­la­rı­nı kal­dı­ra­rak Kia. “Dün ar­ka­sı yır­tıl­mış­tı, ben o­nar­dım. Bi­raz ön­ce de burnu pat­la­dı, ta­şa vu­run­ca.”
“İyi ki par­ma­ğın kı­rıl­ma­mış,” de­di yaş­lı adam. “Na­sıl, sen mi onar­dın ayak­ka­bı­nı?”
“Evet ben onar­dım,” de­di Kia.
Gül­me­ye baş­la­dı Na­ku;
“Bir de bü­yü­me­dim di­yor­sun ev­lat, bak gör­dün mü?”
“Aman Na­ku, ayak­ka­bı onar­mak da iş mi; san­ki bil­mi­yor­sun ço­cuk­la­rın ne ka­dar çok iş yap­tı­ğı­nı. Odunu kim ta­şı­yor, hay­van­la­rın yi­ye­ce­ği­ni kim ve­ri­yor, kim on­la­rı ot­lat­ma­ya gö­tü­rü­yor?”
“A be­nim Kia'm” de­di ona sa­rı­la­rak Na­ku, “çocuk­lar bir­çok iş ya­par­lar; ama on­la­rın asıl işi oyundur; oyun­la­rın da en gü­ze­li to­paç çe­vir­mek­tir; he­le ma­ğa­ra­da­ki to­pa­cı...” son­ra bir­den sor­du:
“Na­sıl bü­yük to­paç, yi­ne öy­le par­lak mı? Işık­la­rı yi­ne şim­şek­le­ni­yor mu?”
“Evet Na­ku,” di­ye he­ye­can­la atıl­dı Kia; “hem öyle par­lak ki... Dün gö­re­cek­tin he­le. Öy­le ışık­lar çıkarı­yor­du ki vur­duk­ça! Işık­lar üze­rim­de ne­re­ye ka­dar iler­le­di bil ba­ka­lım.”
Na­ku gü­lüm­se­di;
“Tam ba­cak­la­rı­nın ara­sı­na ka­dar.”
“Ne­re­den bi­li­yor­sun?” di­ye sor­du Kia, şaşkınlıkla.
Güç­süz bir kah­ka­ha at­tı Na­ku;
“Be­nim de öy­le ol­muş­tu ev­lat,” de­di, “he­men herke­sin öy­le olur. Bir gün öy­le bir şak­lat­mış­tım ki kınna­bı, to­pa­cın üze­rin­den yıl­dı­rım­lar fır­la­mış­tı eli­me ko­lu­ma, ren­gârenk yü­rü­yüp kar­nım­dan ka­sık­la­rı­ma inmiş­ler­di; ba­cak­la­rı­mın ara­sın­da ateş­ler yak­mış­lar­dı. San­ki bir ba­lık çır­pın­mış­tı oram­da; son­ra er­te­si gün Bek­çi ka­pı­dan içe­ri sok­ma­mış­tı be­ni; ne üzül­müş­tüm sor­ma. Anım­sa­dı­ğım; o gün ha­va­nın bir baş­ka koktuğuy­du. O ko­ku­yu bir sü­re da­ha duy­dum, son­ra kay­bol­du. Şim­diy­se ne gö­züm gö­rü­yor, ne bur­num koku alı­yor. Kol­la­rım­da bir vu­ruş­luk güç bi­le kal­ma­dı.”

Kia şaş­kın­lık­la din­li­yor­du.
“Na­sıl bir ko­kuy­du bu Na­ku?” di­ye he­ye­can­la sor­du.
“Anım­sa­ya­mı­yo­rum ki,” de­di yaş­lı adam. “Boşluğun ko­ku­su gi­bi bir şey­di. Ne çi­çek ko­ku­su­na ben­zi­yor­du ne de hay­van, san­ki ha­va bo­şal­mış­tı da boşluk ko­ku­yor­du.”
“Ta­mam iş­te, öy­le, ay­nı öy­ley­di bu­gün ay­nı koku­yu ben de duy­dum,” de­di Kia.
“De­dem söy­le­miş­ti ba­na, bu ko­ku yal­nız­ca ço­cuk­luk­tan çı­kı­lır­ken du­yu­lur­muş. Bu ko­ku­yu ala­bi­le­nin vü­cu­du da bir baş­ka ko­kar­mış. Bek­çi de bu­ra­dan anlarmış o ki­şi­nin bü­yü­dü­ğü­nü.”
“Keş­ke dün o ka­dar hız­lı vur­ma­say­dım to­pa­ca, bil­sey­dim de bir­kaç gün da­ha ge­cik­tir­sey­dim, bek­çi­yi kan­dır­say­dım,” de­di Kia.
“Bek­çi­yi kan­dı­ra­maz­sın,” de­di Na­ku. “O hiçbir za­man kan­dı­rıl­maz; çün­kü onun gö­re­vi ço­cuk­la bü­yü­ğü bir­bi­rin­den ayır­mak; za­ten ar­tık se­nin içe­ri gir­men doğru ol­maz. Bü­yü­yü bo­zar­sın.”
“Ne olur ki ma­ğa­ra­ya gi­rer­sem?”
“Ne­ler ol­maz ki! De­dim ya, oyu­nun bü­yü­sü bozulur ma­ğa­ra­ya bir bü­yük gi­rer­se. O za­man to­paç par­lak­lı­ğı­nı yi­ti­rir, ışı­ğı kay­bo­lur, mer­ke­zin­de­ki kır­mı­zı ışık so­lar, son­ra da sö­ner gi­der.”
“Bir da­ha ça­lış­maz mı?”
“Çok güç, o sö­ner­se asıl fe­la­ket baş­lar; to­paç­la bir­lik­te dün­ya da ne­şe­si­ni yi­ti­rir.”
“Na­ku, dün­yayla ne iliş­ki­si var bi­zim kö­yün mağa­ra­sın­da­ki to­pa­cın?”
“Topaç durursa uzaktaki bü­yük da­ğın üs­tün­de­ki kö­yün ço­cuk­la­rı­nın bin­ler­ce yıl­dır uçur­du­ğu uçurt­ma rüzgâr bu­la­ma­ya­bi­lir; rüzgâr ol­ma­yın­ca de­niz­de dal­ga kal­maz, de­niz kı­yı­sın­da­ki köy­de dev kâğıt ka­yı­ğı yüzdü­ren ço­cuk­lar oyun­suz ka­lır­lar, çün­kü ka­yık su çeker, ba­tar. Uçurt­ma­nın bek­çi­si kar­tal gök­yü­zün­de, ka­yı­ğın bek­çi­si yu­nus bir ok­ya­nus­ta kay­bo­lur; to­pa­cın bek­çi­si kö­pek de bir da­ha çık­ma­mak üze­re ma­ğa­ra­nın de­rin­le­ri­ne gi­der. Dün­ya da bir da­ha ken­di­ne ge­le­mez. Bü­tün iş­ler du­rur se­nin an­la­ya­ca­ğın; den­ge bo­zul­ma­ya gör­sün...”
“Ama to­paç ben­siz ya­vaş­la­maz mı? Bi­li­yor­sun dün en çok be­nim sa­yem­de dön­müş­tü.”
“Sen­siz de dö­ner ev­la­dım,” de­di Na­ku. “Hem bak, bir şey da­ha var. Oyun­lar ön­ce el­de ya da ayak­ta baş­lar, sonra ka­sık­la­ra yük­se­lir; ço­ğu in­san için ora­da bi­ter. Sen, oyu­nu ka­sık­ların­dan son­ra ka­fa­na yükseltebi­lir­sen, to­pa­cın ışık­la­rı­na ben­zer baş­ka ışık­lar da gö­re­bi­lir­sin. Ya­ni, to­pa­cı yi­tir­mek­le tüm oyun­la­rı yitir­me­din.”

Na­ku, ya­vaş ya­vaş kalk­tı otur­du­ğu ağaç kökünden; bas­to­nu­nu eli­ne al­dı:
“Hay­di ev­lat,” de­di, “ben gi­de­yim ar­tık, öy­le­si­ne yaş­lan­dım ki, ka­fam­da­ki oyu­nu da na­sıl oy­na­ya­ca­ğı­mı şa­şı­rı­yo­rum; ar­tık be­ni ma­ğa­ra­dan çı­kan ço­cuk­la­rın yüzün­de­ki mut­lu­luk­tan baş­ka se­vin­di­ren bir şey yok. Gi­de­yim de ma­ğa­ra­nın ka­pı­sın­da bek­le­ye­yim.”

Kia, Na­ku'ya gü­le gü­le de­di, ar­ka­sın­dan bak­tı, yaş­lı ada­mın tit­rek ba­cak­la­rıy­la yü­rü­ye­rek iyi­ce uzaklaş­ma­sı­nı bek­le­di, el­le­ri­ni ce­bi­ne sok­tu, kö­yün yolu­nu tut­tu.

1998 Milliyet-Haldun Taner Öykü Ödülü Birincisi.
~~~

Sayı: 38, Yayın tarihi: 07/06/2009
http://www.mavimelek.com/

SON EKLENENLER

Üye Girişi