Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YOLDA - ANTON ÇEHOV

Altın bulut gecelerdi
Dev kayanın kaynunda...
Lennonlov

Meyhane sahibi Kazak Semyon Çistopluy’un adlandırmasıyla “yolcu odası”nda, yani yalnız ana yoldan gelip geçenlere ayrılan odada boyasız kocaman bir masada kırk yaşlarında uzun boylu, geniş omuzlu bir adam oturmaktaydı. Adam dirseklerini masaya koymuş, başını yumruklarına dayamış, uyuyordu, Bir pomat kutusunun üzerine dikilmiş mum parçası adamın sarı sakalını, kalın iri burnunu, güneş yanığı yanaklarını, kapalı gözlerinin üzerinden sarkan gür kara kaşlarını aydınlatıyordu. Adamın sakalı, burnu, yanakları, kaşları tek tek ele alındığında “yolcu odası”ndaki eşyalar ile fırın gibi kaba saba, biçimsizdi, ama topluca uyumlu, hatta güzel bir görünüşleri vardı. Rus yüzünün başarısı buradadır: Hatları ne denli iri, sertse görünüşleri o denli uysal, yumuşak olur. Adam, beylerin giydiği türden eski, ama geniş şeritler dikilerek yenilenmiş bir ceket, pelüş bir yelek, paçaları iri çizmeler içine sokulmuş bol kara bir pantolon giymişti.

Duvar boyunca uç uca dizili banklardan birinde, kahverengi entarili, uzun siyah çoraplı, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu tilki postu üzerine uzanmış, mışıl mışıl uyuyordu. Soluk yüzlü, sarı saçlı, dar omuzlu sıskacık çocuğun tıpkı adamınki gibi kocaman, çirkin bir burnu vardı. Uykusu öylesine derin olmalıydı ki, başından aşağı kayan yarı yuvarlak tarağının yanağına batarcasına oturduğunu hissedemiyordu.

“Yolcu odası”nın bayramlık bir havası vardı. Gıcır gıcır yıkanan döşeme mis gibi kokuyordu. Köşeden köşeye gerili ipe her zamanki gibi pılı pırtı asılmamıştı. Masanın üstünde bir kandil yanıyor, buradan köşedeki Georgi Pobedonosets1 tasvirine kırmızı ışık düşüyordu. Bu tasvirin iki yanındaki kütükten örme duvarlarda, dinselden başlayıp dünyasala doğru derece derece değişen ağaç basması resimler diziliydi. Mum parçasından ve kırmızı kandil alevinden yayılan fersiz ışık altında bu resimler kesintisiz bir şerit gibi gözüküyorlardı, üzerlerinde de sanki kara kara lekeler vardı. Odayı ısıtan çini soba arada bir şiddetlenen fırtınaya uyarak derin derin soluk alıyor, ardından, içinde yanan kütüklerin uğultuyla püskürttüğü öfkeli alevlerden duvarlara kırmızı lekeler vuruyordu, işte böyle anlarda uyuyan adamın başının üstündeki resimler canlanıveriyordu. Birinde ihtiyar bir adam görünümündeki Cebrail, öbüründe şah Nasrettin2, bir başkasında gözlerini faltaşı gibi açıp, genç bir kızın kulağına bir şeyler fısıldayan, kayıtsız, bön yüzlü, kahverengi bir şişko bebek...


Dışarda fırtına dinmek bilmiyordu. Öfkeli, azgın, aynı zamanda son derece mutsuz bir yaratık kudurmuş bir hayvan gibi meyhanenin çevresinde dört dönüyor, sanki içeriye girmek için fırsat kolluyordu. Kapılara çarpıyor, pencereleri, çatı kaplamasını küt küt dövüyor, duvarları tırmalıyor, bazan yalvarıp hazan tehditler savuruyor, arada bir kısa süre dinginleştikten sonra yeniden azgınlaşarak uğultuyla bacaya yükleniyordu. Böyle anlarda sobadaki kütüklerden alev fışkırıyor, kuduran ateş zincirden boşanmışçasına düşmanının üzerine saldırıyordu. Fırtına ile ateşin bu kapışmasının ardından hıçkırıklar, çığlıklar, öfkeli homurtular yükseliyordu. Bu şamatada hırçınların öfkesi, yatışmak bilmez bir kin, zafer kazanmaya alışmışların aşağılanan güçsüzlüğü duyulabilirdi.

Bu vahşi, insanı yadırgatan curcuna karsısında “yolcu odası” da şaşkınlıktan donup kalmış gibiydi. Bir ara kapı gıcırdadı. meyhanede çalışan oğlan çocuğu içeri girdi. Sırtında pamuklu dokuma yeni bir gömlek vardı, gözlerinden uyku akıyordu. Çocuk bir bacağı üstünde topallayarak masaya yaklaştı, parmaklarıyla mumun çapağını aldı, sobaya odun attıktan sonra dışarı çıktı. Tam o sırada, meyhanenin üç yüz adım ilerisindeki, Rogaçi köyü kilisesinin çanı gece yarısını çalmaya başladı. Fırtına çan sesleriyle oynuyordu kar tanecikleriyle oynadığı gibi. Çınlamalar koca boşlukla oradan oraya savruluyor, bazan kesik kesik, dalga dalga yayılırken, hazan da fırtınanın uğultusuna karışarak tümüyle duyulmaz oluyordu. Bir keresinde çan hemen evin tepesinde vurmuşçasına sesi odanın içinde yankılandı. Tilki postu üstünde uyuyan kız çocuğu irkilerek basını kaldırdı; karanlık pencereye, sobadan üzerine kızıl ışık vuran sah Nasrettin’e bön bön baktı; sonra bakışlarını uyuyan adama çevirerek;

—Baba! diye seslendi.

Ancak adam kıpırdamadı. Küçük kız öfkeyle kaslarını çatlı, basını yeniden yastığa koydu, yattığı yerde büzüldü. Aynı anda da birinin uzun uzun esnediğini duydu. Çok geçmeden dış kapının menteşesi gıcırdadı, birtakım konuşmalar işitildi. Üstündeki karı silkeleyerek, keçe çizmeleriyle pat pat yere vurarak biri girdi meyhaneye.

—Kim o gelen? diye sordu bir kadın sesi.

Bu soruyu kalın bir erkek sesi yanıtladı;

—İlovayskilerin kızı.

Kapı bir daha gıcırdadı, zorlayarak içere dalan fırtınanın uğultusu geldi. Dışardan biri, belki de topal oğlan koşup “yolcu odası”nın kapısına yaklaştı, saygıyla öksürerek kapının mandalını açtı.

Aynı kadın sesi şarkı söyler gibi;

—Buraya buyurun hanım kız, içerisi temizdir, dedi.

Kapı ardına dek açıldı; arabacı giyimli, sırtında kocaman bir bavul, tepeden tırnağa kara bulanmış sakallı bir adam eşikte dikildi. Adamın ardından, onun yarı boyunda bir kadın daldı içeriye. Kadının hiçbir yeri gözükmüyordu; ne yüzü, ne elleri. Bohça gibi sarılıp sarmalanmış, tümüyle kara bulanmıştı. Arabacıdan. bohça gibi sarmalanmış kadından bir soğukluk yayıldı odanın dört bir yanına; mum alevi yalpaladı.

—Sen neler saçmalıyorsun? dedi bohça görünümündeki kadın.

—Bu havada niçin yolculuk edilmesin? Önümüzde yirmi fersah yol kaldı. Çoğu da ormanlar arasından. Korkma, kaybolmayız...

—Kaybolmasına kaybolmayız da. atlar yürüyemiyor, hanımefendi. Gene de siz nasıl isterseniz. Ben kendiliğimden uydurmuyorum ya...

—Dur, bakayım, nereye gelirdin beni! Gürültü etme! Burada uyuyanlar var. Dışarı çık!
Arabacı bavulu yere koydu, bu sırada omuzlarından kürem kürem kar döküldü, burnundan fışıl fışıl sesler çıktı.

Uykusu kaçan kız çocuğu az sonra bohçanın ortasından iki küçük elin dışarı fırladığını, bunların yukarıya doğru uzandığını. şallardan, atkılardan, başörtülerinden oluşan bohçayı çözmeye koyulduğunu gördü. Yere önce bir şal düştü, arkasından bir başlık, onun ardından da yün örgüsü beyaz bir atkı... Başı serbest kalan kadın sırtındaki kürkü de çıkarınca yarı yarıya küçüldü. Şimdi üzerinde iri düğmeli, cepleri kabarık bir manto kalmıştı. Kadın mantonun bir cebinden bir tomar kâğıt, ötekinden kocaman bir anahtar demeti çıkardı; hunları öyle gürültüyle masanın üzerine allı ki, uyuyan adam irkildi, gözlerini açtı. Neler olduğunu pek anlamamıştı. Bir süre aptal aptal bakındıktan sonra başını silkti, doğruldu, köşeye gidip oturdu... O sırada yolcu kadın mantosunu çıkardığı için biraz daha küçülmüştü. Eğilip körüklü çizmelerini bacaklarından sıyırarak o da bir köşeye çekildi.

Şimdi bohçaya benzeyen bir yanı kalmamıştı. Kıvırcık saçları, uzunca beyaz yüzü, kıvrak ince bedeniyle yirmi yaşlarında, ufak telek, sıska, esmer bir genç kızdı bu. Burnu ince uzun, çenesi ince uzun, kirpikleri uzun, ağzının köşeleri sivriydi; bütün bu incelikler, sivrilikler bir arada yüzüne batıcı bir anlam veriyordu. Boynu, kolları bol dantelli siyah giysisi içinde, sivri dirsekleri, uzun parmaklarıyla ortaçağ İngiliz kadınlarının portrelerini andıran bir havası vardı. Bir konuyu yoğun düşünüyormuşçasına yüzünün ciddi duruşu bu benzerliği daha bir artırıyordu.

Genç kız odayı şöyle bir gözden geçirdi, adama, kız çocuğuna yan yan baktı, omuzlarını silkerek yerinden kalktı, gidip pencerelerden birinin yanına oturdu. Pencere kanatları rutubetli karayel vurdukça zangır zangır titriyordu. İri kar tanecikleri beyaz beyaz parlayarak bir an karanlık camlara yapışıyor, ancak orada fazla tutunamadan rüzgârda savrulup gidiyordu. Vahşi curcuna gitgide şiddetleniyor gibiydi...

Uzun sessizliğin ardından küçük kız yattığı yerde döndü, sözcüklerin üzerine basa basa, öfkeyle;

—Aman Tanrım! Aman Tanrım! Nasıl da sıkılıyorum! Nedir bu çektiklerim? dedi.

Adam doğruldu, iri gövdesine, kocaman sakalına gitmeyen suçlu yürüyüşüyle kızın yanına vardı.

—Ne o, uyumuyor musun, küçük dostum? İstediğin bir şey var mı? dedi özür dilercesine.

—Hayır, bir şey istemiyorum. Omzum ağrıyor... Baba, sen kötü bir adamsın. Tanrı senin cezanı verecek. Cezalandırıldığını göreceksin!

—Ah, Saşacığım, omzun ağrıyorsa benim elimden ne gelir ki? Yolculuktan dolayı ağrıyordur omzun. Yavrucuğum, yarın eve varınca dinlenirsin, o zaman bir şeyin kalmaz...

Bunları söylerken içkiyi kaçırmış bir adam karısından özür diliyor gibiydi.

—Yarın, yarın! Hep yarın diye atlatıyorsun beni! Daha yirmi gün sürer yolculuk bu gidişle!

—Bak, kızım, doğru söylüyorum, yarın varırız artık. Ben sana hiç yalan söyledim mi? Bizi yolumuzdan fırtına alıkoy-duysa suç benim değil ki...

—Daha fazla dayanamayacağım! Dayanamayacağım, dayanamayacağım!

Böyle söyleyen Şaşa bir bacağıyla tekme atarak çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Babası ne yapacağını şaşırmıştı; genç kıza baktı, elini salladı. Beriki omuz silkti, kararsızlık içinde Saşa’ya yaklaştı.

—Dinle beni, güzelim. Ağlayıp da ne geçecek eline? Omzunun ağrıması iyi bir şey değil, ama şu anda yapılacak bir şey yok.

Genç kızdan cesaret alan adam kendini temize çıkarırcasına;

—Bakın, hanımcığım, iki gecedir gözümüzü kırpmadık, berbat bir arabada yolculuk ediyoruz, dedi. Anlıyorum, kızım hasta, bu yüzden çok sıkıldı... Bunlar yetmemiş gibi bir de şansımızdan sarhoş bir arabacıya düştük, valizimizi çaldılar. Üstelik şu fırtına... Tamam da, ağlamanın âlemi var mı? Şu odada oturarak uyumak beni öylesine yordu ki, sarhoş gibiyim vallahi. Saşacığım, görüyorsun, zaten kendimi iyi hissetmiyorum, bir de sen ağlarsan...
Adam başını salladı, gidip köşesine oturdu.

—Güzelim, ağlamak sana hiç yakışmıyor, dedi genç kız da. Benim bildiğim, yalnız bebekler ağlar. Omzun ağrıdığına göre soyunup yatsan iyi olur... Hadi, gel, soyunalım!

Kız çocuğunu soyup yatırdığında ortalığa gene bir sessizlik çöktü. Genç kız pencerenin dibinde oturuyor, “yolcu odası”nı şaşkın şaşkın inceliyordu. Hem oda, hem iri burunlu, kısa erkek çocuğu, gömlekli kız çocuğu, hem de babası tuhafına gitmekteydi. Adam köşede otururken anlamamış, sarhoş gözlerle çevresini süzüyor; ikide birde avcuyla yüzünü sıvazlıyordu. Sessiz oturduğu köşesinde suçlu suçlu duruşundan, sık sık gözlerini kırpıştırmasından ilk onun söze başlayacağını kestirmek güçlü. Gene de ilk konuşan o oldu. Dizlerini sıvazlayıp öksürdükten, “keh-keh!” diye güldükten sonra;

—Gülmemek elde değil vallahi, dedi. Şu odaya bakıyorum da gözlerime inanamıyorum.

Nasıl oldu da kör talih sizleri bu berbat meyhane köşesine tıktı, anlamak öylesine güç ki! Yaşam bu işle. Feleğin ne işler çevireceğini, önümüzde kaç perende alacağını kimse kestiremez. Hanımcığım, çok uzaklardan mı geliyorsunuz?

—Hayır, çok uzak değil. Yirmi fersah ilerdeki mülkümüzden, babamın, ağabeyimin bulunduğu çiftliğimize gidiyorum. Ailemizin adıyla anılır bizim çiftlik, İlovayski çiftliği derler, on iki fersah uzaklıktadır. Hava ne kadar berbat, değil mi!

—Daha kötüsü bulunamaz!

Topal oğlan içeri girdi, pomat kutusunun üstüne yeni bir mum dibi yerleştirdi.

Adam;

—Delikanlı, bizim için semaverle çay demleyebilir misin? diye sordu.

—Bu saatle çay içilir mi? Neredeyse sabah ayini başlayacak, günah!

—Aman, delikanlı, cehennemde yanacak olan biziz, sen değilsin...

Çay içerlerken yeni tanışlar söyleşiye daldılar. İlovayskilerin kızı konuştuğu adamın, çevre ilçelerden birinde soylular başkanı olan Liharev’in kardeşi Grigori Petroviç Liharev olduğunu öğrendi. Kendisi de bir zamanlar toprak ağası iken ”çok geçmeden tüm mülkünü yitirmiş.” Genç kızın adı ise Marya Mihaylovna’ydı. Babasının malı-mülkü çokmuş; ancak gerek babası, gerekse ağabeyi kaygısız bir yaşam sürdükleri, mala-mülke aldırmadıkları, tazılara fazla düşkün oldukları için bütün işleri kendisi yürütüyormuş.

Genç kız parmaklarını oynatarak (konuşurken sivri yüzünün önünde parmaklarını oynatmak, her tümceden sonra sivri diliyle dudaklarını yalamak gibi bir alışkanlığı vardı.

—Babamla ağabeyim çiftlikte yalnız başlarına kalırlar, dedi. Erkekler nedense çok kaygısız oluyorlar, kendileri için bile kıllarını kıpırdatmazlar. Oruçlarını açacak yemeği kim koyacak önlerine? Annemiz yok, hizmetçilere gelince ben yokken doğru-dürüst sofra örtüsünü sermeyi beceremezler. Şimdi gelin de ne duruma düşeceklerini gözünüzün önüne gelirin! Zavallıcıklar perhiz açmayı beklerken ben burada bütün gece pineklemek zorunda kalıyorum. Olacak şey mi bu?

İlovayskaya omuz silkti, fincanındaki çaydan bir yudum aldı.

—Her bayramın kendine göre tadı vardır. Paskalyadan, üçler yortusundan, noelden ayrı bir zevk alırız, inanmayanlar bile bu bayramları severler. Örneğin ağabeyim Tanrı’nın olmadığını söyler durur ama Paskalyada sabah ayinine ilk kendisi koşar.

Liharev gözlerini genç kızın yüzüne dikti, gülmeye başladı. Beriki de gülerek;

—Evet, ağabeyim Tanrı’nın varlığını reddediyor, dedi. Peki, söyler misiniz, bunca ünlü yazar, bilim adamı, genelde bütün akıllı insanlar yaşamlarının sonunda niçin Tanrı’ya inanmaya başlıyorlar?

—Hanımefendiciğim, bir insan gençliğinde inanmıyorsa, ne denli ünlü bir yazar olursa olsun, yaşlılığında da inanmaz.

Liharev’in sesinin kalın olduğu öksürüşünden anlaşılıyordu, ama belki utandığından, belki de yüksek sesle konuşmaktan çekindiğinden sesini inceltmeye çalışıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra;

—Anladığım kadarıyla inanmak insan ruhunun bir yetisidir. Yani yetenek gibi bir şeydir, bu ona doğuşla verilir, dedi. Kendime, yaşadığım sürece tanıdığım insanlara, çevremde olanlara bakarak edindiğim kanıya göre inanma yeteneği en üst düzeyde Rus insanına özgüdür. Rus yaşamı kesintisiz inançlardan, birilerinin peşinde sürüklenmekten oluşur; eğer bilmek istiyorsanız söyleyeyim, inançsızlık. Tanrıyı reddetme onun aklının almadığı bir şeydir. Bir Rus, Tanrı’ya inanmıyorsa başka bir şeye de inanmıyor demektir.
Liharev Bayan İlovayskaya’nın verdiği çayı aldı, bir yudum içtikten sonra konuşmasını sürdürdü:

—Kendimden söz edeyim isterseniz... Doğa benim ruhuma olağanüstü bir inanma yetisi vermiştir. Gece vakti böyle şeylerden konuşmak iyi değildir ama, yaşadığım sürenin ilk yarısında kendimi Tanrısızların, nihilistlerin arasında savdığım halde inançsız yaşadığım bir saat bile olmamıştır. Bütün yetenekler genelde çocukluk çağında ortaya çıkar, benim inanma yeteneğim de bebekliğimde masanın altında emeklerken kendini belli etmiştir. Annem çocuklarının bol bol yemelerini isterdi, beni doyururken “Hadi ye! En önemli şey çorbadır!” derdi. Ona inanır; verdiği çorbayı köpek balığı gibi günde on kez, çatlayıncaya, tıksırıncaya dek yerdim. Dadım masal anlatırdı bize; onun anlattığı ev cinlerine, orman cinlerine, her türlü şeytana inanırdım. Babamdan süblime çalar, bunu annemin pişirdiği kurabiyelerin üzerine sürerek ev cinleri yiyip gebersinler diye çardağa bırakırdım. Okumayı, okuduklarımı anlamayı öğrendikten sonra yaptığım saçmalıkların bini bir paraydı artık. Amerika’ya kaçmaya mı, haydutlara katılmaya mı, manastıra sığınmaya mı çalışmadım; İsa’ya edilen eziyeti bana da etmeleri için çocuklar mı tutmadım... Dikkatinizi çekerim: Bendeki inanç diriydi her zaman, hep etkili olmuştur. Amerika’ya kaçmak için yola çıktığımda benim gibi salağın birini de ayartırdım; karakolda ayaz kestiğim ya da beni bulup patakladıkları zaman çok memnun olurdum. Haydutlara katılmak için evden her kaçışımda yüzüm-gözüm morarmış olarak dönerdim. Böyle huzursuz bir çocukluk yaşamışımdır. sizin anlayacağınız... Okula gönderilip orada dünyanın güneş çevresinde döndüğü, beyaz ışığın aslında beyaz olmayıp yedi renkten oluştuğu gibi gerçeklerle yüz yüze geldiğim zaman başım fırıl fırıl dönmeye başladı. Güneşi durduran Navin3, Peygamber İlyas yüzünden yıldırımsavara inanmayan annem, öğrendiğim gerçeklere burun kıvıran babam ne olacaklardı? Gözümün açılması yeni yeni esinler veriyordu bana. Evin içinde, ahırlarda deli gibi dolaşıyor, öğrendiğim gerçekleri başkalarına da anlatıyor, insanların bilgisizliğinden çılgına dönüyor, beyaz ışıkla yalnız beyazı görenlerden nefret ediyordum... Bununla birlikte gene de çocukça saçmalıklardır bütün anlattıklarım. Asıl ciddi, yetişkin bir erkek olarak kapılmalarım üniversite yıllarında başlar. Hanımcığım, üniversitede okumuşluğunuz var mı?

—Novoçerkask’ta enstitüyü bilirdim.

—Demek, üniversiteye gitmediniz? Öyleyse bilim nasıl bir şeydir, bilmezsiniz. Yeryüzündeki bütün bilimlerin tek amacı vardır: Gerçeğe ulaşmak, gerçeği yakalamak! Her bilim dalının, eczacılık biliminin bile amacı, yaşamdan yarar sağlamak, insanlar için bir kolaylık elde etmekten çok gerçeği bulmaktır. Bir bilim dalında öğrenime giriştiğinizde sizi en çok şaşırtan, başlangıç konularıdır. Şunu açıkça belirteyim ki, bir bilimin başlangıcı kadar insanın zihnini allak bullak eden, onu sarsan, sürükleyip götüren başka bir şey yoktur. İlk beş-altı dersten sonra en parlak umutlarla kanatlanırsınız, birçok gerçeğin sahibiymiş gibi hissedersiniz kendinizi. Ben de bilimlere kendimden geçercesine, sevdiğim kadına duyduğum tutkuyla kaptırdım gönlümü. Bilimlerin kölesi oldum, onlardan başka güneşim kalmadı. Masa başından kalkmaksızın gecelerimi, gündüzlerimi kitap ezberlemekle geçirdim, kendimi öğrenme uğruna harap ettim, bilimi kişisel amaçları uğruna kullanmaya kalkanları gördükçe iki gözüm iki çeşme ağladım... Ancak bilime kendimi kaptırmam uzun sürmedi. Neden derseniz, bilimin başlangıcı vardır da ondalık kesirler gibi sonu yoktur. Zooloji bilimi otuz beş bin böcek türü bulmuştur, kimyada altmış elemeni vardır. Zamanla bu sayılara sağdan onar sıfır daha eklense, zooloji de, kimya da şimdiki gibi sona bir türlü erişemeyecektir. Çağımız bilimsel araştırmalarının amacı bu sayıları elden geldiğince çoğaltmaktır. Ben, otuz beş bin birinci türü bulup gene de doyuma ulaşamayınca oynanan hokkabazlığın ayrımına vardım. Ancak bu yüzden fazla bir hayal kırıklığına uğramadım, çünkü yeni bir inanca kendimi kaptırmış, çeşitli bildirileri, karanlık bölüşümleri, bir sürü ıvır zıvırıyla nihilizme toslamıştım. Giderek halkın arasına katıldım, fabrikalarda çalıştım, boyacılık yaptım, ırgatlık ettim. Ülkede oradan oraya dolaşırken Rus yaşamının ruhunu kokladım. bu yasamın ateşli hayranı kesildim. Rus halkı vazgeçemeyeceğim putum oldu; Tanrı’sına, diline, sanalına gönül verdim; bunlara yüreklen inandım. Daha başka neler gelmedi başıma!.. Zamanla Slavcı kesilip Aksakov’u mektuplarımla canından mı bezdirmedim, Ukrayna ırkçılığına mı tutunmadım, arkeolojiyle mi ilgilenmedim, halk sanalı örnekleri mi toplamadım... Olaylar, düşünceler, insanlar, gezip gördüğüm yerler beni kendine bağlayıp sürükledi, kesintisiz bir şeylere kapıldım hep. Beş yıl önce mülkiyetin yadsınmasında karar kıldım. Sonuncu inancım ise kötülüğe karşı koymama felsefesidir.

Şaşa yattığı yerde kıpırdandı, derin derin içini çekli. Liharev masadan kalkarak kızının yanına gitti. Sevecen bir sesle;

—Ne var, yavrucuğum, çay içmek isler misin? diye sordu.

Ama küçük kızın yanıtı kabaydı:

—Çayını kendin iç!

Bozulan Liharev suçlu suçlu masaya döndü.

—Zevkli, neşeli bir yaşam sürmüşsünüz. Ne güzel! Anımsanacak çok şeyiniz var demektir, dedi İlovayskaya.

—Evci, hoş bir arkadaşla karşı karşıya oturup çay içerek çene çalarsak neşemize diyecek yoktur, ama bir de neler çektiğimi bilseniz! Yaşam değişikliği, başka düşüncelere kapılmalar aza mal olmuyor. Bakın, hanımcığım, ben bir Alman felsefe doktoru gibi inanamazdım, dümdüz bir yaşam da sürmedim; her değişik inanç belimi büktü, beni paramparça etti sanki. Gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz: Kardeşlerim gibi zengin bir adamdım ben, şimdi yoksulun biriyim. Yeni yeni düşüncelere kapıldıkça karımın malını-mülkünü, kendi varlığımı, başkalarının parasını har vurup harman savurdum. Kırk iki yaşındayım, artık genç sayılmam, ama sürüden ayrılmış köpek gibi yersiz-yurtsuzum. Yaşadığım yıllar boyunca huzur, dinginlik nedir bilmedim. Ruhum hep bir şeylerin eksikliğini duydu, umut ederken bile acı çektim. Düzensiz, ağır işler yaparken anamdan emdiğim süt burnumdan geldi, züğürtlüğün acısını tattım, beş kez hapse girip çıktım, Arhangelsk. Tobolsk yollarında süründüm... Şimdi bunları anımsamak bile zor geliyor bana. Sözde yaşadım, oysa kendimi hep bir şeylere kaptırdığım için nasıl yaşadığımı anlayamadım. İster inanın, ister inanmayın; geçirdiğim baharlardan hiçbirini anımsamıyorum, karımın beni sevdiğini, çocuklarımın doğduklarını bile fark edemedim. Daha başka nasıl anlatayım size yaşantımın berbatlığını? Beni sevenler için bir mutsuzluk kaynağıyım. Annem ben oğlunu ölmüş sayıp on beş yıldır yas giysisini çıkarmıyor sırtından; gururlu kardeşlerim benim yüzümden yüzleri kızardığı, aşağılandıkları, avuç avuç para harcamak zorunda kaldıkları, ruhsal bunalıma düştükleri için sonunda şeytan görmüş gibi benden kaçmaya başladılar.

Liharev masadan kalktı, sonra hemen oturdu. İlovayskaya’nın yüzüne bakmaksızın;
—Yalnız mutsuz olmakla kalsam Tanrıya yalar-kalkar şükrederdim, dedi. Mutsuzluk ne söz! Bir şeylere kapıldığım sıralar gerçeklerden uzak, haksızlık yapan, acımasız, saçma sapan, tehlikeli bir adam oluyordum. Sevmem gereken kişilere karşı nefret duyduğum, onları küçük gördüğüm öyle çok olay var ki! Bunun tersi de oldu... Sevdiklerimden binlerce kez yüz çevirdim. Bugün inandığım, önünde saygıyla eğildiğim putlarımın, dostlarımın yanından ertesi gün arkama bakmadan kaç-tim; peşime saldıkları alçaktan sesimi çıkarmadan bağrıma bastım, inanç uğruna sürüklenmek yüzünden nasıl gözyaşı döktüğümü. geceleri nasıl yastığı dişlediğimi yalnız Tanrı’m bilir. Kasıtlı olarak kimseye yalan söylemedim, tek kötülük yapmadım. gene de vicdanım rahat değildir, içimin huzurla dolu olduğuyla övünemem kesinlikle, çünkü yaptığım saçmalıklarla işkence çektirdiğim karım gözümün önünde öldü. Evet, öldü karım! Biliyor musunuz, biz üniversite öğrencisi erkekler arasında kadınlara karşı belli-başlı iki türlü tavır vardır. Birinde kadın kafatasları ölçülür. Amaç, kadınların erkeklerden daha aşağı bir varlık olduğunu kanıtlamak, onlarda kusur bulup alay konusu yapmak, böylece değişik bir görüş ortaya atarak bir şey yaptıklarını düşündürtmektir... İkincisinde ise ellerinden geldiğince kadınları kendi düzeylerine yükseltmeye çalışırlar. Böylece otuz beş bin böcek türünü ezberlemelerini, kendi konuşup yazdıkları saçmalıkları onların da söyleyip yazmalarını isterler...

Birden Liharev’in yüzü karardı. Yumruğunu masaya vurdu, sesini kalınlaştırarak;
—Size bir şey söyleyeyim mi? Kadınlar her zaman erkeklerin kölesidir, öyle de kalacaklardır, dedi. Kadın, erkeğin elleriyle yoğura yoğura istediği biçimi vereceği yumuşak bir balmumu, narin bir varlıktır. Aman Tanrım, sevdiği erkeğin beş paralık inancı yüzünden kaç kadın saçlarını kestirmiş, ailesini bırakmış, yad ellerde ölüp gitmiştir! Uğruna kendini feda ettiği düşünceler arasında bir tane bile kadın kafasından çıkanı olaydı bari! İşte o nedenle sonunu düşünmeden kendini erkeğine adayan birer köledir kadınlar. Ben kafatası ölçenlerden değilim, acı deneylerimden çıkarıyorum bu sonucu. En bağımsız, gururlu kadınlar bile esinlerimi, inançlarımı onlara aktarabildiğim zaman başka bir şey düşünmeden, soru sormadan, her istediğimi yapmak üzere peşimden koşmuşlardır. Bir rahibe benim istememle nihilist oldu, sonradan işittiğime göre jandarmalara ateş etmiş. Karım serserice sürttüğüm sürece beni bir adım yalnız bırakmadı, yeni düşüncelere kapılıp sürüklenmeme bakarak o da fırıldak gibi yön değiştirdi.

Liharev yerinden fırladı, odada dolaşmaya başladı.

—Bu ne soylu, ne ulu bir köleliktir! Kadın yaşamının anlamı, yüceliği bu kölelikte yatmaktadır! Kadınlarla uzun süren ilişkilerim sonunda karmakarışık izlenimler edindim, edindiğim izlenimler arasından bir süzgeç gibi seçip çıkarabildiklerim ne düşüncelerdir, ne akıllıca sözlerdir, ne de felsefedir. Hayır! Onların yazgıya körü körüne bağlılığı, olağanüstü merhameti, bağlayıcılığıdır tüm belleğimde kalanlar...

Liharev yumruklarını sıktı, gözlerini bir noktaya dikti. Şimdi tutkulu bir gerginlikle kapanmış dudakları arasından tek tek çıkıyordu söyledikleri:

—Bu... bu, onların yüce gönüllü dayanıklılığı, mezara kadar süren bağlılığı, kadın kalbinin şiiri... Yaşamın anlamı asıl onların yakınmasız cefakeşliklerinde, taşı bile eriten gözyaşlarında, yaşamın karmaşasına ışık ve sıcaklık getiren sınırsız, bağışlayıcı sevgilerinde aranmalıdır...

İlovayskaya yavaşça ayağa kalktı, Liharev’e doğru bir adım yürüdü, gözlerini onun yüzüne dikti. Adamın kirpiklerinde parlayan gözyaşlarından, titreyen, tutkulu sesinden, yanaklarının kızarmasından kadın konusunu rastgele, laf olsun diye açmadığını anlamıştı. Kadınlar onun için yeni bir sürüklenişin, kendi söyleyişiyle yeni bir inancın konusuydu şimdi. İlovayskaya ilk kez inanan, ateşli düşüncelere kapılmış bir erkek görüyordu karşısında. Ellerini, kollarını sallayarak, gözleri kıvılcım saçarak konuşan bu adam bir deliydi sanki, aklını oynatmıştı; ancak bakışlarında, konuşmalarında, hareketlerinde öyle bir güzellik hissediliyordu ki, genç kız kendisi bile farkına varmadan onun önünde çakılmış gibi duruyor, gözlerini yüzünden ayıramıyordu.

Adam genç kıza ellerini uzatıp yalvarırcasına;

—Annemi ele alalım! dedi. Kadıncağızın yaşamını cehenneme çevirdim, onurunu beş paralık ettim, onun anlayışına göre Liharev soyundan gelenler düşmanının yapmadığı kötülükleri yaptılar ona. Ama o da ne? Kardeşlerimin dualı ekmek filan için kilise harçlığı olarak verdikleri birkaç kuruşu biriktirir; dinsel inançlarına karşı gelerek, ben yoldan çıkmış oğlu Grigori’ye gönderir. Bu önemsiz davranış bile bütün kuramlardan, akıllıca sözlerden, otuz beş bin böcek türünden daha çok biz insanları eğilip ruhumuzu yüceltmeye yeterlidir. Bunun gibi binlerce örnek verebilirim, işle, sizi ele alalım! Bakın, dışarda kar, bora! Ağabeyinizi, babanızı bayramda yalnız bırakmamak, onları sevginizle ısıtmak için gece yarısı yollara düşmüşsünüz. Oysa onlar sizi çoktan unutmuşlardır, akıllarına bile gelmiyorsunuzdur. Hele bir de bir erkeği sevseniz onun peşinde kutuplara giderdiniz. Gitmez misiniz?

—Seversem... giderim.

Liharev kızın yanılma öylesine sevindi ki, ayağını yere vurdu.

—Gördünüz mü? Sizinle tanıştığım için ne kadar mutluyum, bilseniz! Şansımdan hep imrenilesi insanlarla karşılaşıyorum. Gün geçmez ki, her şeyimle bağlanabileceğim bir insan çıkmasın karşıma! Yeryüzünde iyi insanların sayısı kötülerden çoktur, buna siz ne dersiniz, bilmem. Sizinle öylesine içlen, içlidışlı konuştuk ki, görenler kırk yıllık dost sanırlar. Hanımefendiciğim, bazan insan on yıl kimseye açılmaz, karısından, en yakın dostundan saklar düşündüklerini, ama bir gün irende rastladığı bir askeri lise öğrencisine boşaltıverir içinde birikenleri. Sizi ilk kez görme şerefine erdim, ama kimseye yapmadığım itirafları size yapıyorum işle... Nedendir dersiniz?

Ellerini oğuşturup keyifle gülümseyen Liharev odada birkaç tur allıktan sonra gene kadınlardan söz açtı. Ancak o sırada sabah duası için çanlar çalmaya başladı. Şaşa ağlayarak;

—Tanrım! dedi. Konuşmaların yüzünden uyku uyuyamıyorum.

Liharev birden toparlandı.

—Ah, sevgili kızım! Doğru ya, seni uyutmadık. Hadi, uyu uyu!

Fısıltıyla;

—Bundan başka iki oğlum daha var, hanımcığım, diye ekledi. Ötekiler dayılarıyla birlikte yaşıyorlar, kızım bir gün bile babasız edemez. Onun böyle homurdanıp yakındığına bakmayın siz, bana yapışık gibidir, ayrılamaz. Hanımefendi, gevezeliklerimle sizin de dinlenmenize engel olmayayım? isterseniz yatağınızı yapayım şuraya.

Genç kızın izin vermesini beklemeden kürkü tüyleri üste gelecek biçimde banklardan birinin üzerine serdi; yere düşen atkıyı, şalı, başörtüsünü topladı; mantoyu tomar yapıp başucuna koydu. Bunları yaltaklanma derecesine varan bir saygıyla yapmıştı, sanki topladığı şeyler bir kadının değil de kutsal bir varlığın eşyalarıydı. Zayıf bir yaratık karşısında iriliğinden, dev gücünden utanıyormuş, kendini suçlu hissediyormuş gibi suskundu.

İlovayskaya yatınca mumu söndürdü, sobanın yanındaki tabureye oturdu. Kalın sigarasını yakıp dumanını sobanın ağzından içeriye üfleyerek;

—İşte böyle, hanımcığım, dedi alçak sesle. Doğa, Rus insanına olağanüstü bir inanma yetisi, irdeleyici bir akıl, büyük bir düşünme gücü vermiştir; gelgeldim bütün bunlar tembellik, umursamazlık, hayalci bir uçarılık engeline çarparak darmadağın olurlar... Gerçek bu...
İlovayskaya şaşkınlık içinde gözlerini karanlığa dikmişti; mum ışığından, kandilden kutsal tasvire düşen kırmızı leke ile sobadan vuran kızıllığın Liharev’in yüzünde titremesinden başka bir şey görmüyordu. Odayı dolduran karanlık, çan çınıltıları, boranın uğultusu, topallayarak yürüyen oğlan, Saşa’nın homurdanmaları, mutsuzluğundan yakınan Liharev’in konuşmaları hep bir arada karmakarışık, dev bir izlenime dönüşmüş; bilip tanıdığı dünya mucizelerle, büyülerle, hayallerle dolu, tanımadığı bir âlem olup çıkmıştı. Az önce dinlediği sözler kulaklarında çınlıyordu; insanların yaşamı şimdi onun için bitip tükenmez, güzel, şiirsel bir masal gibiydi.

O dev izlenim büyüyüp genişledi, bilincinin üzerine sis gibi çökerek tatlı bir uykuya dönüşlü. Genç kız yavaş yavaş uykuya daldı, ancak kandili de, kırmızı ışığın titreşip durduğu iri burnu da görüyordu. Kulağına yalvaran, ince bir çocuk sesi ile babasının mırıltısı çalınıyordu:

—Baba! Dayıma gidelim! Orada noel ağacı var. Sliopa ile Kolya da oradalar! Gidelim, babacığım!

—Nasıl gideriz, yavrum? Anla beni! Niçin anlamıyorsun? Derken, çocuğun mızıklanmalarına babanın kalın sesli hıçkırıkları katıldı. Büyük bir insanın üzüntüsünü dile getiren bu hıçkırıklar gecenin fırtına uğultuları arasında genç kızın kulağına tatlı bir müzik gibi gelmiş olmalı ki, daha fazla dayanamayarak o da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Daha sonra kara bir gölgenin sessizce yattığı yere yaklaştığını, yere düşen şalını alıp ayaklarına örttüğünü gördü.

İlovayskaya garip bir kükremeyle hoplayarak açtı gözlerini, şaşkın şişkin çevresine bakındı. Karların yarı yarıya bürüdüğü pencerelere günün ağartısı vurmuştu. Odanın boz bulanık karanlığında çini soba, uyuyan küçük kız, şah Nasrettin belirgin bir biçimde seçilebiliyordu. Soba ile kandil çoktan sönmüştü. Odanın ardına değin açık duran kapısından meyhanenin ana bölmesindeki tezgâh ile masalar gözükmekleydi. Şaşkın bakışlı, bön Çingene yüzlü bir adam salonda, eriyen karların oluşturduğu su birikintisinin ortasında dikiliyor; sopasının ucunda kocaman, kırmızı bir yıldız tutuyordu. Üzerleri karla sıvanmış bir yığın çocuk kıpırtısız, heykeller gibi adamı kuşatmışlardı. Adamın sopasının ucundaki yıldızın kırmızı kâğıdından sızan ışık çocukların ıslak yüzlerini kızıla boyuyordu. İlovayskaya’nın işittiği kükreme bu kalabalıktan gelmekteydi. Genç kız ancak şu dörtlüğü anlayabildi:

Hey, sen, ufak delikanlı,
Sivri bir bıçak al eline,
Şu çıfıtı öldürelim,
Oğlunu da öldürelim...

Meyhane tezgâhının önünde Liharev dikiliyor, şarkı söyleyen çocuklara sevgiyle bakarken ayağıyla tempo tutuyordu. İlovayskaya’yı görünce yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı, genç kıza doğru yürüdü. İlovayskaya da gülümsüyordu.

—Bayramınız kutlu olsun! Gördüm, çok güzel uyuyordunuz, dedi.

İlovayskaya gene gülümseyerek adama baktı, ama bir şey söylemedi.
Geceleyin aralarında geçen konuşmalardan sonra adam eskisi gibi iri, geniş omuzlu gözükmüyordu. Vapurlar da öyle, en kocamanları bile okyanusu geçtikleri söylendiğinde insanın gözüne küçük gözükür.

—Ben az sonra hazırlanıp yola çıkacağım, dedi İlovayskaya. Sizin yolculuk nereye?

—Benim mi? Klinuşka istasyonuna, oradan Sergiyevo köyüne, Sergiyevo’dan da at sırtında kırk fersah uzaklıktaki kömür madenine gideceğim. General Şaşkovski adında salağın birininmiş maden ocağı, kardeşlerim bana orada yöneticilik görevi buldular. Görüyorsunuz, şimdi de kömür çıkaracağım.

—Durun, hele, ben o kömür madenini biliyorum. Şaşkovski dayımdır. Peki, ama orada ne işiniz var sizin?

Bunu söylerken adamı şaşkın şaşkın süzüyordu.

—Dedim ya, yöneticilik yapacağım. Maden ocağının yöneticisi...

—Şaşılacak iş, doğrusu! Maden ocağı nasıl bir yerdir, biliyor musunuz? Allah’ın kırı; ne insan var, ne başka bir şey; can sıkıntısından patlarsınız. Çıkardıkları kömür de kömür olsa bari, kimse almıyor! Ayrıca dayım manyağın, zorbanın, cıbırın biridir. Size para filan ödemez!

—Benim için fark etmez. Maden ocağına da razıyım...

İlovayskaya omuz silkti, duyduğu heyecandan dolayı odada dört dönmeye başladı.
Parmaklarını yüzünün önünde kıpırdatarak;

—Anlamıyorum, anlamıyorum! diyordu. Akıl alacak iş değil! Biliyor musunuz, oraya gitmek sürgün gibi, diri diri gömülmek gibi bir şey! Aman Tanrım!

Liharev’in yanına yürüdü, adamın gülümseyen yüzünün önünde parmaklarını kıpır kıpır oynatmaya başladı, üst dudağı titredi, batıcı yüzü sapsarı kesildi.

—Gözünüzün önüne çıplak bir çöl gelirin! O yalnızlıkla tek söz konuşacak insan bulamazsınız! Oysa kadınlarla yakından ilgileniyorsunuz. Maden ocağı ile kadınlar... olacak şey değil!

Ancak heyecanından ulandı, yüzünü öbür yana çevirdi, pencereye yaklaştı. Parmağını camın üzerinde çabuk çabuk gezdirerek;

—Yok, yok, oraya gidemezsiniz! dedi.

Arkasında binlerinin terk ettiği, her şeyini yitirmiş, son derecede mutsuz bir adamın durduğunu yalnız yüreğiyle değil, sırtıyla da hissediyordu. Sanki o adam mutsuzluğunun bilincinde değildi, sanki geceleyin hüngür hüngür ağlamamıştı, ona gülümseyerek bakmamıştı. Keşke ağlamasını hiç kesmeseydi! Heyecanı yatışmadığı için odada birkaç tur daha atlı, sonra bir köşeye giderek düşüncelere daldı. O sırada Liharev bir şeyler söylediyse de işitmedi. Sırtım adama dönerek cebinden bir kâğıt parçası çıkardı, bunu avcunun içinde uzun süre buruşturdu, bir ara Liharev’e dönüp baktı, ama yüzü kıpkırmızı kesilerek kâğıdı cebine soktu.

Tam o sırada arabacının sesi geldi kapının arkasından. İlovayskaya tek söz söylemeden, sert, düşünceli bir yüzle giyinmeye başladı. Liharev onun sarınıp kuşanmasına yardım ediyor, bir yandan da gevezeliği elden bırakmıyordu. Gelgeldim her sözü ağır bir taş gibi oturuyordu genç kızın yüreğine. Mutsuz insanlar ya da ecel yatağında ölümü bekleyenler ne kadar şaka yapsalar gülünebilir mi?

Canlı insanın biçimsiz bir bohçaya dönüşmesi bitince İlovayskaya “yolcu odası”nı son kez gözden geçirdi, birkaç saniye suskun dikildikten sonra dışarı yürüdü. Arkasından Liharev onu uğurlamaya çıktı.

Kış hıncını alamamıştı henüz, habire esip yağıyordu. Koca koca kar bulutları oradan oraya savruluyor, konacak yer bulamadıkları için ortalıkla dönüp duruyorlardı. Atlar, kızaklar, ağaçlar, avluda direğe bağlı boğa tepeden tırnağa kara bulanmıştı; tüylü tüylü, yumuşacık bir görünüşleri vardı.

Genç kızı kızağa yerleştiren Liharev;

—Hadi, yolunuz açık olsun! dedi. Umarım, iyi gününüzde anarsınız beni...
İlovayskaya yanıt vermedi. Kızak hareket edip de büyük bir kar yığınının çevresini dolandığı sırada sanki söylemek istediği bir şey varmış gibi dönüp Liharev’e baktı. Beriki ona doğru koştu, ama genç kız gene tek söz söylemedi, kar taneciklerinin yapıştığı uzun kirpikleri arasından onu süzmekle yelindi.

Liharev ince ruhuyla bu göz süzmeyi doğru mu okumuştu, yoksa bu bir yanılsama mıydı, orası bilinmez, ancak bir an öyle geldi ki, genç kıza birkaç güzel laf daha dokundursa başarısızlıklarını, feleğin sillesini yemişliğini, yaşlılığını hoş görüp, fazla soru sormadan onun peşinden koşardı. Durduğu yerde çakıldı kaldı, kızağın bıraktığı ize baktı, baktı... Uçuşan kar taneleri saçlarına, sakalına, omuzlarına konuyordu. Çok geçmeden kızak izleri silindi, kendisi de dikildiği yerde beyaz bir kayaya benzemeye başladı. Gözleri ise kar bulutları arasından hep bir şeyler görmeye çalışıyordu...

1. Atının üstünde kargısıyla devi yenen Hırıstiyan azizi

2. 1848’de tahta çıkan İran şahı

3. Kutsal kitabın altıncı cüzünde anlatılan bir söylenceye göre Yahudi komutanı Jesus Navin’in buyruğuyla güneş yörüngesinde durmuş

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi