Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SON DİLEK- İFFET ORAL

Hayat serüvenimize onunla aynı mahallede, aynı sokakta ama bize verilmiş farklılıklarla başlamıştık. Annemizin hamilelikleri aynı aylara, doğumumuz mayısa rastlamıştı.
Ben ve diğer çocuklar sıradandık. Vaktinde emekleyen, yürüyen; saatinde konuşan, sağlıklı, cin gibi, annesinin, babasının en akıllıları, en güzelleri ve bir taneleriydik.

O farklıydı. İki ayağının üzerinde durabilmek için yıllarca uğraştı. Çok geç ve zorluklarla yürüdü. Hiç hınzır bakışları olmadı. Hep duru, berrak ve mahzun bakardı. Konuşması da bizlerden çok farklıydı. Biz gerekli gereksiz, herkesle her şeyi konuşurken o ancak kendini anlayanlarla konuşurdu. Usta bir ebrucunun yumuşacık fırçasını ahenkle dolaştırıverdiği hissini veren gözleri, çizgi gibi çekik ve baygındı. Zamanının çoğunluğunu bir türlü ağzına sığmak istemeyen ve ağzının kenarından taşan pürtüklü ve şişkin dilini ağzına sığdırmaya ayırırdı. Olup bitenleri her daim şaşkınlıkla seyreden gözleriyle yüzümüze çok ender bakardı.

İki elinin parmaklarını olanca gücüyle, geriye doğru gerdirir, kıvrılan parmaklarını, anlayamadığımız bir keyifle bıkıp usanmadan dakikalarca seyrederdi. Ben de onun bu halini seyrederdim.

Gözünün köşelerine sinsice yerleşmiş çapaklar müsaade etse bezelyeden ibaret Çipil gözlerini hiç kırpmadan saatlerce, günlerce seyredebilirdik; vücuduna göre epeyce küt ve tombul parmaklarını. Daha ikimiz de küçükken merakımı dizginleyemez, çömelir, ona sorardım. “Fahri, parmaklarında ne görüyorsun. Adını duyunca bakışlarını bana çevirir, yakından bakınca iyice yeşeren gözleriyle gözlerime uzun uzun bakardı. Yanına çömelmem öyle hoşuna giderdi ki keyifle yüklü; ne olduğunu anlayamadığım birtakım sesler çıkarır, mahcuplaşır; patisiyle yüzünü gizlemeye çalışan yavru kedi edasıyla gergin parmaklarını gözlerinin önüne perdeler, perdenin arkasından kadife bakışlar sunardı.
Sonra tekrar parmak uçlarına döner; sırlarla bezeli âlemini -bir şeyler görme umudunu hiç yitirmeden kaldığımız yerden seyre devam ederdik. O da annesinin bir tanesiydi. Bizim sıradanlığımıza karşın annesi, Fahri’nin -bize göre- eksiklerini kabullenmiş, benimsemiş; hatta böyle bir çocuğun kendine verilmiş olmasını bir ayrıcalık olarak görürdü. Önce onu oyunlarımıza almayıp gizli aşikâr her fırsatta itiştirip kakıştırarak çocukluğun sınırsız hınzırlığı hatta hainliği ile ondan üstün yanlarımızı o anlamasa da ona sergilemeye başladık. İçimizdeki minik benlik canavarları Fahri’yi âdeta kobay gibi kullanıyordu. Daha çok da evde ana baba sopasına bağışıklık kazanmışlar, sevginin karıntısını bile tadamamışlar, evde baskıya vücutlarının bir parçasıymışçasına uyum sağlamışlar; okul dönüşünü azgın bir sabırsızlıkla beklerdi. Baskı gören ezmenin, hakaret gören küfretmenin, şiddet gören dayak atmanın ustası ve hastası oluyordu. Bu, çocuksu gözlemlerimin ilk ve engin tecrübesiydi.
O, önce bu yaptıklarımızı hiç ama hiç anlayamadı. Şaşırmadı da. Yatağında yıllardır aheste kıvrılışlarla akan; hızını ve akışını hiç bozmayan hüzünlü derecik misali insanın içine akan ılık bakışlarla öyle baktı baktı. Olanları niye anlayamadığını anlamak istedi âdeta.
Biz ne kadar itiştirirsek itiştirelim o, büyük bir cevvallik ve mutluluk saçan haykırışlarla düştüğü yerden kalkar, bizim kendisiyle oynadığımızı veya şakalaştığımızı sanarak her seferinde artan bir coşkuyla oyun halkalarına girmeye çalışırdı. Çocuklar çoğunu vurdulu kırdılı ucuz televizyon filmlerinden kopya çektikleri artistik usullerle onu her defasında toza toprağa fırlatmanın ekşimiş keyfini çıkarırlardı.

Bir zaman sonra tavırlarımıza karşı refleks geliştirerek oyunlarımıza katılmamaya başladı. Oyun alanımızın hemen yanındaki beton elektrik direğinin dibini kendine mekân seçti. Arkadaşlıkta ise birinci sırayı bizden aldı. Bizim yerimize yavrusuyla, yetişkiniyle mahallenin hatta öteki mahallenin köpeklerini koydu. Onlarla hemhâl, yoldaş oldu. Bize ise sadece parmaklarıyla gözlerine çektiği perdenin ardından mahzunluk, anlaşılmamanın küskünlüğü ile yüklü bakışlarını gönderdi; bizim ona bakmadığımız anlarda.

Bize bakacağı zaman, onun âdeta ayine dönüşen hareketlerine şaşar kalırdım. Bir kemanın telleri kadar gerginleşen tombul ve küt parmaklarla bezenmiş elini olabildiğince ağır harekede gözünün hizasına gelene kadar kaldırırdı. Bunu yaparken bakışları muhakkak yerde hatta yerin diplerinde seyrederdi. Ancak gözüne perdeyi çektikten sonra bakışlarını yine ağır çekimle bize çevirirdi. Hâlbuki biz zaten onu görecek gözlere sahip değildik; niçin bu kadar titizleniyordu ki.

Bizim, babalarımızın babalarının bile oynadığı kadar eski, sıradan, bir o kadar da bilindik oyunlarımız vardı. Esir almaca, seksek, kaydırak, dokuztaş, yakan top, aç kapıyı bezirgânbaşı, orta sıçanı, köşe kapmaca, körebe, ebecilik, saklambaç, istop, yılan, uzuneşek. Onun oyunları ise hiç oynanmamış, bu yüzden hiç eskimemiş ve kimsenin bilmediği oyunlardı. Bizim ona dalaşmadığımız zamanlarda kucağında, sırtındaki köpekleri incitmeden birer birer yere indirir, bakışları toprağı eşeleyerek sokağı arşınlamaya başlardı. Böyle zamanlarda dili iyice salınır, tortop olur her zaman mahzun bakan gözleri birbirine alabildiğine yaklaşırdı.

Yerlerde, kıyıda köşedeki küçük çalı çırpı parçalarını sadece iki parmağıyla hayalindeki bahçeden çiçek toplamasına ihtimamla alır, diğer elinin avucuna aynı ihtimamla yerleştirirdi. Topladıklarının aynı boy, aynı incelikte olması beni hayretler içinde bırakırdı. Dayanamaz onun oyununa katılır, ben de düzgün çalı çırpı toplamaya çalışırdım. Ama onun topladıklarının yanında benimkiler her zaman eciş bücüş kalırdı. Yıllar yılları kovaladı birlikte başlayan hayat masalımız devam etti. Biz büyüdük, o da büyüdü. Biz okullara gittik. Okul dönüşlerinde o, hep köşesinde mahallenin elektrik direğinin dibindeydi.
Biz evlendik, çalışmaya başladık. Şehirden ayrılanlarımız oldu. Ben de artık sadece yazları gelebiliyordum. Bunlardan birinde sabaha karşı girmiştik mahalleye eşim, çoluk çocuk.
Gözlerime inanamadım o, direğin dibindeydi. Kucağında ve çevresinde irili ufaklı köpekler, sırtını beton direğe vermiş, başı hafiften yana kaykılmıştı. Onu uyandırmaktan korkarak sessizce yanma çömeldim. Tıpkı otuz sene önce, çocukluğumuzdaki gibi Fahri’yle diz dizeydik. Elinde yarısı yenmiş ekmeği, kucağında ekmekten nasiplenmeye çalışan henüz birkaç aylık bir yavru köpek vardı. Fahri’nin yaşı sanki yıllardan birine takılmış kalmış da ilerlememişti. Çocukluğumuzdaki kadar küçük değildi. Fakat asla olması gereken yaşta da görünmüyordu.

Yetişkin bir erkeğe benzemiyordu. Çocukluk simasından ise çok az emare yakalamıştım. Seyrek sakallarına tek tük aklar yerleşmişti. Bu hâliyle yaşlı bir çocuk ya da çocuksu bir yaşlı gibiydi. Derin derin nefes alırken hafiften horluyordu. Bizim çoktandır tadını unuttuğumuz huzurlu ve keyifli bir uykunun tam ortalarındaydı. Bir müddet seyrettim. Yırtık gömleğinden inip kalkan göğsü görünüyordu. Parmakları çocukluğundakinden daha da tombullaşmış çoktandır kesilmemiş tırnaklarının kimi kırıktı. Gayri ihtiyari parmaklarına usulca dokundum.

Gözlerini, sudan başını uzatan kaplumbağa mahmurluğuyla kırpıştırdı. Çapakların birbirine yapıştırdığı kirpiklerini güçlükle araladı. Beni gördü. Tebessüm etmek istedi fakat dilini bir türlü içeri alamadığından edemedi. Gerdirdiği elini, avucu bana dönük olarak kaldırdı, gözüne perdeledi. Parmaklarının arasından uyku mahmurluğuyla beni seyretmeye başladı.
Biz bakışarak hasret gidermeye çalışırken yavru köpek yediği ekmeği bitirmiş, şükranlarını belirtmek için Fahri’nin yüzünü gözünü yalamaya başladı.

İşte şimdi olan olmuştu. Bu sahneyi benden iyi kimse bilemezdi. Fahri, köpeğin kendisini yalamasına hiç ama hiç dayanamazdı. Anlamını hâlâ çözemediğim bir sebeple köpek onu yaladığında makaraları koyuverirdi. Yaslandığı yerden doğruldu, ensesinden kavradığı köpeği en sevdiği oyuncağı göğsüne yaslar gibi yaslayıp önce yavaş, sonra gittikçe artan bir tonla gülmeye başladı. Gülmeler kahkahaya; kahkahalar haykırışa dönüştü. Çevresindeki köpekler ona havlayarak eşlik etmeye çalışıyordu. Birbirine zaten yakın olan gözleri iyice kaymış sakallarından akan salyalar çıplak göğsüne doğru inmeye başlamıştı. Oturduğu yerde hopluyor, nefesi bitene kadar gülüyor, aynı şevkle kâh yükselen kâh alçalan nidalarla gülmesini sürdürüyordu. Onun gücü bitmemişti. Fakat ben daha fazla dayanamamış çömeldiğim yerde hıçkırıklarımı zapt etmeye çalışıyordum.

Bir zaman sonra sakinleşerek pili biten oyuncaklar gibi anlaşılmaz seslerle yerine oturdu.
 “Merhaba Fahri, nasılsın? Bak ben geldim...” Biraz daha yaklaştım. Tokalaşmak için elimi uzattım. Fahri böyle zamanlarda yaptığı gibi asker selamıyla karşılık verdi. Ben de ona.
Sonra yüzünü beton direğe döndü, yanağını yapıştırdı. Gözlerini kapadı. Saçlarına tıpkı benimkiler gibi kırklı yaşların henüz acemi akları üşüşmüştü. Eli hala selamda kahkahası yüzünde eğretice asılı kalmıştı. Sonra ter olmadığına emin olduğum iki damla yuvarlandı gözlerinden. Bu iki damla Fahri'de gözyaşı ben-senden kor oldu. Ah Fahri! Sana yaptıklarımız için senden nasıl özür dileyeyim bilmem ki. Sen de bu mahallenin çocuğuydun biz de. Niye akıl edemedik senin de bizim gibi yaşamaya hakkın olabileceğini? Bu koca dünyada sana bu elektrik direğinin dibinden gayrı yerler de olabileceğini neden düşünemedik? Sen orada köpeklerinle muhabbette, ben burada sana yaptıklarımızla baş başa. Yaşamaksa ikimiz de yaşıyoruz.”

Bir de annesi vardı Fahri’nin, tıpkı oğlu gibi çizgi dışı, hatta zaman zaman çizginin ötelerinde gezinen. Bizimkiler camdan cama, balkondan balkona, kapı önlerinde ya da pazar yolunda ne zaman konuşma fırsatı bulsalar, anlaşılmaz bir iştiyakla; çocuk, ardından da koca dedikodusuna başlarlar; dedikodunun dayanılmaz büyüsüne kapıldıklarından ocakta yemekler yanar, o gün yapılacak işler aksar, o zaman da koro hâlinde hayatlarından, çocuklarından şikâyete koyulurlardı. Hâlbuki Fahri’nin annesinden bir gün bile değil şikâyet, sitem dahi duymamıştık. Fahri’yi tanımayanlar, onun oğlundan bahsedişini duysa; normal, hiçbir kusuru olmayan, annesinin her dediğini yapan, oturup kendisiyle saatlerce sohbet eden, annesine asla yük olmayan bir oğla sahip sanırdı.

Fahri’nin annesi Saniye Hanım, bazen mahalledekilere baştan savma selamlar gönderirken, mahalleye yeni taşınmış biriyle kırk yıllık dostmuş gibi selâmlaşır, çocuklarla sohbet ederken onların karşısında muhakkak çömelir, onların yaşıtıymış gibi düzgün cümlelerle konuşur, ellerini öpmeden yanından ayrılmazdı. Bazen de sırtına vurduğu koca bir çuvalı doldurana kadar mahalledeki çöpü, lüzumsuz taşı toprağı toplardı; mahallelinin iğrenen bakışları altında.

Ya güvercin perestliğine ne buyrulur! Onun güvercinlerle olan sırlı muhabbeti mahallelinin ona “deli” damgası vurmasının -mahallelilerce- yerden göğe kadar haklı sebeplerindendi.
Gece yarısını çoktan geçmiş, geceden çok sabaha ait saatlere kadar; o dizi senin bu dizi benim televizyon karşısında beynini atık deposu hâline getirerek helak olan mahalleli, tam uykunun ılık, insanı sarıveren deryasına dalacakken o da ne? Sanki odalarının, hatta yataklarının içinde, yüzlerce güvercin sonsuza kadar sürecekmiş hissi veren “hu hu” larla, kâh kanat çırpar, kâh kuyruk titretirdi. Onları umursamayıp uykunun rehavetine salınmak için bir o yana, bir bu yana döndükçe güvercin sesleri de onlarla birlikte sağa, sola dönerdi.   
Mahalleli ve Saniye Hanım’ın takıştığı en belirgin nokta bence sabahı karşılama şekilleriydi. Biri yatarak ve sessiz; diğeri ayakta ve sesli olarak buyur ediyordu günü. Güneş henüz ilk ışıklarını gönderme telaşındayken Saniye Hanım, elinde yirmi kiloluk boş bir zeytinyağı tenekesi, tenekede mısır taneleri pür telaş sokağa fırlardı. Onunla birlikte karşılama törenine mahallenin diğer sakinleri de farklı edalarla icabet ederdi. Saniye Hanım, daha içeride mısırları tenekeye boşaltırken görünmeyen biri güvercinlere seslenmişçesine onlar gizlendikleri yerden şaşılası bir ahenkle, telaşsız, bir o kadar alışkın hareketlerle inerlerdi. Beşli vücutlarını pembe ve incecik ayaklarının üzerinde zorla taşıyarak iki yana yıkıla yıkıla mısırlara yaklaşırlardı. Güvercinlerin hemen arkasından kediler, köpekler sabah mahmurluğunu atmak için keyifle gerinirlerdi. Henüz güne alışamadıklarından veya mecalleri olmadığından birbirlerine dalaşmazlar âdet olsun diye yarım yamalak bir iki havlayıp, miyavlardı.

Kapının açılmasıyla güvercinlerin yerden yükselerek yaptıkları kanatlı alkışlama töreni başlardı. Saniye Hanım, önünde, arkasında, omuzlarında güvercinler, eli mısır tenekesinin içinde mısırları karıştırarak sokağın köşesine doğru cemaatini coşturan şaman edasıyla ilerlerdi. O, tenekedeki mısırları karıştırırken güvercinler uykuda kalmış arkadaşlarına da seslenir, sanki dünyadaki bütün güvercinler buraya doluşuverecek diye heyecanlanırdım.
Bu sabahlardan birinde onları uzaktan seyretmekle yetinmeyip aşağıya yanlarına indim. Selamlaşmadan sonra Saniye Hanım, kestirmeden kafasındaki konuya girdi Bak kızım sen okumuşsun yaşın benden küçük olsa da iyi bilirsin. Şimdi, bu mahalleli bana ateş püskürüyor, biliyorum, bakışlarından okuyorum Neymiş, kuşlara yem veriyormuşum, kuşlar buraya pisliyormuş. Fahri'nin köpeklerinden de şikâyetçiler Onlar da sesleriyle rahatsız ediyorlarmış Eee kuşları yemleme, köpekleri besleme; varsa yoksa kendi rahatları, kendi istekler Kadın ne zamandır doluymuş ki beni görüp –kendini dinleyecek birini bulunca- seti çekilmiş baraj suları gibi boşalıverdi.

- Ne yapayım, bunlar her sabah cama gelip “Hani mısır, hanii hanii!” diye seslenirken mısır yok mu diyeyim.

Saniye teyze sanki güvercinlerden değil de insanlardan söz ediyormuş gibiydi. Hatta bir ara mahalleyi göstererek, “Bunlara selam verip de ne yapacaksın? Arkanı dönsen dedikodunu ederler. Ama şunlara bir avuç mısır ver seni ölene kadar unutmazlar. Her gün pencereme gelip hatırımı sorarlar, Saniye teyzemiz bize mısır veriyor diye birbirlerine haber verirler...” Kadın sakin sakin anlatıyor, anlatıyordu. Bıraksam aylarca hatta yıllarca konuşacakmış hissi veriyordu. Bir boşluğunu yakalayıp araya girdim: “Saniye teyze Fahri’yle aran nasıl?” Konuşmanın başından beri ilk kez başını çevirdi, gözleri gözlerimle buluştu. Biraz önceki yarı çılgın kadın gitmiş; yerine sesiyle, bakışıyla müşfik ama hüzün yüklü bir anne gelivermişti. “Ah kızım işte şimdi yarama bastın!” diyerek derin bir ah çekti. Ayaklarımın dibinde kalmış, tek tük mısırları, tanelerini almaya çalışan güvercinleri korkutmaktan çekinerek bana doğru bir adım yaklaştı. “Ben cahilim, ilk mektebe bile tam gidemedim.  ama şu yalan dünyada ne istediysem Allah bana verdi. Kocam oldu, kızım oldu, oğlum oldu, evim oldu, aç kalmadım, açık kalmadım. Çok istediğim hiçbir şey geri çevrilmedi. Sen bilmezsin Allah beni hacca bile gönderdi. Ama şimdi...”Burada durakladı. İyice ötelere daldı. Sanki yüksek makamlardan istekte bulunacak memur tavrıyla yeleğinin önünü birleştirdi, bakışlarını uzaklara çok uzaklara çevirdi:

-    Ama şimdi bir tek isteğim var, buradan giderken; bana onu versin yeter...”
Biraz önceki tek düze konuşmayı bırakmış, şimdi gözleriyle, elleriyle konuşmaya başlamıştı. Yüzümdeki onu gerçekten dinleyen ve anlayan ifadeyi iyice yoğunlaştırdım. Ne istediğini iyice merak etmeye başlamış, ağzından çıkanların bir hecesini bile kaçırmadan dinliyordum.

-    Fahri’nin hâlini görüyorsun. Ben gittikten sonra ona kimse bakamaz, belki bakmak isterler ama bakamazlar çünkü onu anlayamazlar. Onu öyle toz toprak içinde görenler “deli” diyenler Fahri’nin içindeki Fahri’yi bilmezler. Sanki gördüklerimiz hakikatmiş gibi kafalarındakine göre hüküm kesip, kalem kırıyorlar. İşte bu gücüme gidiyor. Anlamadan sormadan... Bilir misin? Fahri, evde benim odama kapıyı vurmadan girmez. Anne diyemez ama onun çıkardığı hırıltının anne olduğunu ben anlarım, bilirim. Yemeği hazırlar, sofraya koyarım; “Oğlum sen ye!” derim. Ne kadar aç olursa olsun, ben gelmeden yemeğe başlamaz. Gel demeden sofraya elini sürmez. Beni beklerken başparmağını emerek açlığını gidermeye çalışır. Dışarıda Fahri’ye yemek verirler ama yemez, çünkü utanır. Onlarda önüne atar giderler. Alır çok sevdiği köpeklerine yedirir Herkes kapısına polis arabası geldi mi; korkar, endişelenir. Hâlbuki ben polisi kapımda görünce sevinirim. Çünkü bazen benim polis oğullarım onu sokakta bulur, polis arabasına -hem de önüne- oturtup, eve kadar getirirler. Öyle geceler sabaha kadar uyumaz da beni de uyutmaz. Polis arabasına bindim diye kalkar sarılır bana. Ne zaman ki kahkaha atmaktan yorulur sızar kalır. Bazı geceler saat iki, üç olur eve gelmez çıkar ararım. Çoğu zaman da bir elektrik direğinin dibinde köpekleriyle haşir neşirdir. Öyle mutludur, benim oğlum. Alır gelirim eve, karnını doyurur, üstünü giydirir, yatırırım ancak o zaman yüreğim rahatlar, yatar karşısına uyurum ferah ferah. Bilirsin o, seninle yaşıttır kızım. Koca adam oldu artık. Her sabah oturtur sakallarını tıraş ederim. Önce huysuzlanır ama bitince hoşuna gider. Gelir elimi öper, yüzümü öper, sesler çıkarır kendince teşekkür eder uzun uzun. İşte bütün bunları yapacak kimse yoktur. Ben gidince ne yapar? Tek derdim budur. Onun için bu dünyadan bir tek Fahri’yi dilerim. Dünyayla başkaca da bir alışverişim yoktur.

Derdini anlatırken ki sıra dışı hâli, kadının susmasıyla birlikte üzerinden sis perdesinin kalkışı gibi kalktı ve mahalleliyle didişen Saniye Hanıma dönüşüverdi. Sözlerini bitirdi ve biraz önceki güvercinli dünyasına daldı gitti. Kadın, bir yerlerle sıkı bir irtibattaydı. Söyledikleri karşısında söyleyecek hiçbir şey bulamadığımdan “Allah geçinden versin!” diye mırıldandım.
Anneciği; herkesin sadece akan salyalan, sarkmış dili anlaşılmayan homurtulardan ibaret sandığı Fahri’nin asla bilemeyeceğimiz ve göremeyeceğimiz yanını ayan etmişti; bakıp göremeyen, görüp anlayamayan biz normallere.

Gün iyice ağarmış, güneş göz kamaştıran bir nazla yükseliyordu. Güvercinler yedikleri mısırların üzerine yerdeki leğenden sularını içerek gölgeliklere doğru kanat vurup aheste çırpınışlarla uzaklaştılar. Günler, aylar tam tamına bir yıl geçti bu çözemediğim sohbetin üzerinden. Güvercinler her sabah olduğu gibi kapıya dayandılar, iki yana yıkıla yılda taşıdıkları tombul vücutlarıyla beklediler, beklediler. Onca huhuladılar. Misket yuvarlağı gözlerini belertip dört bir yana baktılar. Kapının önündeki boş mısır tenekesini gagalarıyla tık tıklayıp neler olduğunu tenekenin vereceği yansımadan öğrenmek istediler. Ama ne yaptılarsa nafileydi.

Bu gün mahallede bir fevkaladelik vardı. Camiden alınan cenazeler, omuzlarda, art arda mahalleye girdi. Tabutlardan birinin üzerine dikkatlice yerleştirilmiş polis şapkası bulunuyordu. Cemaatteki polis üniformalılarının çokluğu cenazeyi görenleri bunun bir polis cenazesi olabileceğini düşündürdü, mahallelinin suratında ise buruk, yarım yamalak bir tebessüme sebep oldu. Cenazeler eve yaklaşırken elektrik direğinin dibindeki irili ufaklı köpeklerin yanında ilkokula bu yıl başlamış iki afacan, tüm dikkatlerini gazetedeki habere vermiş onu heceleyerek okumaya çalışıyorlardı. “O-zür-lü oğ-luy-la ya-şa-yan yaş-lı ka-dın ve oğ-lu dün ak-şam ev-le-rin-de şof-ben-den sı-zan gaz-dan ze-hir-le-ne-rek can ver-di-ler. Yaş-lı a-nay-la oğ-lu-nun a-cı ö-lü-mü bü-tün şeh-ri ya-sa boğ-du.”

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi